FRANSA’nın varoşlarında patlak veren ve günlerdir devam eden olaylar hakkında bütün dünya medyasında çok şey söylendi, çok şey yazıldı.
Tabii böyle bir krizde yorumcuların bir kısmı kendi ülkelerindeki benzer sorunları unutarak eleştirilerinde acımasızca davranabiliyorlar. Aslında birçok ülkede gettolaşmış banliyölerde veya mahallelerde dışlanmışlık hissi içinde yaşayanlar var. Fransa’daki olaylar bütün bu ülkeler için de tehlike işaretidir.
***
Fransa’da banliyölerin durumu çoktan beri bilinmekteydi. Eski Cumhurbaşkanı Mitterand daha 1990’da bakın nasıl bir tablo çizmişti: ’Ruhsuz bir mahallede doğan, çirkin bir binada ve başka çirkinliklerle, gri duvarlarla, kasvetli bir manzarayla çevrili yaşayan, ufuksuz bir hayatı olan bir genç ne ümit edebilir? Hele etrafındaki toplum onunla ancak kızmak ve yasaklar getirmek gerektiği zaman ilgileniyorsa.’ Teşhis çoktan beri konmuştu, fakat birbirini izleyen hükümetler başka tarafa bakmayı tercih ettiler.
***
Fransa’da göçmenlerin ve göçmen kökenli Fransız vatandaşlarının durumunun bir özelliği var. Gençler ailelerinin geldiği ülkeden de genellikle kopmuş bulunuyorlar. Onunla da artık özdeşleşemiyorlar. Bu, örneğin, Avrupa’daki Türklerden onları ayıran büyük bir fark. Türkler kendi vatanları ile duygusal ve kültürel bağlarını koparmadıkları gibi politik kavgalarını bile göç ettikleri ülkelere taşıyorlar. İş bulmakta da daha fazla beceri sahibiler.
Genel kanaat, din unsurunun Fransa’daki olaylarda ağırlıklı bir rol oynamadığı yönünde. Ancak 11 Eylül 2001’den sonra dinlerini belli eden isimlerinden dolayı istihdam alanında Müslümanlara karşı ayrımcılık yapıldığı da bir gerçek. Başkakan Erdoğan’ın türbanın olayları tetiklediği yolundaki sözleri ise çok aceleye gelmiş bir değerlendirmeydi. Unutmamak gerekir ki Fransa’da türban sorununun boyutları Türkiye’deki kadar değil. Bütün üniversitelerde türban serbest. Yasak sadece ilk ve orta öğretim kurumlarını kapsıyor ve özel liselere uygulanmıyor. Ayaklanan gençlerin dinle pek fazla ilgileri yok. Onların iç dünyasını ve Avrupa’nın ruh halini ‘Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün kıdemli üyesi Dominique Moôsi çok güzel tasvir etmiş: ‘Büyük, müreffeh ve çok canlı şehirlerin yanı başında, lakin gerçekte onlardan çok uzak yaşıyorlar. Bu gençler için, yıkıp yakmak var olmanın tek şekli... Batı Avrupa ülkelerinin çoğu Fransa’daki gelişmeleri yakından izlemelidirler. Yeni bir gerçek karşısındayız. Korku umudu yendi. Avrupalılar en fakirler tarafından istila edilmekten, fanatiklerin bombalarından, daha dinamik toplumların kendilerini geride bırakmalarından, şimdi de azınlıklarını kontrol edememekten korkuyorlar.’
***
Kuşkusuz Fransız hükümeti de krizi yönetmekte acizlik gösterdi. İçişleri Bakanı Sarkozy şiddet eylemlerine girişen gençlere ’ayak takımı’ diyerek yangına körükle gitti. Arka perdede Sarkozy ile Başbakan de Villepin arasındaki cumhurbaşkanlığı yarışı da siyasi bir komplikasyon oluşturuyor. Yine de Fransa’yı neredeyse çökmekte olan bir devlet gibi görenler acele ediyorlar. Fransa’nın sağlam kurumları mevcut. Şu andaki siyasi keşmekeşe rağmen tecrübeli politikacı sayısı az değil. Ülkenin altyapısı belki bütün diğer Avrupa ülkelerinden daha iyi. 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel haklı. Fransa bu işin üstesinden gelir. Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti yüzünden Fransa’ya kızmamız, onu iğnelemek arzusuna kapılmamız doğaldır. Fakat hükümlerimizde ölçülü davranmak isabetli olur.