11 Nisan 2006
YARGI, bir kurum ve bir sistem olarak son zamanlarda hayli tartışılıyor. Yargının bağımsızlığı da bu tartışmaların sık sık odak noktasında. Fakat ileri sürülen fikirler ve savlar arasında çok fark var. Bir görüşe göre Türkiye’de yargı bağımsızlığı yok; çünkü siyasal iktidar, yargı üzerinde politik baskı yapabiliyor; Adalet Bakanlığı, yargıç ve savcıları yönlendirebiliyor.
Bir başka görüşe göre ise Türkiye’de yargı diğer Batı ülkeleriyle kıyaslanabilir bir bağımsızlığa sahip. Özellikle akademik bir otorite olan Profesör Ergun Özbudun, bu kanaatte. Özbudun, Yüksek Yargı organları üyelerini seçme yönteminin Batılı ülkelerdeki yöntemlerden farklı olmadığını da vurguluyor.
* * *
Dikkati çeken bir nokta daha var. Yargıçlar ve savcılar son derece politik beyanlarda bulunmaktan hiç sakınmıyorlar. Örneğin, son olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok hukuki değil, siyasi bir değerlendirme temelinde DTP’ye uzun süre yaşama şansı verilemeyeceğini söylüyor.
Evet, DTP, terör örgütü PKK ile bağlarını koparmakta ayak sürtüyor; fakat bugünkü koşullar altında kapatılmasının Türkiye’ye faydadan ziyade zarar getireceğinde şüphe var mı? Bir başsavcının veya yargı organı başkanının peşinen siyasi bir görüş belirtmesi, hukukun uygulanması aşamasında tarafsızlığını koruyabileceği konusunda şüphe uyandırmaz mı?
Danıştay da TÜPRAŞ’ın özelleştirmesini askıya alırken tamamen hukukiden çok kendine göre ekonomik savlar ileri sürdü; ama kararının ekonomiye vereceği zararı göz önünde tutmadı.O rtada çok büyük bir kavram kargaşası olduğu aşikár.
* * *
Yargıtay Başsavcısı ayrıca Adalet Bakanlığı’ndan bağımsız bir "Ülke Cumhuriyet Başsavcılığı" kurulmasını önermiş ve böyle bir kurumun AB ülkelerinin pek çoğunda bulunduğunu belirtmiş. Ülke çapında bağımsız bir başsavcılık kurumunun nerede mevcut olduğunu bilemiyorum.
Örneğin, Fransa’da cumhuriyet savcıları ve daha yüksek mahkemelerde görev gören "Genel Savcı", hiyerarşik bir düzen içinde Adalet Bakanı’na bağlı. Yargıçların aksine savcıların görev teminatı yok, bir yerden alınıp başka bir yere nakledilebiliyorlar.
Kanada’da Adalet Bakanı, aynı zamanda başsavcı. ABD’de Adalet Bakanı’nın sıfatı "Attorney General", yani "Başsavcı". Nuri Ok, "Ülke Cumhuriyet Başsavcılığı" kurulmuş olsaydı, Şemdinli davasında olduğu gibi siyasi tesir altında iddianameler hazırlanamayacağının da altını çizmiş.
Bu görüş pek geçerli gözükmüyor. Siyasi baskı olmaksızın, şahsi politik veya ideolojik algılamalarının veya tercihlerinin etkisi altında dava açan, mesnetsiz ve abartılı iddianameler düzenleyen başka savcılar hiç görülmedi mi?
* * *
Yargının sorunları çok. İmkánları kısıtlı, kadroları zayıf.
Ancak bunun yanında tutarlı bir içtihat geliştirilemediği, mahkemelerin aynı nitelikte davalarda birbiriyle çelişkili kararlar verdikleri, Anayasa’da yapılan bir değişiklikle insan haklarına ilişkin uluslararası antlaşmaların üstünlüğü kabul edildiği halde buna uygulamada çok az riayet edildiği, savcıların olur olmaz suç duyuruları üzerine harekete geçtikleri, iddianamelerin Şemdinli davasında görüldüğü gibi delillere dayanmayan suçlamalar içerdiği yadsınamaz.
Mesele sırf kurumsal bağımsızlığa da indirgenemez. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, "Yargı reformu sadece bir iki düzenlemeden ibaret değildir. Yargı bağımsızlığı bir mantalite, bir zihniyet değişimi meselesidir" diyor.
Haklı. Mesele gerçekten burada düğümleniyor.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2006
KARADENİZ’in yeni jeopolitiğinin ortaya çıkardığı sorunlar son zamanlarda bir hayli tartışılıyor. Konuya ilgi duyanlar "Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi"nin (ASAM) yayımladığı Stratejik Analiz Dergisi’nin Nisan 2006 sayısında bu konuda kapsamlı irdelemeler bulacaklardır. Ben bugün çok özet şekilde meselenin temel öğelerini tahlil etmeye çalışacağım. İlk önce Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) üzerinde durmak gerekir. Bu örgüt 1990’lı yıllarda Türkiye’nin girişimi ve Rusya’nın aktif desteği ile kuruldu. Ne var ki büyük bir varlık gösteremedi. Siyasi belirsizlikler ve bölge ülkelerinin politikaları arasındaki farklar öne çıkarken, Romanya ve Bulgaristan’ın artık AB üyeliğinin eşiğinde olmaları da dengeleri etkiledi.
AB, Karadeniz’de aktif bir politikaya yönelmeye başladı. ASAM’ın makalelerinde görüleceği gibi, bazıları, AB’nin Karadeniz’deki olası rolü ile Türkiye’nin çıkarları arasında bir çelişki görüyorlar. AB yaklaşımını bir NATO-AB ortak stratejik girişimi olarak değerlendiriyorlar. Ukrayna ve Gürcistan’daki demokrasi hareketlerini de stratejik mücadelenin bir parçası sayıyorlar.
İyi de bu evrimde Ukrayna’da ve Gürcistan’da halkın demokrasi arayışı ve Rus nüfuzuna karşı tepkisinin hiç rolü olmadı mı? Kaldı ki, AB ile ilişkilerin geliştirilmesi yoluyla KEİ’nin ivme kazanabileceği görüşü örgüt içinde büyük desteğe sahip. Bu yönde inisiyatif KEİ’nin kendisinden geldi.
***
ABD ise ancak çok ısrarcı girişimleri sonucunda 2005 Ekim’inde KEİ’ye gözlemci üye olarak kabul edildi. ABD, Karadeniz’i çok önemli bir enerji nakil merkezi ve aynı zamanda Kafkasya ve Orta Asya’da ağırlığını hissettirmek için ihtiyaç duyduğu bir intikal bölgesi olarak görüyor. Romanya ve Bulgaristan’da inşa edilen üsler bu amaca yönelik.
ABD’nin amacı Karadeniz’deki güvenlik işbirliğine fiilen katılmak ve bu işbirliğini NATO şemsiyesi altına sokmaktır. Halen Karadeniz’de güvenlik işbirliği ile görevli bir kuruluş var: Kıyıdaş ülkelerin kurdukları "Blackseafor".
İşlevi arama ve kurtarma operasyonlarını, insancıl yardımı ve çevre korunmasını kapsamaktadır. Bu konuda bir problem yok. ABD’nin asıl istediği 11 Eylül 2001’den sonra NATO güdümünde Akdeniz’de vücuda getirilen ve Türkiye’nin de katıldığı "Active Endeavor" (Etkin Çaba) operasyonlarını Karadeniz’e taşımaktır.
Etkin Çaba’nın görevi, deniz ulaşım yollarını izleme altında tutmak ve gerekirse şüpheli gemilere karşı eyleme geçmek. Halen Karadeniz’de bu işlevi Türkiye tek başına "Black Sea Harmony" adı altında yerine getiriyor, Rusya da buna katılma kararı aldı. ABD’nin de aynı operasyonlara katılması çeşitli sorunlar doğurur.
Bunlardan bir tanesi Montrö Sözleşmesi’dir. Sözleşme, kıyıdaş olmayan devletlerin Boğazlar’dan geçirebileceği savaş gemilerinin tonajını kısıtladığı gibi Karadeniz’de kalış sürelerini de sınırlandırıyor. Bir ara ABD’nin Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesini isteyeceği haberleri yayıldı; fakat bunların arkası gelmedi.
İkinci sorun, Rusya gibi Türkiye’nin de "ABD artık hiç değilse Karadeniz’e karışmasın" diye tarif edilebilecek tutumundan kaynaklanıyor. Ancak unutmamak gerekir, ABD donanmasının Karadeniz’deki rolü önlense bile deniz üzerindeki hava operasyonlarını önleme imkánı yok. ABD uçakları, Romanya ve Bulgaristan’daki üslerinden kalkarak Kafkaslar’a ve oradan İran’a ve Orta Asya’ya ulaşabilirler.
***
Türkiye’nin Karadeniz’deki öncü rolünü korumak istemesinden daha tabii bir şey olamaz. Bununla beraber ABD ile yeni bir sürtüşme nedeni yaratmakta da menfaati yok.
Zannedersem iki tarafta da orta yol arayışı var.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2006
GEÇEN hafta salı günü başlayan, özellikle de Diyarbakır ile Batman’da çatışmalara ve ölümlere yol açan olaylar üç gün sonra yatışırken, hemen arkasından Kızıltepe’de, Silopi’de, Silvan’da ve Yüksekova’da da göstericiler ile polisler arasında çatışmalar oldu. Olaylar İstanbul’a da taşındı. Bunların tekrarlanıp tekrarlanmayacağını kestirmek çok zor. Diyarbakır Valisi Efkan Ala’nın, Can Dündar’la Radikal Gazetesi’nde pazar günü yayımlanan söyleşisinde belirttiği gibi ortalık durulunca acele edip "iş çözüldü" sanmayalım. Ortalık karışınca "Her şey bitti" demeyelim.
Sorun çok çetrefil ve uzun vadeli. Sihirli bir çözümü yok. Başka ülkelerde, örneğin İrlanda’da ve İspanya’nın Bask bölgesinde yaşanan sorunlardan çok daha geniş boyutlu. Sınır ötesi gelişmelerle sürekli etkileşimi var. Bir çözüm bulmak, her şeyden önce teşhiste hata yapmamaya bağlı.
* * *
Teşhis de kolay değil. Bugün Türkiye’de hálá "Kürt meselesi" demek bile eleştiriliyor. Şiddetin artmasına, Kürt kimliğini tanıyan ifadelerin neden olduğu ileri sürülüyor. Bir doktorun, hastalığın ismini söylemesine kızmaya benzeyen bir tutum. "Kürt meselesi" bugünün sorunu da değil. Değişik şekillerde Türkiye’de asırlardan beri mevcut bir olgu.
Bir başka görüşe göre ise son karışıklıkların nedeni AB. Onun bize dayattığı reformlar teröre karşı mücadeleyi imkánsız hale getirdi. Hatta PKK’nın başından beri arkasında Batı ve ABD var. Amaçları Türkiye’den bir parça ayırarak bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması.
Kuşkusuz PKK ve genellikle Kürtler dışarıdan destek gördüler, görmeye de bir ölçüde devam ediyorlar; fakat terörün başlamasında ve yayılmasında asıl ivmenin Türkiye’nin 1970’li yıllarında içine düştüğü kaostan ve ideolojik bölünmeden, her türlü radikalizmden kaynaklandığı nasıl inkár edilebilir?
Öcalan’ı 1999’da Türkiye’ye teslim ettiği için ABD’yi kınayanlar da az değil. İyi de PKK liderinin tesliminde ısrar eden biz değil miydik? Yakalanması ile terör olayları uzun süre durmadı mı? Sonradan çeşitli nedenlerle hortlayan terör şimdi onu yine efsaneleştirmeye çalışıyor.
* * *
AB’ye gelince, AB’nin bizden istediği reformlar, demokrasinin ve kurumlarının güçlendirilmesine yönelik. Bugün AB ülkelerinin hemen hepsi terör tehlikesiyle karşı karşıya. Terörle mücadelenin gerektirdiği makul ve dengeli tedbirlere itiraz edemezler.
AB üyelik sürecinin Kürt sorununu mutlaka çözümleyeceğini kimsenin iddia edemeyeceğini ileri sürenler haklıdır. Fakat çözüm için en büyük şans yine bu süreçtedir. Süreçten kopmanın, ortamı şiddete daha da müsait hale getireceği kesindir.
Diyarbakır olaylarında güvenlik güçlerinin temkinli davranması ve provokasyonlar karşısında soğukkanlılığını kaybetmemesi çok daha vahim gelişmeleri önledi. Fakat bunu da tenkit edenlere, devlet aciz kaldı diyenlere rastlanıyor. Başbakan ise medyanın PKK terörüne propaganda imkánı vermemesini istiyor.
Medya zannediyorum ki bu defa genellikle isabetli bir yaklaşım sergiledi. PKK’dan kopmayan Kürt kökenli aydınları ve politikacıları ağır biçimde eleştirdi. Ancak medyanın haber vermek işlevini yerine getirmemesi beklenemez. Zaten, küreselleşen dünyada haberler bütün dünya medyasına anında aksediyor ve kamuoyunu etkiliyor. Bunun çaresi yok.
* * *
Türkiye daha uzun yıllar, belki de gittikçe ağırlaşan koşullar altında Kürt sorunuyla uğraşacaktır.
Sorunun, ekonomik, sosyal, siyasi ve psikolojik unsurlarını ve güvenlik yönünü çok iyi tahlil etmek, kapsamlı, somut, gerçekçi ve uygulanabilir bir politika geliştirmek mecburiyetindedir.
Bunu şimdiye kadar yapamamıştır. Daha fazla gecikmenin bedeli çok ağır olur.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın da bir konuşma yapmak üzere katıldığı Hartum’daki Arap Ligi toplantısının çok başarılı geçmediği anlaşılıyor. "Araplar ortak bir dilin böldüğü bir millettir" deyimi galiba yanlış değil. Ortadoğu bölgesinde her zamandan daha fazla krizlerle karşı karşıya bulundukları halde Arap ülkeleri arasında bir görüş beraberliği ve dayanışma eğilimi görülmüyor. 22 devlet başkanından ancak yarısı Hartum zirvesine katıldı. Gelmeyenler arasında en büyük Arap devleti Mısır’ın Cumhurbaşkanı Mübarek ile en zengin devlet Suudİ Arabistan’ın Kralı Abdullah vardı. Üstelik Suudi Arabistan sıra kendisinde olduğu halde gelecek yılki toplantının Riyad’da yapılmamasını talep etti. Bazı devlet başkanlarının, Darfur bölgesine BM kuvvetleri gönderilmesine karşı koyan Sudan hükümetine destek anlamına gelmemesi için, ABD’nin isteği üzerine toplantıya gelmedikleri yolunda haberler var.
***
Arap Liginin İsrail-Filistin ihtilafındaki tutumunun temel öğesi 2002 yılında Suudi Arabistan’ın inisiyatifi üzerine kabul edilen karardır. Bu karara göre İsrail işgal ettiği topraklardan çekildiği takdirde Arap ülkeleri onunla kapsamlı bir barışa hazır bulunuyorlar. Hartum zirvesi sonunda yayımlanan deklarasyon bu yükümlülüğü teyit ediyor. Ne var ki 2002’den beri köprülerin altından çok sular aktı ve İsrail 1967 sınırlarının bir hayli ötesinde Filistin toprağına el koyan tek taraflı fiili bir çözüme yöneldi. Deklarasyon barış sürecine son vermek anlamına gelen İsrail’in oldu bittilerini reddediyor, fakat her zamanki gibi bir eylem iradesi belirtmiyor. HAMAS konusunda deklarasyon Filistinlilerin liderlerini seçmek hakkının tanınması gerektiğini vurguluyor. Oysa HAMAS’ın zaferinin birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği kuşkusuz. HAMAS temsilcileri Türkiye’yi, Rusya’yı, İran’ı ziyaret ettiler, fakat ikamet ettikleri Suriye dışında hiçbir Arap ülkesine gidemediler. Suriye ve Lübnan konusunda da çelişkiler eksik değil. Hartum deklarasyonunda bir yandan ABD baskılarına karşı Şam ile dayanışma ifade ediliyor, diğer yandan eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin katillerinin bulunmasında ısrar ediliyor.
***
İran’ın nükleer silahlara sahip olması bütün Arap ülkelerinde endişe uyandırıyorsa da İran’ı eleştirmeye yanaşmıyorlar, bunun yerine İsrail’in Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı imzalaması ve Ortadoğu’nun nükleer siláhlardan arınmış bir bölge haline gelmesi çağrısında bulunuyorlar. Nihayet, deklarasyonda, beklenebileceği gibi, Hazreti Muhammed’e karşı hakaretler reddediliyor ve bütün ülkelerin bu gibi olayları yasaklayacak kanunlar kabul etmeleri isteniyor.
***
Türkiye’ye gelince, bugünkü hükümetin Arap ülkeleri ile ilişkileri ve işbirliğini geliştirmek amacına yönelik çabaları hiç şüphesiz çok isabetli. Bu alandaki başarılar da yadsınamaz. Fakat bazen sanki kolektif bir Arap kimliği varmış gibi hareket ettiğimiz izlenimi doğuyor. Örneğin Arap Ligi’nde sürekli gözlemci statüsünde niye ısrar ettiğimizi anlamak zor. Bütün Arap Ligi toplantılarına katılmamız bir gün bizim tasvip etmediğimiz ve politikamıza uygun düşmeyen kararlar veya bildirilerle özdeşleştirilmemiz sonucunu doğurabilir. Diğer taraftan, eğer çok yanılmıyorsam, zaman zaman "kral’dan fazla kral taraftarı olmak" eğilimine kapılıyoruz. Başbakan’ın Hartum’daki konuşmasında ve bazı açıklamalarında bu eğilimin izlerini görmek mümkün. Örneğin Başbakan silahlanma yarışının bir triyon dolarlık pazar payına ulaştığını vurgulayarak ABD’ye ve AB’ye çatıyor. İyi de bu silahların büyük kısmını Arap ülkeleri satın alıyorlar. Biz de alıyoruz. Ortada bir çelişki yok mu?
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2006
İSRAİL’de bugün seçim var. Sondajlara göre, Şaron’un kurduğu ve onun komaya girmesinden beri Başbakan Vekili Ehud Olmert’in başkanlığını yaptığı Kadima Partisi, 120 üyelik parlamentoda 35-40 sandalye elde edebilecek. Bu nedenle her zamanki gibi koalisyona gidilecek. Kadima, Batı Şeria’dan tek taraflı bir çekilmeyle Filistinlileri kendi kaderlerine terk etmek politikasının öncülüğünü yapıyor. Koalisyon için Şaron’un eski partisi Likud ile işbirliği beklenmiyor; çünkü bu konuda aralarında görüş farkı var.
Likud daha sert politika taraftarı. Batı Şeria’dan çekilmeyi kabul etmiyor. Kadima’nın ortakları muhtemelen İşçi Partisi ve hem Kadima’dan hem de Likud’dan daha radikal görüşlere sahip "İsrail Yurdumuzdur" partisi olacak.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Rusya’dan gelen göçmenleri temsil eden bu parti, Filistinlilerle bir miktar toprak takası yapılarak İsrail vatandaşı Filistinlilerden de kurtulmayı yeğliyor. Ortada "yol haritası"na uygun, müzakere yoluyla dengeli bir çözümü destekleyen ılımlı hiçbir parti yok.
* * *
Birçok gözlemciye göre bu seferki seçimler daha çok Olmert’in tek taraflı çekilme planı üzerinde bir referandum niteliğinde olacak. Ne var ki bu plan, Filistinliler için tam bir kábus senaryosu. İsrail’in altı ay önce Gazze’den çekilmesinin bu bölge halkı için bir facia teşkil ettiği ortada.
Gazze neredeyse tam bir muhasara altında. Ürünlerini ihraç edemiyor. Gıda maddeleri ithalatı sık sık engelleniyor. Gazze ile Batı Şeria arasında irtibat yok. Gazze ile Mısır arasındaki ulaşım da çok kısıtlı. Şimdi Olmert’in planı, Batı Şeria’yı da bir nevi Gazze haline getirmeyi amaçlıyor.
Plana göre, 1967 sınırlarına bitişik ve Batı Şeria’nın yüzde 8’ini oluşturan İsrail yerleşim bölgeleri, inşası devam eden güvenlik duvarının içine alınarak İsrail ile birleştirilecek. Bu bölgelerde 193 bin yerleşimci yaşıyor (Kudüs bölgesindekilerle beraber toplam yerleşimci sayısı 450 bin).
Filistin’in diğer bölgelerinde dağınık bir şekilde bulunan ve 60 bin İsraillinin barındığı yerleşim birimleri ise boşaltılacak. İsrail tarafında kalacak Maale Adumin, yeni ek yerleşim birimleri inşa edilerek Kudüs ile birleştirilecek ve bu suretle Batı Şeria da fiilen ikiye bölünmüş olacak. Başka bir deyimle, Gazze ile beraber birbirinden kopuk 3 Filistin bölgesi ortaya çıkacak.
İş bu kadarla da kalmıyor. Filistin ile Ürdün arasındaki sınırı İsrail kontrole devam edecek. Hatta sınırdan Batı’ya doğru oldukça geniş ve Eriha’yı içine alacak bir şeridin dahi İsrail sınırları içinde kalması söz konusu. Peki, İsrail kuvvetleri, izole edilecek Batı Şeria topraklarından Gazze’deki gibi tamamen çekilecek mi? O da pek belli değil.
* * *
2010 yılına kadar gerçekleşmesi öngörülen planı Olmert, ABD ve diğer bazı ülkelerle görüşeceğini açıkladı. Fakat ABD’nin Ortadoğu politikası, bugün geniş ölçüde Musevi lobisinin etkisi altındaki yeni muhafazakárların kontrolünde. ABD, olsa olsa, planda yeni yerleşim birimleri inşa edilmemesi gibi bazı ayarlamalar üzerinde bir miktar ısrar edebilir.
Peki Türkiye’nin politikası nedir? Biz başka konularda olduğu gibi yine galiba aceleci davrandık. HAMAS’ın yetkililerini apar topar Ankara’da kabul ettik. Gazze’de ürünlerini İsrail üzerinden satacak bir sanayi bölgesi kurmak gibi bugünkü koşullarda gerçekleşmesi hayal projeler ürettik. Bugün yapabileceğimiz fazla bir şey yok.
İsrail üzerinde baskı kuramayız. İsrail ile bizim de çıkarlarımıza uygun önemli ilişkilerimiz var. ABD’deki Musevi lobisini daha da gücendirmek ise hiç işimize gelmez. Dolayısıyla eleştirilerimizde bile ölçülü olmak mecburiyetindeyiz.
Zaten Arap ülkeleri de nasıl olsa eylemden çok söylemlerle yetinecekler. Kraldan fazla kral taraftarı olmak doğru olmaz.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2006
ÖNÜMÜZDEKİ aylarda Irak’taki durumun ne yönde gelişeceğini öngörmek imkánsız. En iyimser tahminle belli başlı etnik ve mezhepsel grupları bir araya getirecek bir hükümet kurulabilse dahi, Anayasa değişiklikleri ve Kerkük’ün statüsü konularında oydaşma sağlamak kolay olmayacaktır.
Yeni hükümetin, şiddetin durdurulmasında ne ölçüde başarı sağlayabileceğini de bugünden kestirmek mümkün değil. ABD kuvvetlerinin şimdiki aşamada geri çekilmesinin tam bir kaosa ve parçalanmaya neden olacağı görüşü ağır basıyor.
Fakat bu kuvvetlerin mevcudiyeti de şiddeti besleyen bir unsur. Kaldı ki bir hükümet kurulsa, şiddet kontrol edilebilir boyutlara indirilse, kısmi bir istikrar sağlansa, ABD kuvvetleri çekilse bile, Irak birliğini ve bütünlüğünü korumakta sürekli zorlanacaktır.
* * *
Bu durumda Türkiye’nin bütün olasılıkları göz önünde tutan esnek ve tutarlı bir politika gütmesi gerekir. Böyle bir politikanın temel parametrelerini saptamak için ise her şeyden önce 2003 yılından beri yaptığımız hataların ve içine düştüğümüz çelişkilerin hatırlanması kuşkusuz yararlı olacaktır.
Geriye baktığımız zaman, 2003’teki ABD müdahalesini önlemek amacıyla iyi niyetli diplomatik girişimlerde bulunduğumuzu; fakat savaş kaçınılmaz hale gelince bir hayli bocaladığımızı görürüz. Kısaca, o tarihteki gelişmeleri hatırlayalım:
6 Şubat 2003’te TBMM, askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenileştirilmesi maksadıyla ABD teknik ve askeri personelinin 3 aylık bir süre için Türkiye’ye gelmesini kabul ediyor. Amerikalılar gelip çalışmalara başlıyorlar. Bu çalışmaları takiben Amerikan kuvvetlerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a geçmesine izin verilmesi bekleniyor.
Fakat 1 Mart’ta 62 bin askeri personelin ve bir miktar hava kuvvetinin 6 ay süreyle Türkiye’de konuşlanmasını ve muharip birliklerin en kısa sürede Türkiye dışına intikalini öngören Başbakanlık tezkeresi Meclis’te dramatik sahneler içinde reddediliyor. Tezkerenin kabulünün Kuzey Irak’ın statüsünün ve sınırlarının saptanmasında Türkiye’ye ağırlıklı bir rol kazandıracağını ve bölgede yuvalanmış bulunan PKK teröristlerinin tasfiyesine imkán vereceğini o tarihte düşünenler çoktu.
Bu beklenti gerçekleşebilir miydi? Bu soruya bugün kesin bir cevap vermek olanaksız. Ancak 1 Mart Tezkeresi’nin kabulünün Türkiye’yi savaşa sürüklemiş olacağı iddiasının tutar tarafı yok. Türk ordusunun operasyonlara katılması söz konusu değildi. ABD kuvvetleri güneyde Kuveyt üzerinden Irak’a saldırdı. Kuveyt bu yüzden savaşa mı girdi? Hayır. Üstelik Arap ülkelerinin çoğu onu eleştirmedi bile.
* * *
7 Ekim 2003’te TBMM, güvenlik ve istikrara katkı yapmak amacıyla Irak’a kuvvet gönderilmesini büyük bir çoğunlukla kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması 1 Mart Tezkeresi’nin uygulanmasından çok daha riskli olacaktı. Irak’ta artık Baasçıların direnişi ve El Kaide ilhamlı terör başlamıştı.
Kürtler askeri bakımdan daha da kuvvetlenmişlerdi. Çeşitli tahrikler askerlerimizin güvenliğini tehlikeye atacaktı. Bu kuvvetler Amerikan komutası altında olacaktı. Çuval olayı ise daha birkaç ay önce cereyan etmişti.
1 Mart’ta olumsuz oy verdikten sonra 7 Ekim’de olumlu oy vermekten daha büyük çelişki olamazdı. Bereket versin Araplar ve Kürtler karşı çıktıklarından bu karar tatbik edilemedi.
Yanlışlıklarımız bunlardan ibaret değil. Türkmen politikamızın başarılı olmadığını da kabul etmeliyiz. Dolayısıyla Irak yeniden belirsiz bir döneme girerken eski tecrübelerimizden yararlanarak serinkanlı ve gerçekçi bir değerlendirme yapmalıyız.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2006
TÜRKİYE ve KKTC açısından bakınca Kıbrıs’ta hem olumlu ve hem de uzun süreli olarak kaygı verici gelişmeler var. Olumlu gelişmeler arasında KKTC’de, bugün sorunlara daha gerçekçi yaklaşan, dünyaya kendisini kapatmayan, uluslararası toplum tarafından muhatap kabul edilen bir hükümetin mevcudiyetini saymak gerekir. Bu hükümetin politikasının özellikle ekonomik alandaki getirileri çok önemli oldu. Fert başına GSMH’nin 10,000 dolara varması bunun en güzel kanıtı. İnşaat sektöründeki patlama yavaşlamış olsa da büyük projeler yine gündemde. İsrail sermayesi ile Karpaz ve güneyinde beş yıldızlı oteller ve bir yat limanı inşası projeleri gerçekleşirse Kuzey Kıbrıs turizmi büyük bir ivme kazanacak. Ekonomik büyüme aynı zamanda Kıbrıs Türklerinin özgüvenini de yükseltti.
* * *
Siyasi açıdan kuşkusuz belirsizlikler devam ediyor. Bir çözüm umudu henüz ufukta yok, fakat bazı kıpırdanmalar gözlemleniyor. İki toplumu da ilgilendiren bir seri sorunun teknik düzeyde ele alınması konusunda görüş birliğine varılmış. Bu görüşmelerin karşılıklı güveni artırarak müzakere sürecinin yeniden başlamasına yol açacağı umuluyor. Ne var ki geçen hafta Kıbrıs Türklerinin ve Rumlarının da katılımı ile İstanbul’da yapılan Türk-Yunan Forumu toplantısında da ortaya çıktığı gibi, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonunun tekrar harekete geçirilmesi kolay olamayacak. Kıbrıslı Rum katılımcılar Papadopulos’un iddia edildiği gibi uzlaşmaz olmadığını, bir çözümün zaruretine inandığını ısrarla ileri sürdüler. Fakat Rum liderinde, Annan Planı’nın genel dengesini saklı tutacak bir kompromiye yanaşabileceğini düşündürebilecek bir tutum değişikliği henüz gözükmüyor.
* * *
KKTC bakımından bugün başlıca iki büyük sorun var. Birincisi izolasyonun kalkmasıdır. Kıbrıslı Türkler Kuzey limanlarından serbestçe ticaret yapabilmeyi, hava limanlarının uluslararası ulaşıma açılmasını, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye ile Güney Kıbrıs arasında gerçekleşen Gümrük Birliği’ne entegre edilmesini istiyorlar. Hava limanları meselesi direkt ticaretten de daha önemli, çünkü sürdürülebilir ekonomik büyümenin motoru ihracat değil, turizm olacak. Rumlar da Güney Kıbrıs turizminin kuzeye kaymasından endişe ettikleri için hava limanlarının uluslararası ulaşıma açılmasına katiyyen yanaşmıyorlar. Direkt ticarete gelince, bunu da Maraş’ın BM yönetimi altında Rumların iskánına açılmasına, Magosa limanının ise AB yönetimi altında iki tarafça da kullanılmasına bağlıyorlar.
* * *
KKTC bakımından ikinci sorun mülk meselesidir. Yarın Tazmin Komisyonu’nun üyeleri açıklanacak ve Komisyon çalışmalarına başlayacak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Komisyon’un belirlediği kıstaslara uygun olduğunu saptarsa, mülk iadesi ve tazmin davalarının dosyaları Komisyon’a havale edilecek. Rumlar böyle bir olasılığa inanmak istemiyorlar ve Türkiye’yi ve KKTC’yi Avrupa Konseyi’nde sıkıştıracak, Bakanlar Komitesi’ni harekete geçirecek çeşitli çareler araştırıyorlar.
* * *
Türkiye bakımından bu aşamada en büyük sorun ise Gümrük Birliği Protokolü’nün TBMM tarafından onaylanması ve uygulanmasıdır. Aslında Gümrük Birliği fiilen yürürlüğe girdi ve iki taraf arasındaki mal ticaretine uygulanıyor. Ancak AB Türkiye’nin protokol çerçevesinde limanlarını Rum gemilerine açmasını istiyor. Türkiye ise Kuzey Kıbrıs deniz ve hava limanları üzerindeki kısıtlamalar kalkmadıkça buna yanaşmıyor ve protokolü bu yüzden onaylamıyor. Bu durumun AB ile müzakere sürecini ne ölçüde etkileyeceği sonbaharda anlaşılacak.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2006
ENERJİ sorununun, dünyanın politik ve ekonomik denkleminin her zamandan daha önemli bir öğesi haline geldiğini gözlemliyoruz. Başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişme yolundaki ülkelerin gittikçe artan oranda petrol ve gaz ihtiyaçlarının mevcut kaynaklarla karşılanması kaçınılmaz olarak büyük bir rekabete yol açacaktır. Şimdiden çeşitli siyasi inisiyatiflerin perde arkasında enerji kaygısı yatmaktadır. ABD’nin, nükleer silahlara sahip bulunan ve Nükleer Siláhların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olmayan Hindistan ile nükleer alanda işbirliğine yanaşmasının Asya dengeleri ile ilgili çeşitli politik nedenleri kuşkusuz vardır. Fakat, bunların yanı sıra Hindistan’ın elektrik ihtiyacının bir kısmını nükleer santrallardan sağlamasının petrol ve gaz ihtiyacını azaltacağı düşüncesinin de bu işbirliği kararının alınmasında ağırlıklı bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.
* * *
Türkiye de enerji kaynakları bakımından zengin bir ülke değil. Halen Türkiye gazının tamamını, petrolünün yüzde 90’dan fazlasını ithal ediyor. Türkiye’nin enerji politikası bu nedenle son zamanlarda bir hayli tartışılıyor. Geçen hafta Harp Akademileri’nde Türkiye’nin güvenlik politikası hakkında düzenlenen çok başarılı bir konferansta, güvenliği ilgilendiren çeşitli sorunlar arasında ASAM Genel Koordinatörü Necdet Pamir’in sunumu temelinde enerji konusu da kapsamlı bir şekilde ele alındı. Dikkati çeken Türkiye’nin bugünkü enerji politikasının çeşitli yönlerden eleştirilmesidir. Bu eleştiriler başlıca iki noktada toplanıyor.
* * *
Birincisi Türkiye’nin kendi kaynaklarını ihmal ederek özellikle ithal gaza yönelmesi. İkincisi ise gaz temini bakımından tehlikeli ölçüde Rusya’ya bağımlı hale gelmesidir. Mavi Akım projesi de bu kapsamda tenkit ediliyor.
Türkiye’nin kendi kaynaklarının yeterliliği konusunda fikir birliği var sayılamaz. Evet 8,2 milyon tonluk linyit rezervine sahibiz. Fakat bu kömür hem çevre dostu değil, hem de kalorisi çok düşük. Üstelik üretim maliyeti çok yüksek. Dışarıdan kömür ithal etmek daha ucuza geliyor. Türkiye su kaynakları bakımından da çok zengin ülke sayılmaz, fert başına düşen yıllık su miktarı birçok ülkeye oranla daha az. Kaldı ki bütün su ve kömür kaynaklarımızı kullanabilsek bile üreteceğimiz elektrik miktarı yılda yüzde 8-9 oranında artan tüketimi uzun vadede karşılayacak seviyede olmayacak. Güneş, rüzgár ve jeotermal gibi yenilenebilir kaynaklardan elde edilebilecek enerji hiçbir ülkede toplam ihtiyaca yüzde 5 veya yüzde 10’dan daha yüksek oranda katkıda bulunamıyor.
* * *
Bu gerçekler ışığında enerji açığını kapatmak için nükleer santrallar inşa etmek kararına itiraz edilmesindeki mantığı anlamak zor.
Buna karşılık Türkiye’nin Rusya gazına yüzde 65 oranında bağlı olması şüphesiz kaygı vericidir. Mavi Akım yerine Türkmen gazının Türkiye’ye bağlanması çok daha isabetli olurdu. Ne var ki bu amaçla düşünülen proje Hazar Denizi statüsündeki belirsizlik, Azerbaycan’ın çekinceleri, Türkmen gazının Rusya’ya uzun vadeli anlaşmalarla bağlı olması gibi nedenlerle bugüne değin gerçekleştirilememiştir.Son zamanlarda bu projenin canlandırlması tekrar gündeme gelmiş bulunuyor. Diğer taraftan, Türkiye’nin İran ile anlaşmaları, Azerbaycan gazını Türkiye’ye getirecek olan boru hattının inşa halinde olması ve gaz depoları kapasitelerinin artırılması projeleri Türkiye’nin Rusya’ya bağımlılığını zaten geniş ölçüde azaltacaktır. Geçmişte yanlışlıklar yapıldı ise de bir yandan gaz kaynaklarının çeşitlendirilmesi, diğer yandan uzun yılların ihmalinden sonra nükleer santral inşasına karar verilmesi artık doğru yolda olduğumuzu kanıtlamaktadır.
Yazının Devamını Oku