14 Mart 2006
KAPSADIĞI araştırma alanının genişliği, çalışmalarının kalitesi, yönetim ve müşavir kadrosunun yüksek düzeyi ile dünyadaki en saygın düşünce merkezleri arasında bulunan Uluslararası Kriz Grubu (ICG), Kıbrıs konusunda basınımıza çok olumlu yansıyan bir rapor hazırladı. Rapor bugünkü açmazın bütün sorumluluğunu Güney Kıbrıs’a ve özellikle Papadopulos’a yüklüyor. Kıbrıs Rum lideri, uzlaşmaz tutumunda devam ettiği takdirde KKTC’nin fiilen de olsa tanınmasının kaçınılmaz olacağı uyarısını yapıyor.
Şimdiki aşamada çözümün mümkün gözükmediğini ve karşılıklı anlaşma yoluyla güven artırıcı önlemlere varılması imkánının da mevcut olmadığını vurguladıktan sonra, Yunanistan’ı, Kıbrıs Rumlarını, Kıbrıs Türklerini, Türkiye’yi ve AB dahil uluslararası kuruluşları tek taraflı adımlar atmaya çağırıyor.
Rapora göre bu adımların amacı bir yandan Kuzey Kıbrıs’ta çözüm lehindeki ivmeyi desteklemek, diğer yandan Güney’in politik tutumunu değiştirmeye çalışmaktır.
* * *
ICG’nin teşhisi kuşkusuz yerinde. Çözüm için koşullar elverişli olmaktan uzak. Paris’te 28 Şubat’ta BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile Papadopulos’un buluşmasından sonra yayımlanan bildiri, Annan’ın şu sırada bir inisiyatif almaya hazır olmadığını teyit ettiği gibi KKTC’yi ve Türkiye’yi rahatsız edecek nitelikte fikirler içermekteydi.
ICG’nin önerdiği tek taraflı adımlara gelince; bunlardan Kıbrıs Rumlarına, Yunanistan’a ve uluslararası kuruluşlara yöneltilenler geniş ölçüde Kıbrıs Türklerinin izolasyonunun kaldırılmasını ve KKTC’nin AB’ye entegrasyonunu hedefliyor. Ben daha çok Türkiye ve KKTC’den beklenen adımların belli başlılarına değinmek istiyorum.
ICG, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açılan davalarla Kıbrıs’taki mülkiyet sorununun bir politik anlaşma çerçevesinde değil, AİHM kararları ile çözümlenmesi yolunun açıldığını belirterek, KKTC’deki Tazmin Komisyonu’nun AİHM’nin kıstaslarına uygun olarak 22 Mart’a kadar yeniden düzenlenmesinin öncelik taşıdığının altını çiziyor.
Gerçekten de bu düzenlemenin yapılması, mülkiyet meselesinin hukuki ve siyasi denklemini Türk tarafının avantajına değiştirecektir. ICG yine aynı kapsamda Kıbrıslı Rumların mülkiyetinde bulunan arsalar üzerindeki inşaat faaliyetinin durdurulmasını istiyor.
ICG ayrıca Maraş’ın uluslararası finansmanla onarılarak buradaki gayrimenkullerin Rumlara iadesini; fakat bölgenin yönetiminin bir çözüme varılıncaya kadar Türk tarafında kalmasını öngörüyor. KKTC’ye önerilen bir başka adım, Kuzey’de bir nüfus sayımı yapılarak 1974’ten beri Türkiye’den gelmiş olanların sayısının saptanmasıdır.
* * *
Türkiye’ye gelince ona başlıca iki şey öneriliyor. Birincisi, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki kuvvetlerinin bir kısmını çekmesidir. Türkiye’nin coğrafi yakınlığı göz önünde tutulursa bu kısmi çekilmenin Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından kaygı verici olmayacağı ifade ediliyor.
Türkiye’den beklenen ikinci adım, Kuzey’de yapılacak nüfus sayımını takiben Türkiye’den giderek KKTC’ye yerleşenlerin bir kısmının Türkiye’ye dönmelerinin sağlanmasıdır.
Güney Kıbrıs’ın AB’ye tek başına girmesi, Kıbrıs denklemini aleyhimize değiştirdi. Fakat bir yandan 2004 referandumunda Kıbrıs Türklerinin olumlu oy vermeleri ve bugünkü KKTC hükümetinin Türkiye’nin desteğiyle bir uzlaşma ve açılım politikası sürdürmesi, diğer yandan Papadopulos’un uzlaşmazlığı bu denklemi kısmen lehimize çevirmemizi sağlıyor.
ICG raporunun Türkiye ve Kıbrıs Türklerine yönelik önerilerinin hepsini kabul etmemiz kuşkusuz mümkün değil; fakat genel yaklaşımını iyi değerlendirmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2006
BU yıla genellikle çok iyi bir atmosfer içinde başlamadık. Siyasi gerginlik arttı. Seslerin tonu yükseldikçe yükseldi. Eleştirilere karşı fırtınalı demokrasi tarihimizin bazı hazin sayfalarını çağrıştıran bir tahammülsüzlük başgösterdi. Şimdiki halde siyasi istikrarı tehlikeye düşürecek bir durum yoksa da bazı gelişmeler endişe yaratmaktan geri kalmıyor.
Türkiye’nin siyasi, ekonomik güç ve potansiyelinin her zamandan daha fazla olduğu bir devirde politik ortamın yozlaşmamasına hem hükümet, hem muhalefet, hem de kurumlar çok dikkat etmelidirler.
* * *
İşlerin iyi gitmemesinin çeşitli nedenleri var. Bir tanesi, hükümetin temel vizyonunu bir tarafa bırakmış olduğu izlenimini vermesidir. Bu temel vizyon, AB üyeliğidir. AB sürecinin sonunda AB üyesi olalım veya olamayalım, Türkiye’yi 21’inci yüzyıla taşıyacak olan başlıca istikbal projesi olarak önemini koruduğu yadsınamaz.
Oysa Gümrük Birliği Protokolü gibi süreci zora sokan konular dışında AB’den artık neredeyse bahsedilmiyor. Geçen yıllardaki ivme sanki birdenbire kayboldu ve biz başka sorunlara daldık, pek etkili olamayacağımız bölgesel sorunlarla enerjimizi tüketmeye başladık.
Diğer taraftan ekonomik alanda da geniş ölçüde hükümetin politikasından kaynaklanmayan güçlükler ortaya çıktı. Tekstil krizi derken turizm gelirlerinin azalması olasılığı belirdi. Borsada düşüşler yaşandı. Şimdiki halde çok tehlikeli boyutta olmasa da ödemeler dengesindeki açığın GSMH’nin yüzde 6-7’sine varmış olması, ilerisi için kaygı uyandırıyor.
2001 krizinin aşılmasını sağlayan ve son yıllardaki ekonomik istikrarın ve büyümenin temelini atmış olan Kemal Derviş, cari açığın risk boyutuna geldiğini vurguladı ve bu açığın azaltılması için Türk Lirası’nın diğer dövizlere oranla değerinin bir miktar azaltılmasına yönelik akılcı bazı önlemler önerdi.
Gelin görün ki derhal kıyamet koptu. Devlet Bakanı’nın tepkisi yanında bazı ekonomistler de haksız eleştirilerde bulundular. Neredeyse piyasalardaki dalgalanmaların faturası ona çıkacaktı. Hemen bir suçlu aramak tutkusu çok kuvvetli.
* * *
Bu gelişmeler yanında Şemdinli olaylarına ilişkin iddianame son günlerde tansiyonu tehlikeli derecede yükseltti.
Şemdinli olaylarının üç sanığıyla ilgili iddianameye Van Cumhuriyet Savcısı’nın Kara Kuvvetleri Komutanı ve diğer komutanlar hakkında delillerle kanıtlanmayan suçlamalar eklemesinin tepki uyandırmasından daha tabii bir şey olamazdı.
Neyse ki Başbakan bu konuda dengeli ve dikkatli bir konuşma yaptı. Genelkurmay Başkanlığı da ketum ve vakur bir tutum içinde kaldı. Genelkurmay Başkanlığı’nın, bu aşamada Van Cumhuriyet Savcısı’nın talebine uyarak Kara Kuvvetleri Komutanı’nın yargılanması sürecini başlatmasını bekleyenlerin mantığını anlamak güç.
Van Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek davada yeni unsurlar ortaya çıkmadıkça neye dayanılarak komutanlar hakkında bir adli süreç başlatılabilirdi ki?
* * *
Şiddet olaylarının da devam ettiği çetin bir devirden geçiyoruz. Karşılaştığımız güçlüklerin bir kısmı kontrolümüz dışındaki olgulardan ya da ülkenin düzeltilmesi uzun sürecek yapısal problemlerinden kaynaklanıyor.
Bunlar yüzünden ille bir sorumlu aramak doğru olmaz.
Güçlüklerin bir başka kısmını ise hatalarımızla, yanlış algılama ve yaklaşımlarımızla, ölçüsüz tepkilerimizle, önyargılarımızla, gerçeklerden kaçışımızla kendimiz yaratıyoruz.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2006
POLİTİK olduğu kadar mezhepsel bir iç savaş niteliğine bürünen şiddet olayları sürüp giderken Irak’ın parçalanması ihtimali de daha fazla gündeme geliyor. Deneyimli siyasi ve diplomatik şahsiyetlerin yanı sıra yetenekli bölge uzmanlarını da bünyesinde barındıran "Uluslararası Kriz Grubu"nun Irak üzerindeki son raporunda önemli bir uyarı var:
"Uluslararası toplum, komşu ülkeler dahil, Irak’ın parçalanması olasılığını göz önünde bulunduran ve bir parçalanmanın kaçınılmaz olarak bölge güvenliği ve istikrarı üzerindeki etkilerini sınırlamayı amaçlayan bir plan üzerinde artık çalışmaya başlamalıdır. Şimdiye kadar böyle bir çalışma fikri tabu sayılıyordu; fakat artık gerçeklere göz kapamak ileride büyük felaketlere yol açar."
***
Kürtlerin ayrı bir devlet kurmalarını önlemek, Türkiye’nin Irak politikasının özünü oluşturduğu için Ankara aslında başından beri Irak’ın parçalanmasını önlemeye yönelik diplomatik atılımlar içinde olmuştur. Bütün siyasi ve dini gruplar ile temasların, komşu ülkelerle ve ABD ile sürekli görüş alışverişinin amacı, başka bir şey değildi.
Dışişleri Bakanlığı’nın yüksek düzeydeki temsilcileri de, hafta içinde bir grup gazeteciye verdikleri brifingde parçalanma senaryosuna karşı düşünülen politikaları açıklamışlar. Bunlar arasında uluslararası toplumun parçalanmadan doğabilecek devletleri tanımasını önlemek, komşu ülkelerin ayrılıkçı devletleri sahiplenmesini engellemek, Irak’ta ılımlı unsurları bir uzlaşma platformunda toplamaya çalışmak gibi tedbirler var.
Bunların hepsinin çok yerinde olduğu kuşkusuz. Ancak uygulamada taktik bakımdan tereddüt uyandıran noktalar da yok değil. Örneğin, daha hükümetini kuramamış olan, sadece Sünnilerin, Kürtlerin, laiklerin değil, Şiilerin de önemli bir kısmının muhalefet ettiği Başbakan Caferi’nin Ankara’ya gelmesinde bu kadar acele edilmesi yine bir zamanlama hatası değil miydi?
Caferi’nin başlıca destekleyicisi ve radikal tutumuyla tanınan Mukteda El-Sadr’ın da Ankara’ya geleceği haberi şimdilik doğrulanmıyor. İsabet; çünkü Sadr’ın ziyareti taraf tuttuğumuz izlenimini büsbütün kuvvetlendirirdi. Irak’ın birliğinin sembolü olan Cumhurbaşkanı Talabani’nin hálá davet edilmemesi ise yine bir çelişki. Bir politikanın káğıt üstünde iyi planlanması yetmez, uygulanmasının da tutarlı olması gerekir.
***
Diğer taraftan Irak parçalanırsa ne yapacağımız belli değil. Evet, kurulacak devletlerin tanınmasını önlemeye çalışacağız. Zaten tanıma konusunda herhalde kimse fazla acele etmeyecek. Fakat kendilerini devlet ilan eden birimlerle her türlü ilişkiyi kesmek ne bizim, ne de diğer komşu ülkeler için mümkün.
Varsayalım ki Kerkük de Kürtlerin elinde kaldı. Kerkük-Yumurtalık hattının kullanımını engelleyecek miyiz? Kürt bölgesiyle ticaretimiz ve oradaki yatırımlar ne olacak? Gerçekleri görmek lazım. Bir parçalanma halinde askeri müdahale opsiyonu bu sefer Türkiye için bir felaket senaryosunun gerçekleşmesi olacağından yapabileceklerimiz kısıtlıdır.
Sınırlarımızın güvenliğini ihlal eden gelişmelerin önlenmesi dışında yapabileceğimiz fazla bir şey olmayacak. Bazılarının ileri sürdüğü gibi ABD kuvvetleri çekilince BM şemsiyesi altında bir müdahale fikri de hayalden ibaret. Iraklı Kürtlerle karşılıklı çıkarlara dayanan dengeli bir ilişki zemini geliştirmekten başka çare pek görünmüyor.
Irak Kürtlerinin fiilen veya hukuken devlet olarak tanınmasının Türkiye’nin iç sorunlarını etkileyebileceği doğrudur. Fakat bu etkileri bertaraf etmenin çarelerini çok daha geniş boyutlu bir politik vizyonda aramalı ve bulmalıyız.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2006
GEÇEN hafta sonunda Monako’da yapılan "Akdeniz Politik İncelemeleri Enstitüsü"nün toplantısında İran, Suriye/Lübnan, Irak ve İsrail-Filistin sorunları ele alındı. Monako Grubu diye bilinen ve her yıl bir araya gelen bu foruma, sürekli üyelerin yanı sıra özel misafirler de davet edilir. Bu sefer dışarıdan gelen yıldız katılımcılar arasında eski Rusya Başbakanı Yevgeni Primakov ve Başkan Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Dr. Zbigniew Brzezinski vardı.
* * *
Monako Grubu’ndaki tartışmaların en dikkat çekici noktalarını bu makalenin boyutları içinde yansıtmaya çalışacağım. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan bir uzmanın da katılımıyla ilk görüşülen konu İran’ın nükleer programı idi. Verilen izaha göre nükleer silah imal etmek için uranyumun yüzde 90 oranında zenginleştirilmesi gerekiyor.
Yüzde 1 oranından yüzde 5’e geçmek çok zor. Ondan sonrası daha kolay. Halen İran’ın vardığı oran yüzde 1.2. Silah imalatının gerektirdiği seviyeye varması için aşağı yukarı on yıla ihtiyaç var. En iyi çözüm, kuşkusuz nükleer santrallar için gerekli zenginleştirmenin başka bir ülkede gerçekleştirilmesidir.
İran bu konuda Rusya ile işbirliğine yanaşıyor; fakat anlaşılan zenginleştirme sürecinin hem Rusya’da, hem de İran’da aynı zamanda yürütülmesini istiyor. İran nükleer programına devam ederse askeri bir müdahale şimdilik olası gözükmüyor.
Kaldı ki bir müdahale yapılırsa, İran Hormuz Boğazı’nı mayınlayarak ve Körfez ülkelerinde istikrarsızlığı tahrik ederek petrol fiyatlarında bir patlamayı tetikleyebilir. İran’a saldırı, aynen Irak’ta olduğu gibi çözdüğünden çok sorun yaratır.
* * *
Irak’taki son şiddet olayları bu ülkenin iç savaşa sürüklenmekte olduğu endişesini büsbütün artırmış bulunuyor. Bazılarına göre, iç savaş ve bölünme artık kaçınılmaz ise ABD kuvvetlerinin orada daha fazla kalması bunu önleyemez. Hatta ABD’nin Irak’tan çekilmeyi geciktirmesi, şiddete başvurma ve bölünme eğilimlerini kuvvetlendirebilir.
Suriye ve Lübnan arasındaki ilişkilerin en hassas noktası, Suriye’nin, günün birinde, Mısır ve Ürdün gibi Lübnan’ın da İsrail ile ayrı bir barış anlaşması imzalamasından duyduğu korkudur. Öldürülen eski başbakan Hariri, Lübnan’ın böyle bir yola girmeyeceği konusunda Beşar Esad’a teminat vermiş; fakat onu ikna edememişti.
İsrail-Filistin ilişkilerine gelince, genel kanaat HAMAS’ın evrim geçirmesi için sabırlı olmak gerektiğidir. Likud’un ayrı bir Filistin devleti perspektifini kabul etmesi için yıllarca beklendiği bu bağlamda sık sık belirtildi.
Toplantıya katılan Filistinliler ayrıca Filistin’deki siyasi gücü sadece HAMAS’ın temsil etmediğini, halk tarafından seçilmiş olan Başkan Mahmud Abbas’ın yönetim devamlılığını temsil ettiğini, İsrail’in Filistinlerle şimdiye kadar akdettiği anlaşmaların Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından imzalandığını, dolayısıyla muhatabın FKÖ olmaya devam ettiğini belirttiler.
* * *
ABD’nin şimdiye kadar İsrail-Filistin ihtilafında yapıcı bir rol oynamamasının nedenleri üzerinde de duruldu. Bir görüşe göre bunun başlıca nedeni ABD’nin politikasının uzun süreden beri Yahudi lobisinin mutlak etkisi altında olmasıdır. ABD’deki lobi faaliyetlerinin yüzde 40’ını etnik lobiler yürütüyor. En büyük pay Yahudi lobisinin, ondan sonra Rum ve Ermeni lobileri geliyor.
Monako Grubu toplantılarındaki değerlendirmelerden çıkan başlıca sonuç, Ortadoğu’da meselelerin karmaşık nitelikleri, birbirleriyle etkileşimleri, köktendinciliğin yükselişi ve ABD’nin politikasının çelişkileri ışığında bu bölgede istikrarsızlığın daha uzun süre devam edeceğidir.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2006
"ZAMAN Akarken", emekli büyükelçi Yıldırım Keskin’in yeni kitabının adı. İnsan kitabı eline aldığı zaman Keskin’in akıcı üslubuna kendini kaptırıp bir türlü bırakamıyor ve başka bir işle meşgul olması gerekirse ona tekrar dönmek için sabırsızlanıyor. Keskin’in eseri klasik diplomat anılarından çok farklı; çünkü kendisinin çok yönlü bir kişiliği var. Bir edebiyat tutkunu ve bir yazar. Yazdığı tiyatro oyunları yalnızca Türkiye’de değil, aynı zamanda yurtdışında sahnelenmiş. Keskin, piyeslerinin sahneye konmasıyla ilgili maceralarını çok canlı, duygulandırıcı şekilde ve büyük bir mizah yeteneğiyle anlatıyor.
Muhsin Ertuğrul ve Cüneyt Gökçer ile ilişkileri ve konuşmaları, Türk tiyatrosunun gelişmesine en büyük katkıyı sağlayan bu iki büyük sanatçı ve yönetmenin yaşamlarına, mücadelelerine ve mizaçlarına ışık tutuyor. Çeşitli dış görevlerinde sanatçı kişiliği ona birçok kapılar açmış ve o ülkelerde çok geniş bir muhit sağlamış.
* * *
Keskin 1978 yılında Ecevit’in başbakanlığı sırasında Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürlüğü’ne getiriliyor. Fakat bu tayinin perde arkası çok ilginç. Meslek hayatında daha önce Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile ilgili işlerde çalıştığı için Adalet Partisi sempatizanı olarak algılanmış, AET’ye olumsuz bakan Ecevit hükümeti ona karşı kuşku besliyor.
Tayinine zar zor karar veriliyor. Ne var ki Aziz Nesin, Keskin’in bu göreve getirilmesinden duyduğu memnunluğu ifade edince işler değişiyor. Bu konuda Keskin şunu yazıyor: "Sağcı olup solun, solcu olup sağın iyi yönlerini, siyasal saplantılar adına yadsımak, benim özgür tutmaya çalıştığım düşünsel yapıma aykırıydı. Daha çok bir liberal demokrattım; ama bunun özellikle Türkiye’de anlaşılacağına güvenim yoktu. Biz aşırı uçları seviyor ya da tüm olarak teslimiyeti yeğliyorduk."
Bu çok güzel analiz ne yazık ki bugün hálá geçerli. Her şeyi siyah veya beyaz olarak görmek eğilimi çok kuvvetli. Gri renkten pek hoşlanmıyoruz. Nüans kavramına bir hayli yabancıyız. Zaten kelimenin Türkçesi bile yok.
* * *
Keskin, Sofya’da büyükelçi iken Aziz Nesin oraya sık sık gelirmiş. Kitaplarından bazıları Bulgarca’ya da çevrilmiş. Bulgarlar, sosyalist yazara büyük itibar gösteriyorlar, buna karşılık Aziz Nesin, Sofya’ya her gelişinde soydaşlarımıza yapılan kötü muameleyi dile getiriyor ve Bulgar yetkililerini ağır bir şekilde eleştiriyor.
Keskin’in Elia Kazan’ın Türkiye’ye 1978’de yaptığı ziyarete ilişkin anıları da ibret verici. Elia Kazan, Yılmaz Güney’le İstanbul’da cezaevinde görüşüyor, arkasından izlenimlerini Keskin’e naklediyor. Yılmaz’a uygulanan rejimin çok gevşek olduğunu, isterse kaçabileceğini; fakat bunu yapmadığını söyledikten sonra ekliyor:
"Yılmaz Güney’in yakın arkadaşlarıyla konuştum. Hüküm giydiği cinayeti gerçekten işleyip işlemediğini öğrenmeye çalıştım. Ne yazık ki doğru." Kazan, Amerika’ya dönüşünde Güney ile ilgili bir yazı yazacağını ve cinayet işlediğini vurgulayacağını vaat ediyor; fakat sözünü tutmuyor.
Keskin’in tepkisi şöyle: "Yılmaz Güney konusunda Batı’da oluşmuş kanıya haksız, önyargılı ve duygusal da olsa ters düşemezdi. Tüm yaşamına egemen olan karşıtlıklar içinde yaşamayı sürdürüyordu."
* * *
Kitabın bir bölümü var ki, aslında hazin olmasına rağmen, okurken kahkahalarla gülmekten kendimi alamadım.
Keskin 1970’li yılların başında Avrupa Toplulukları bürosunda çalışırken Başbakanlık Özel Kalem Müdürü telefon ederek Türkiye’nin elinde ancak beş günlük buğday kaldığını bildiriyor.
Hikáyenin geri kalan kısmını artık kitaptan okuyun. Yerim kalmadı.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2006
HENRY Kissinger, 16 Şubat’ta International Herald Tribune Gazetesi’nde yayımlanan makalesinde Şaron için diyor ki: "...Uzun yıllar Şaron’un stratejik hedefi, yerleşim birimleri politikasıyla Batı Şeria’da bir Filistin yönetimi kurulmasını önlemekti. Yaşı ilerledikçe Batı Şeria’yı elde tutmanın İsrail’in tarihi amacına ters düşeceği sonucuna vardı; çünkü Yahudi nüfusu zamanla bu topraklarda bir azınlık haline gelecekti." Kissinger bu noktadan hareketle HAMAS’ın Şaron gibi bir köklü dönüşüm geçirmesi gerektiğini vurguluyor. İyi de Şaron yeni vizyonunun gerçekleşmesi için Filistinlilerle müzakere ve uzlaşmadan çok Batı Şeria’da duvar inşası ve boşalttığı Gazze’yi tecrit etmek gibi tek taraflı önlemlere güveniyordu.
Ehud Olmert’in vizyonu da farklı değil. Kudüs’ün ve Ürdün vadisinin yanı sıra Batı Şeria’da üç büyük yerleşim biriminin de İsrail sınırları içinde kalmasını istiyor.
* * *
HAMAS’ın köklü bir dönüşüm geçirip geçirmeyeceğini ancak zaman gösterecek. İsrail ve onu desteleyen ABD, bu süreci imkánsız hale getirecek, Filistin halkının yaşam koşullarını daha da güçleştirecek, onu umutsuzluğa sevk edecek ve HAMAS’a uzlaşmaz politikasını devam ettirmekten başka alternatif bırakmayacak tepkisel bir politikaya kendilerini kaptırmamalıdırlar.
HAMAS’ın popülaritesinin temelini teşkil eden söylemlerinden birdenbire vazgeçmesine imkán yoktur. Fakat yönetim sorumluluğunu omuzlarında hissettikçe, politik gerçekleri kavradıkça, liderlerinin daha olgun ve daha dengeli bir siyasete yönelmeleri imkánsız değildir. HAMAS ile El Fetih arasında hükümetin kurulmasıyla ilgili temasların mevcudiyeti biraz umut vericidir.
İsrail, kendi varlılığının tanınmasında, HAMAS’ın şiddetten vazgeçmesinde ve FKÖ’nün şimdiye kadar üstlendiği yükümlülüklerin HAMAS tarafından da benimsenmesinde ısrar etmekte kuşkusuz haklıdır.
HAMAS’a gelince, her ne kadar kuruluş bildirgesinde İsrail’in haritadan silinmesi hedefi yer alıyorsa da, öldürülen lider Abdülaziz Rantisi 1967 sınırları içinde bir İsrail’in varlığının kabul edilebileceğini ima etmekten geri kalmamıştı. Böyle bir tutumun makul ve hakkaniyete uygun olmadığı iddia edilemez.
* * *
2004 yılında Suudi Arabistan, Beyrut’taki Arap Ligi zirvesinde 1967 sınırlarına dönmesi karşılığında İsrail’in varlığını tanımaya hazır olduğunu beyan edince Batılılarca alkışlanmıştı.
HAMAS sınırlar konusunda aynı yaklaşım içine girer, şiddet politikasını reddeder, 2000 yılında eski ABD Başkanı Clinton’un yaptığı ve Arafat’ın reddettiği öneriler çerçevesinde müzakerelere girmeye hazır olduğunu açıklarsa, İsrail bunu kabul eder ve tek taraflı olarak aldığı önlemlerden vazgeçer mi?
Şimdilik söz konusu değil. Dolayısıyla HAMAS’ın uzlaşıcı bir pozisyona getirilmesine çalışılırken baskının sadece onun üzerinde uygulanması yeterli olmayacaktır.
İçinde bulunduğumuz kritik devirde BM, AB, ABD ve Rusya’dan oluşan kuartetin görüş ayrılığına düşmemesinin önemi büyüktür. Bu açıdan Rusya da sorumlulukla hareket etmelidir. Fırsattan istifadeyle bölgede kendi ağırlığını artırmak politikasını güderek kuartetin dayanışmasını sarsmamalıdır.
* * *
Türkiye’ye gelince, Meşal’in talihsiz ziyaretiyle AKP hükümetinin bir hata yaptığı yadsınamaz. Bundan sonra daha dikkatli ve dengeli bir politik çizgiye yönelinmelidir.
Bir yandan Filistinlileri cezalandırma politikasını frenlenmesi ve uluslararası kuruluşlar kanalıyla yapılan insancıl yardımların artırılması için çaba harcamalı, diğer yandan hakkaniyete uygun bir müzakere zemini bulunmasına imkán ölçüsünde katkıda bulunmalıdır.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2006
HAMAS'ın sürgündeki liderlerinden Halid Meşal’in Ankara ziyaretinin perde arkası hakkında bir hayli spekülasyon var. Bunların ayrıntılarına girmeden, ortaya çıkan gerçekler üzerinde durmak daha yararlı olur. Bu gerçeklerden birincisi, Meşal’in Ankara’ya gelişinin bir oldu bitti sonucu olmadığıdır. Anlaşılıyor ki HAMAS’ın Suriye branşı ile bazı ön temaslara girişilmiş, mesele Bakanlar Kurulu'nda da ele alınmıştı. İkincisi, AKP’nin profesyonel görüşlere itibar etmeyerek büyük bir diplomasi başarısı kazanacağı hayaline biraz safça kapıldığıdır. Üçüncüsü, maksat arabuluculuk ise bu hassas misyonunun en basit kuralının tamamen ihmal edildiğidir. Fakat yanlışlıklar bu kadarla kalmıyor.
Muhatap seçimi olabileceği kadar hatalı. Meşal, HAMAS’ın en radikal liderlerden biri. Parlamentoya seçilenler arasında da değil. Zamanlamaya gelince, daha kötüsü zor bulunurdu. Henüz Filistin’in yeni meclisi toplanmamıştı. Hükümetin kurulmasının kolay olmayacağı biliniyordu.
***
AKP kendi tecrübesi ışığında bir partinin ideolojik görüşlerini aşmasının ve aşırı uçları kontrol altına almasının uzun bir süreç gerektirdiğini en iyi bilecek mevkideydi. Ankara’da bir görüşme sonunda HAMAS’ın tutumunu mucize kabilinden birdenbire değiştireceği, İsrail’i tanıyacağı, şiddetten vazgeçeceği ve FKÖ’nün şimdiye kadar üstlendiği yükümlülükleri kabul edeceği nasıl umulabilirdi?
Peki, bu hatalar silsilesi, yüksek düzeydeki bir danışmanın hükümet üzerindeki etkisiyle izah edilebilir mi? Bence hayır. Sorumluluk tamamen siyasi iktidarındır; çünkü kararı veren odur. Her neyse, şimdi artık ok yaydan çıkmış ve Türkiye küçümsenemeyecek ölçüde zarar görmüştür. En önemlisi İsrail’in tepkisi değildir. İsrail, Türkiye ile kapsamlı ve iki tarafın da yararına işbirliğinin sürdürülmesini tehlikeye atmak istemeyecektir. Bugünkü gerginlik zamanla kaybolur.
ABD’deki Musevi lobisinin tepkisi daha uzun süreli olabilir. Asıl kayıp, Türkiye’nin artık Filistinliler ile İsrail arasında bırakın arabuluculuk yapmasına, barış sürecine anlamlı katkıda bulunmasına bile kapının tamamen kapanmış olmasıdır. Zarar bununla da kalmıyor. İster istemez AKP ile HAMAS arasında ne de olsa bir hısımlık mevcut bulunduğu kanaati doğmuştur. AKP’nin imajı bakımından iyi bir gelişme değil. İnandırıcılığı zayıflar.
***
Meşal’in ziyaretinin ters tepmesini mazur göstermek için ileri sürülen savlar kimseyi kolay kolay ikna edemez. Türkiye’nin bölgedeki tarihi misyonundan bahsediliyor. Bu tarihi misyon, mutlaka her konuda, üstelik faydadan çok zarar veren bir aktivizmi icap ettirmez.
"HAMAS heyeti Türkiye’ye gelmeseydi İran’a gidecekti, bu engellendi" şeklindeki izahın mantığını da anlamak zor. Zaten engellenen bir şey yok. Heyetin Şam’a döner dönmez Tahran’a hareket edeceği biliniyordu. Ankara’dan doğrudan değil; fakat Şam’a döndükten sonra Tahran'a gitmesi arasındaki fark bu kadar önemli mi?
Kaldı ki heyetin İran’a gitmesini bir tehlike gibi göstermek, dengeli ilişkiler içinde bulunduğumuz İran’ın herhalde pek hoşuna gitmemiştir. Kısacası hükümet için "özrü kabahatinden büyük" demek çok abartılı olmayacaktır.
***
Diplomasinin iki altın kuralı vardır. Birincisi, en iyinin, iyinin düşmanı olduğunu daima hatırda tutmaktır. Bu kuralı unuttuğumuz için geçmişte vahim kayıplara uğradık.
İkincisi ise işgüzarlıktan uzak durmaktır. Bu kuralın da değeri belki artık daha iyi anlaşılır. AKP, ani ve duygusal tepkilerden ve güçlükleri kabil olduğu kadar ertelemek dürtüsünden de kaçınmalıdır.
AKP şimdiye kadar dış politikada genellikle basiretli bir çizgide kaldı. Bundan sonra raydan çıkmamaya çok dikkat etmelidir.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2006
TÜRKİYE’de son yıllarda gittikçe daha fazla ve daha etkin şekilde sesini duyuran milliyetçilik dalgasının gerçek siyasi güç olarak ne ifade ettiği konusunda değişik fikirler var. Bazılarına göre bu dalga artık en yüksek noktasına erişmiştir, bundan sonra zayıflayacaktır, bugün seçim olsa milliyetçilik cereyanını temsil eden partilerin geçen seçimlere nazaran çok daha fazla oy almaları beklenemez. Bu görüş büyük olasılıkla doğrudur. Fakat aşırı sağdan ve aşırı soldan beslenen, hatta dini bağnazlıkla da bazı alanlarda örtüşen radikal ve çatışmacı milliyetçiliğin gücünü sırf seçim potansiyeli açısından ölçmek hatalı sonuçlara götürür.
***
Milliyetçilik cereyanı, bugün, toplumun bir ölçüde eğitim sisteminden de kaynaklanan kalıp fikirlere yatkınlığından yararlanarak, negatif bir model yaratmıştır. Sadece ABD’ye değil, fakat aynı zamanda bütün Batı’ya karşı kuşku ve husumet duyan, AB üyeliğini reddeden, içine kapanık, ekonomide devletçi ve otarşik, yabancı düşmanlığını ve hatta antisemitizmi benimseyen, dış politikasına rasyonel milli çıkar algılamalarına göre değil, fakat vehimlerin etkisi altında yön veren bir Türkiye modeli. Bu modelin uygulanması ihtimali olmasa bile, hükümet politikalarını engellemekten bugün bile geri kalmadığını gözlemliyoruz.
***
Türkiye’de en fazla okunan kitaplar, en fazla izlenen televizyon dizileri ve seyirci rekoru kıran filmler kamuoyunu mu etkiliyorlar, yoksa zaten mevcut bir ruh halini mi yansıtıyorlar? Galiba her ikisi de var. Alın "Kurtlar Vadisi Irak" filmini. Siyasi mesajından soyutlanırsa başarılı bir Rambo filmi. Fakat heyecanla alkışlanan politik temasında Türk ve Müslüman olmayanlara karşı nefret, bol bol da kendine tapınma var. Milliyetçi hareketin ideologlarının geniş ölçüde dezenformasyona başvurduklarını da biliyoruz. Örneğin rahatlıkla Türkiye topraklarının %10’unun yabancılara satıldığını iddia edebiliyorlar ve arkasından bu toprakların gerekirse kanla geri alınması çağrısını yapıyorlar. Gelin görün ki şimdiye kadar yabancılara satılan gayrimenkullerin kapsadığı alan Türkiye’nin yüzölçümünün ancak %0,035’i. Aynı ideologlar AB üyeliğine karşı cephe alırken AB’nin Türkiye’ye Sevr Antlaşması'nı dayatmak amacını güttüğünü ileri sürebiliyorlar. Bu iddia Atatürk’e büyük haksızlıktır, onun Sevr’i ebeddiyen gömdüğünü kabul etmemektir. Türkiye’nin gücünü küçümsemektir.
Tabii bazı ancak gülümseme ile karşılanabilecek korku senaryoları da üretiliyor, Pontus’un yeniden kurulması gibi. Bu iş nasıl başarılacak, izah eden yok. 20 yılda 8.000 Türk’ün Protestan olmasını bir milli güvenlik tehdidi şeklinde görmek de marazi bir saplantıdan başka ne olabilir.
***
Milliyetçilik, vatanseverlik ile özdeşleştirildiği için kutsallaştırılabiliyor. Oysa ikisi arasında fark var. Vatanseverlik çatışmacı değildir. Ülkesine bağlılıktır, onu yüceltmek ve onu savunmak amacına yöneliktir. Milliyetçilik ise kolaylıkla ifrada, şovenizme ve saldırganlığa dönüşen bir cereyandır. Irkçı milliyetçilik sayısız savaşlara ve katliamlara neden olmuştur. Eski Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand boşuna "milliyetçilik savaştır" dememişti. Albert Einstein’ın söylediği de yanlış değil: "Milliyetçilik bir çocuk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır." Atatürk bize dünyaya açık olgun bir vatanseverlik aşılamak istedi. Hırçın ve inzivacı bir milliyetçilik değil. Bunu unutmayalım.
Yazının Devamını Oku