9 Mayıs 2006
ABD ve Rusya’dan sonra en büyük Ermeni azınlığı Fransa’da bulunuyor ve bu azınlık, uzun yıllardan beri politikada ağırlığını etkin bir şekilde hissettiriyor. 2001 yılında Fransa "Ermeni soykırımı"nı tanıyan kanunu kabul etmişti.
Ermeni lobisinin çabalarıyla, hem muhalefetteki sosyalist parti hem de iktidardaki "Halk Hareketi İçin Birlik Partisi" (UMP), bu defa, Millet Meclisi’ne, Ermeni soykırımını reddedenleri cezalandıracak yasa önerileri sundular. Sosyalistlerin önerisi, soykırım olmadığını yazan ve ifade edenler için 5 yıllık hapis ve 45 bin Euro para cezası öngörüyor.
18 Mayıs’ta Millet Meclisi bu yönde bir öneriyi kabul ederse yasa tasarısının Senato tarafından da kabulü ve arkasından Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulması gerekecek.
* * *
Yeni girişimlerin Fransa’yı inanılmaz hukuki ve siyasi çelişkilere sürüklediği çok açık. Millet Meclisi’ne sunulan öneriler, Yahudi soykırımı ile Ermeni soykırımı iddialarını bir tutuyor. Oysa Yahudi soykırımında Nazi Almanyası liderlerinin sorumlulukları bir uluslararası mahkemenin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Nüremberg Mahkemesi’nin kararıyla tescil edilmişti.
Ermeni iddiaları konusunda böyle bir hukuki karar mevcut değil. Diğer taraftan, daha alt ay önce, sosyalistler, Fransız kolonyalizminin Kuzey Afrika’daki olumlu rolünü vurgulayan kanunun iptalini talep edince "parlamentonun tarih ve hafıza alanındaki faaliyetleri" uzun uzun tartışılmıştı.
Cumhurbaşkanı Chirac, o zaman, "Tarih yazmak kanunun işi değildir. Tarih yazmak, tarihçilerin işidir" dediğini nasıl unutabilir. Yine geçen aralık ayında bir grup Fransız tarihçisi bir bildirgeyle tarih hakkında değer yargıları içeren bütün kanunların ve bu arada "Ermeni soykırımı"nı tanıyan 29 Ocak 2001 tarihli yasanın iptalini istemişlerdi.
Aynı tarihçiler şimdi yeni yasa tasarısına da karşı çıkıyorlar. Kaldı ki, bu tasarı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) düşünce ve vicdan özgürlüğü hükümlerini ihlal eder niteliktedir. Tasarı kanunlaşırsa ve ceza gören bir birey Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurursa, mahkemenin yasanın AİHS’yi ihlal ettiğine karar vereceği hemen hemen kesindir.
* * *
Türkiye kuşkusuz Ermeni iddialarını reddedenleri cezalandıran bir kanuna karşı tepkisiz kalamaz. Ancak tepkinin zamanlamasını iyi ayarlamak lazımdır. Tepki, yasa tasarısı parlamentodan geçer geçmez mi, yoksa cumhurbaşkanı tarafından imzalanarak yürürlüğe girdikten sonra mı gösterilecek? Bu konuda artık hükümet diplomatik ortamı değerlendirerek karar verecektir.
Türkiye’yi bu alanda zorlayacak bir unsur, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin boyutudur. Ticaret hacmi 10 milyar dolar seviyesinde. Fransız firmalarının yatırım yaptıkları sektörlerden en önemlileri arasında otomotiv, perakende ve gıda sanayii var. Carrefoursa, perakende sektöründe ilk sırada yer alıyor. Türkiye Ekonomi Bankası’nın çoğunluk hisseleri BNP’nin elinde.
Fransız sermayeli firmalar 35 bin kişi istihdam ediyorlar. Ayrıca önemli savunma ihaleleri gündemde. Türkiye, "Euro-fighter" savaş uçağı projesinde ortak. Nükleer santral inşa edilecekse Fransız firmalarının bu alanda çok deneyimli olduğu göz ardı edilemez. Türkiye daha önce de Fransa ve başka ülkelere karşı mukabil önlemler almış; fakat bunlar bir müddet sonra kaldırılmıştı.
* * *
Türkiye’ye de zarar vermeyecek en etkin tepkilerin hangileri olacağı çok iyi saptanmalıdır. Genellikle hemen başvurduğumuz bir önlem büyükelçinin geçici olarak geri çekilmesidir; fakat bunun etkisi gazetelerde manşet teşkil etmenin ötesinde marjinaldir.
Büyükelçiye asıl kriz zamanında ihtiyaç duyulduğu unutulmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2006
ARTIK iyice anlaşılıyor, zaten çok yoğun olan politik gündemimizde, 2007’nin Nisan ayına kadar yeni Cumhurbaşkanı seçimi, diğer bütün sorunların geri plana itilmesine neden olacak. AKP büyük bir olasılıkla, çok sıkışmadığı takdirde, genel seçimleri daha önce yapmak yoluna gitmeyecek. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde, tırmanan laiklik tartışması çerçevesinde türban konusunun politik, kurumsal, toplumsal ve kültürel gerginliği ve bölünmeyi tehlikeli ölçüde artırmasını önlemek bir hayli zorlaşacak. Ufuktaki krizin işaretlerini şimdiden görüyoruz.
***
Son günlerde laiklik tartışmasının tırmanışında ilk adım Meclis Başkanı’ndan geldi. Arkasından 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, geçmişteki söylemlerini ve icraatını herkesin kendisi gibi unuttuğunu varsayarak, üniversite tahsili yapmak isteyen türbanlılara "Arabistan’da falan öyle yerler vardır, oraya gidin, orada okuyun" diye seslendi.
Başbakan Tayyip Erdoğan, gittikçe sertleşen üslubu ile onu derhal yanıtladı. Her neyse, kanımca asıl üzerinde durulması gereken konuşma, Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in 12 Nisan’da Harp Akademileri’ndeki konferansıdır. Sezer bu konuşmasıyla laikliğin yalnızca "din ve vicdan özgürlüğü olarak" tanımlamasına karşı çıkıyor.
Sezer’e göre bu tanımlamayla "tesettür amacıyla kullanılan türban, bireysel özgürlük kapsamına alınarak kamusal alanda da bu uygulamanın kaçınılmaz olduğu vurgulanmak istenmektedir". Sezer daha da ileri giderek şunu ekliyor:
"Bu yaklaşım toplumu, ’Madem ki laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür, laik düzende herkesin kendi istenciyle seçeceği hukuk düzeninde yaşamak hakkı vardır’ sonucuna kadar götürecektir."
Sezer ayrıca devletin başı sıfatıyla Cumhurbaşkanı’na Anayasa’nın uygulanmasını gözetmek görevinin verildiğinin altını çiziyor. Anayasa gibi Anayasa Mahkemesi kararlarının da üstün hukuk normları olduğunu belirtiyor. Özet olarak, Sezer’in kavramsal tutumunun AKP’nin laiklik anlayışıyla ve dolayısıyla eşi türbanlı bir Cumhurbaşkanı’nın seçilmesiyle hiç bağdaşmadığı açıktır.
Onun gibi düşünenlerin sayısının az olmadığı da unutulmamalıdır. Sağduyu galebe çalmalı, Türkiye bir siyasi travmaya sürüklenmemelidir.
***
Peki nasıl bir Cumhurbaşkanı? Kuşkusuz Cumhurbaşkanı’nın laiklik ve cumhuriyetin değerleri konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir hassasiyet ve irade sahibi olması şarttır. Ancak Cumhurbaşkanı’nın rolünün bundan ibaret olduğu da söylenemez.
Cumhurbaşkanı, aynı zamanda önemli konularda kurumsal oydaşmayı sağlamaya çalışmalı, dış politikanın genel istikametinin saptanmasına ve dış ilişkilerin yürütülmesine katkıda bulunmalı, politik kilitlenmelerde arabuluculuk yapabilmeli, kamuoyuna gerektiğinde doğrudan seslenebilmeli, hükümet, parlamento üyeleri ve kurumlarla resmi toplantılar dışında sürekli diyalog içinde olmalıdır.
Sivil toplumu ihmal etmemelidir. Çankaya’da izole kalmamalı, kanunlar ve kararnameler hakkında duyduğu tereddütleri veya çekincelerini veto hakkını kullanmadan önce hükümete iletebilmelidir. Bir nokta daha. Yetmiş yaşını aşmış kimse Cumhurbaşkanlığı’na heves etmemelidir.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2006
BİR yandan Irak’ta süregelen belirsizlik ve istikrarsızlık, diğer yandan özellikle Hindistan ve Çin’deki ekonomik büyümenin etkisiyle artan talep petrol ve gaz fiyatlarını tırmandırırken, enerji artık güç politikasının gittikçe daha önemli bir öğesini oluşturuyor. Politik amaçlarla enerji politikasını kullananlar arasında Venezüella’nın popülist Başkanı Hugo Chavez de var. Fakat kapsamlı politik sonuçlar doğurabilecek boyutta global enerji denklemini altüst edebilecek başlıca devlet kuşkusuz Rusya’dır. Moskova’nın yılın başında Avrupa’nın ikmalini de bir süre aksatacak şekilde Ukrayna’ya gaz sevkıyatını durdurmasının yansımaları devam ediyor.
AB’nin amacı hem Rusya’dan gaz ikmalini sağlam garantilere bağlamak ve hem de uluslararası gaz piyasasını serbest rekabete açmak. Rusya hareket serbestisini kaybetmek istemediğinden buna yanaşmıyor; fakat aynı zamanda Avrupa’da gaz dağıtım ve boru hattı şirketlerine talip.
AB ise Rusya’ya kendisini daha bağımlı hale getirecek projelere yeşil ışık yakmak niyetinde değil. Rusya buna karşılık gazını Çin’e taşıyacak yani bir boru hattı inşa etmek gibi tasavvurlardan söz ediyor. Çelişkilerle dolu bir bilek güreşi.
***
ABD de Rusya’nın enerji politikasından ve Orta Asya ve Kafkasya’daki nüfuzundan kaygı duymaktan geri kalmıyor. Financial Times Gazetesi’ne göre, Amerika, Rusya’nın Avrupa’nın gaz ikmalindeki hákim durumunu zayıflatmak için Rus topraklarından geçmeyecek enerji koridorları açmak peşinde.
Azerbaycan Başkanı İlham Aliyev’in geçen hafta Washington’daki temasları ve ABD Başkan Yardımcısı Cheney’nin bu hafta Kazakistan lideriyle yapacağı görüşmeler AB ile bu iki ülke arasında daha yakın enerji ilişkileri tesisini hedefliyor. Bu politikayı haklı göstermek için, ABD temsilcileri, Rusya’nın Orta Asya’dan ucuz gaz alarak başka ülkelere çok pahalıya sattığını ve örneğin Türkmenistan’dan bin metreküpünü 55 dolara aldığı gazı Türkiye’ye 265 dolara devrettiğini vurguluyorlar.
Ne var ki ABD’nin politikasında da çelişkiler yok değil. Rus gaz monopolü Gazprom’dan o da LNG satın almaya başladı. Ayrıca, çok ileri gittiği takdirde, Rusya’nın, kendisi gibi gaz zengini İran ile bir enerji ittifakı kurabileceğinden endişe ediyor.
***
Rus gazına yüzde 100 bağımlı iki ülke mevcut. Finlandiya ve Slovakya. Onların hemen arkasından yüzde 70 ile Macaristan ve yüzde 65 ile Türkiye geliyor. Türkiye ayrıca anlaşılan Rus gazına en fahiş fiyatı ödeyen ülke. Fakat şimdiki aşamada yapacak bir şey yok.
Hiç değilse Rusya, Türkiye’ye gaz sevkıyatını hiçbir zaman fazla aksatmadı. Türkiye ile Rusya arasında önemli menfaat çatışması da yok. Aksine Ortadoğu’da politikaları genellikle örtüşüyor. Tıpkı Türkiye gibi Rusya da Suriye’ye karşı bir açılım politikası izlemekte.
Suriye’nin Sovyetler Birliği’ne olan borçlarının büyük kısmını sildiği gibi ona modern bir hava savunma sistemi satmakta sakınca görmedi. Rus şirketleri, Suriye’deki gaz ve petrol yataklarını geliştiriyorlar. HAMAS temsilcilerini tıpkı Ankara gibi, Moskova da kabul etti.
Her iki ülke de bu politikaların İsrail ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilememesine dikkat ediyorlar. İran’a karşı siyasetleri de birbirine yakın. Karadeniz’in güvenliği alanında işbirliği içindeler. Diğer taraftan Rusya, PKK’ya aktif destek vermiyor, Türkiye de Çeçenistan konusunda Moskova’ya güçlük çıkarmaktan kaçınıyor.
***
Kısa vadede enerji işbirliğini tehlikeye düşürebilecek bir gelişme beklenemez. Ancak Türkiye’nin uzun vadede Rusya’ya bağımlılığını azaltacak bir enerji stratejisi geliştirmesi gerekir.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2006
BİR fırsattan yararlanarak çıktığım bir gezinin ilk ayağında üç gün Patmos’ta kaldım. Turizm mevsimi olmadığından yabancı gazete satılmıyordu. İnternete giremediğim ve uluslararası televizyon kanallarını izlemek fırsatını bulamadığım için Türkiye’den hiç haber alamadım. Tabii yazın Patmos böyle tenha olmuyor, turistlerin çok rağbet ettikleri bir ada. Türkiye’den gelenlerin sayısı da az değil. 1999’dan beri sahillerimize yakın Yunan adaları çok revaçta. Bunun çeşitli nedenleri var. Her şeyden önce adaların kendilerine özgü bir cazibesi olduğunu kabul etmek gerekir. Ayrıca Türkiye’nin, Akdeniz ve Ege sahilleri ve koyları her yıl gittikçe daha fazla kirlenirken, adalardaki plajlar ve koylar tertemiz.
***
Koylarda tekne ve yat izdihamı yaşanmıyor. Yollar, örneğin Bodrum’daki gibi delik deşik değil. Elektriğin voltajı düşmüyor. Gürültü meselesi tamamen çözümlenmiş. Yerel renkler ve geleneksel mimari kaybolmamış. Yemek Türkiye’den daha iyi sayılmaz; fakat çok daha ucuz. Her neyse, maksadım turizmden bahsetmek değildi.
Üç gün için bile Türkiye’den uzak ve habersiz kalınca dönüşte bu kısa sürede birbirini izlemiş olan olayların ve gelişmelerin boyutunun adeta korkutucu olduğunu belirtmek istiyordum. TMM Başkanı’nın laiklik konusunda başlattığı zamansız ve yersiz tartışmadan tutun Güneydoğu’da operasyonlar hakkındaki spekülasyonlara kadar Türkiye’nin gündemi dolup taşıyordu.
Beni en fazla şaşırtan, İran ve Irak sınırına 240 bin kişilik bir kuvvetin kaydırıldığı haberi oldu. Kara ordusunun operasyonel mevcudunun neredeyse tamamı, hatta belki de daha fazlası. ABD, 160 bin askerle Irak’ı işgal etmişti. En çok birkaç bin teröriste karşı 240 bin askere ihtiyaç olabilir miydi? Fakat yalnızca rakam abartmasına girişilmemişti, aynı zamanda bu kuvvetin gerekirse Kuzey Irak’ta operasyon yapabileceği vurgulanıyordu.
ABD kuvvetleri, Irak’ta olduğu sürece orada nasıl operasyon yapılabileceğini anlamak kolay değil. BM şartının 51’inci maddesine göre meşru müdafaa hakkını kullanabileceğimiz savı da tartışmaya açık. 51’inci maddeye göre girişilen bir harekátı derhal Güvenlik Konseyi’ne haber vermek ve onun bu konuda alacağı karara uymak mecburiyeti var.
***
Güvenlik Konseyi’nin, ABD’nin karşı çıktığı ve büyük bir olasılıkla hiçbir daimi üyenin tasvip etmeyeceği bir müdahaleyi kınaması ve harekátın derhal durdurulmasını talep etmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Arap ülkelerinin de soruna Irak’ın egemenliği açısından bakacaklarını zannederim. Kaldı ki Kuzey Irak’a bir müdahalenin beklenen sonucu vereceği kesin değildir.
Unutmamak gerekir ki Türkiye, birinci Körfez savaşından sonra, Kuzey Irak’ta uçuş yasağını uygulayan "Kuzey Keşfi" düzenlemesi çerçevesinde bu bölgeye elini kolunu sallayarak girebiliyordu. Hatta PKK’ya karşı Barzani kuvvetleri ile işbirliği halinde operasyonlar yürütülmüş; fakat PKK yok edilememişti
Condoleezza Rice’ın ziyaretine gelince; o da gereğinden fazla spekülasyonlara yol açtı. Sansasyonel sonuçlar beklendi. Oysa, anlaşıldığı kadar, ziyaret gündem maddeleri üzerinde ancak kısıtlı bir görüş alışverişi şeklinde cereyan etti. İki taraf da pozisyonlarını temkinli ve yapıcı bir yaklaşımla ileri sürmüşler. Ortak vizyon belgesi de ilk başta algılandığı kadar stratejik bir nitelikte değil.
Bazı ortak noktaların altını çizen, danışma yöntemlerini daha etkin şekilde düzenleyen bir belgeden ibaret. Dışişleri Bakanı Gül ile Rice arasındaki kimyanın iyi olması da yapıcı atmosfere katkıda bulunmuş. Dışişleri bakanları arasındaki ilişkilerin iki ülke arasındaki ilişkileri küçümsenmeyecek oranda etkileyebileceğini daha önce de görmüştük.
***
Türkiye için ufukta görülen en çetrefil sorun İran’la ilgili. Bu satırlar yazılırken Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın Başkanı El-Baradei’nin yeni raporu üzerine Güvenlik Konseyi’nin İran’a bazı yaptırımlar uygulanması kararını alıp almayacağı belli değildi. Karar alınsa da alınmasa da Türkiye’yi güç bir durum bekliyor.
Güvenlik Konseyi’nin uygulayacağı yaptırımlar Türkiye’ye ekonomik zarar verir. Konsey, Rusya ve Çin’in tutumları yüzünden ortak bir politika üzerinde mutabakata varamazsa, ABD bazı AB ülkelerinin de katılımıyla İran’a karşı özellikle mali yaptırımlar planlamaktadır.
Türkiye’nin bu gruba katılmaya davet edilmesi de büyük sıkıntı yaratır. Türkiye karar almakta çok zorlanır.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2006
SON zamanlarda, ABD ile İsrail’in politikaları arasındaki uyumun, iki ülke arasındaki çıkarların gerçekte örtüşmesinden değil; yalnızca İsrail’in çıkarlarına hizmet edecek bir politikaya ABD’yi Yahudi lobisinin ikna etmeyi başarmasından kaynaklandığı ileri sürülmeye başlandı. Beklenebileceği gibi bu iddialar şiddetli bir tepki doğurmaktan geri kalmadı. Antisemitizm suçlamaları birbirini izlerken, Amerikan medyası, büyük çoğunluğuyla, ABD-İsrail ilişkilerinin hálá tabu bir konu olmaya devam ettiğini gösteren bir sessizlik sergiledi.
***
ABD-İsrail ilişkilerinin her zaman bugünkü gibi dokunulmazlığı yoktu. Başkan Eisenhower 1956 yılında Mısır’a birlikte saldıran Fransa, İngiltere ve İsrail’e çok sert davranmış ve her üçünü de Mısır’dan kuvvetlerini çekmeye zorlamıştı. 1960’lı yıllarda İsrail, Fransa’nın yardımıyla nükleer güç haline gelirken, ABD ilk önce bundan kaygı duymuş; fakat daha sonra nükleer silah teknolojisinin geliştirilmesinde ona katkısını esirgememişti.
Müteakip yıllarda Yahudi kökenlilerin servet ve siyasi nüfuzları arttıkça İsrail ile ABD arasındaki ilişki tam bir stratejik ortaklığa dönüştü. Clinton’ın başkanlığı döneminde Dışişleri Bakanlığı’nda Ortadoğu işlerinden sorumlu bütün birimler Yahudi kökenliler tarafından yönetiliyordu.
Onlara "üç haham" lakabı takılmıştı. Bir Amerikan diplomatının o tarihlerde söylediklerini hatırlıyorum: "Sekreterlerini bile kendi dinlerinin mensupları arasından seçiyorlar. Bizlere bir türlü güvenemiyorlar!" Ne var ki Clinton, aynı devirde, Filistinliler için çok avantajlı bir çözüm modeli önermiş, Arafat ise hep yaptığı gibi bu fırsatı da kaçırmakta tereddüt etmemişti.
Bugün İsrail ve Filistin’deki gelişmeler artık görünebilir bir istikbalde çözüm umudu vermediği gibi çok uzun bir istikrarsızlık, gerginlik ve şiddet devrine her gün zemin hazırlamaktadır.
***
3 Nisan’da Financial Times Gazetesi’nde yayımlanan makalesinde, "Selánik, Hayaletler Şehri" kitabının yazarı Columbia Üniversitesi Profesörü Mark Mazower, ABD’de İsrail’e karşı en ufak bir eleştiriye dahi antisemitizm damgasını vurmak eğiliminin kuvvetlendiğini belirtiyor ve 2004 yılında kongrenin kabul ettiği "Global Antisemitizm Bilinci Yasası"na değiniyor.
Yasaya göre, "Kuvvetli İsrail aleyhtarı duygular" ve "İsrail ve Filistin’deki gelişmelere Müslüman muhalefeti" antisemitizmin kanıtı sayılabilir. İsrail’in daha geniş emellerini destekleyen ideolojik ve siyasi bir doktrin olan siyonizm tepki çekmiyor, buna karşılık antisiyonizm, antisemitizm ile aynı sepete konuluyor.
Amerika’da bir tarih profesörü, Roma tarihini anlatırken İsrail’den bahsetmeden Filistin’e atıfta bulunduğu için öğrencilerin hışmına maruz kalmış. İsrail’de durum biraz farklı. Aynı tip eleştirilere hedef olan İsrailli akademisyenler bunlardan etkilenmiyorlar. Yahudi lobisi, ABD’de İsrail’de olduğundan bile daha güçlü!
***
Yahudi lobisine karşı bütün kıpırdanışların arkasında kuşkusuz Irak savaşına karşı gittikçe büyüyen tepki var. Irak savaşının da aslında ABD’den çok İsrail’in çıkarlarını korumak fikrine dayandığı savı inandırıcı görülebiliyor.
Mazower, yazısının sonunda, haklı olarak, ABD-İsrail ortaklığının da eleştiriye açık olması gerektiğini vurguluyor ve tarihte hiçbir özel ilişkinin ebedi kalmadığını hatırlatıyor.
Yahudi lobisi ile Türkiye’nin tecrübesi çok farklı değil. Lobi Türkiye-İsrail ilişkilerini İsrail’in çıkarlarına uygun gördüğü için Türkiye’yi her alanda çok destekledi. Fakat kendi görüşleriyle bağdaşmayan söylemler ve tutumlar karşısında reaksiyonu İsrail’inkinden çok daha fazla oldu.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2006
1999 Helsinki zirvesinden beri Türkiye’nin gündeminin en başında yer alan AB üyeliği konusunun arka plana atıldığı izlenimi bir süreden beri yaygın. Hükümet içinde artık yalnızca iki bakanın, Dışişleri Bakanı Gül ile üyelik müzakerelerini yürütecek Devlet Bakanı Babacan’ın Avrupa davasına sahip çıktıkları, Başbakan’ın ve diğer bakanların, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin "türban" kararına ve Türkiye’nin üyeliğini yokuşa sürmeye yönelik girişimlere karşı duydukları tepki nedeniyle, AB’den iyice soğudukları yolunda bir hayli haber var.
Zaten Başbakan, "Bizim AB gibi bir hastalığımız yok" demekten kaçınmadı. Son yapılan bir kamuoyu yoklamasında AB üyeliğine destek oranının yüzde 61’e düştüğünü de unutmamak gerek. Artan radikal milliyetçilik akımının ve bu yıl Brüksel’den gelmesi muhtemel olumsuz değerlendirmelerin etkisiyle bu oranın daha da aşağıya inmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
***
Başbakan’ın söylemlerine rağmen son günlerde AB konusunun tamamen rafa kaldırılmadığını gösteren bazı gelişmeler yok değil. Babacan, TÜSİAD’ın düzenlediği bir toplantıda AB sürecinde fırsat kaçırılırsa bunun tekrar yakalanmasının onlarca yıl sürebileceğini belirtti.
Gül de AB’nin beklentileri doğrultusunda yeni bir siyasi reform paketini açıkladı. Avrupa kamuoyuna yönelik yeni bir iletişim stratejisinden söz ediliyor. Avrupa Parlamentosu, AB Konseyi ve AB Komisyonu’nun temsilcilerinden oluşan bir değerlendirme jürisinin, İstanbul’u 2010 yılında Avrupa Kültür Başkent’i olarak önermesi, bu yeni iletişim stratejisine ivme verecek çok önemli bir kazanımdır.
Ne var ki, yeni Terörle Mücadele Yasası’nın nasıl karşılanacağı henüz belli değil. Avrupa’daki genel eğilim ışığında daha etkin mücadeleye imkán verecek önlemlere itiraz edilemezse de, güvenlik ile özgürlükler arasındaki dengede ölçünün kaçırılması, tepki doğurur.
***
Kuşkusuz üyelik sürecinin ilerlemesi ve tıkanmaması, AB’nin de yapıcı bir tutum içinde olmasına bağlıdır. Oysa Brüksel’den gelen haberler pek içi açıcı değil. İlk müzakerenin "Eğitim ve Kültür" başlığı üzerinde başlaması öngörülüyordu.
Oysa Fransa, dönem başkanı olan Avusturya’nın desteğiyle, siyasi kıstasların yerine getirilmesinin bu başlıkta müzakerelere başlanması için önkoşul olmasını talep etmeyi şimdilik sürdürüyor. Türkiye’nin üyeliğini zorlaştırmak için ileri sürülen bir başka sav da "sindirme kapasitesi".
AB’nin Türkiye’yi massedebilecek bir kapasitesi olup olmadığının başlıca kıstas sayılmasını isteyenler mevcut. Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs dahil yeni on üyeye teşmil eden protokol, TBMM’nin onayına sunulmadı; fakat fiilen uygulanıyor.
Güney Kıbrıs ile bu çerçevede ticaret başladı. Güçlük, Türk limanlarının Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına açılmamasından kaynaklanıyor. Türkiye limanlarını açmak için KKTC’nin deniz ve hava limanları üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasında ısrarlı. Fakat AB’nin protokol anlayışı değişik.
Türkiye’den tek taraflı bir uygulama beklentisi içinde. Daha olumlu bir tutumda olacağı umulan yeni Yunan Dışişleri Bakanı Bakoyani’ye de Papadopulos bu konuda kuvvetli destek veriyor. Limanlar meselesi belki 2006 yılında AB sürecini bloke edecek çapta bir kriz yaratmaz; ancak çözümlenmedikçe kriz potansiyelini muhafaza edecektir.
***
Mevcut ve olası güçlükler Türkiye’yi 43 yıldan beri yürüttüğü davadan vazgeçirmemelidir. Türkiye’nin bu mücadelesinde sonuna kadar sebat etmesi ona bir şey kaybettirmez.
Aksine, Babacan’ın belirttiği gibi "Türkiye’nin kaybettiği bir oyunda Türkiye içinden kimsenin kazançlı çıkması mümkün değildir". Muhalefet de umarız bu anlayışla hareket eder.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2006
NÜKLEER programı yüzünden İran üzerinde uygulanan baskı hem Tahran’ın bölgede bir tehdit oluşturmasını, hem de nükleer silahlara sahip ülkelerin sayısının artmasını önlemek amacına yönelik. Halen Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na (NSYÖA) uygun olarak nükleer silahlara sahip ülkeler, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden ibaret.
NSYÖA bunların dışındaki ülkelere bu silahları yasaklıyor. Hindistan, Pakistan ve İsrail, antlaşmanın dışında kalarak nükleer güç haline geldiler. Aslında nükleer silahların daha da fazla yayılmamış olması bir başarı sayılabilir.
* * *
Londra Stratejik Etütler Enstitüsü Başkanı François Heisbourg, Le Monde Gazetesi’nde 4 Nisan’da yayımlanan makalesinde, 1962 yılında, John F.Kennedy’nin, nükleer devlet sayısının 1975’te 15 veya 20’ye çıkmasından endişe duyduğunu hatırlatıyor.
Bu kábus gerçekleşmedi. Heisbourg’a göre Kanada, İsviçre, Almanya, İtalya, İsveç, Brezilya, Güney Kore, Arjantin, Libya ve Irak değişik zamanlarda nükleer maceranın cazibesine kapıldılar; fakat yolun sonuna kadar gitmediler.
Nükleer silah geliştirmeyi başaran Güney Afrika ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle sınırları içindeki nükleer silahları devralan Ukrayna, Kazakistan ve Belarus, nükleer güç statüsünden vazgeçtiler.
İran’ın durumu değişik. İran, NSYÖA’ya taraf ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) denetimine tabi. NSYÖA’ya göre barışçı amaçlarla uranyum zenginleştirme çalışmalarında bulunmak hakkı da var. Ancak UAEA ile ilişkilerinde şeffaflığa riayet etmediği için gizlice nükleer silah üretmesi olasılığı kuvvetli görülüyor ve bu nedenle uranyum zenginleştirme sürecine son vermesinde ısrar ediliyor.
Üstelik İran, dünyaya meydan okumaktan bir türlü vazgeçmiyor. Son olarak uranyum zenginleştirme aşamasına vardığını büyük tantanayla ilan etti. Bu iddianın ne kadar gerçeği yansıttığı belli değil.
* * *
İki ay önce UAEA temsilcileri, İran’ın zenginleştirme oranının ancak yüzde 1.2’yi bulduğunu, kritik yüzde 5 seviyesine varmanın çok zor olduğunu bildiriyorlardı. Şimdi ise birdenbire yüzde 3.5 seviyesine ulaşıldığı söyleniyor.
Tahran’a yeni bir ziyarette bulunan UAEA Genel Müdürü El-Baradei, nisan sonunda BM Güvenlik Konseyi’ne yeni bir rapor sunacak. Konseyin ABD’nin isteği doğrultuda İran’a ciddi yaptırımlar uygulanmasına karar vermesi ihtimali hemen hemen hiç yok.
ABD’nin bu durumda İran’a karşı askeri bir müdahalede bulunmasının ise hem Ortadoğu’daki istikrarsızlığı büsbütün artıracağı, hem de petrol fiyatlarının fırlamasına yol açacağı kesin. ABD’nin politik çelişkileri de gözden kaçmamalı.
Birkaç gün önce eski UAEA Genel Müdürü Hans Blix’in, İstanbul’da iken belirttiği gibi, nükleer silah üretiminde İran’dan daha ileri bir aşamada bulunan Kuzey Kore’ye karşı sadece sopa değil, aynı zamanda havuç politikası izlendi. Bir başka çelişki de Hindistan’a tanınan ayrıcalık.
Hindistan, NSYÖA’ya taraf olmadığı için onunla barışçı da olsa nükleer programlarda işbirliği yapılması antlaşmaya aykırı. Oysa Başkan Bush son Yeni Delhi ziyaretinde Hindistan’la bu konuda kapsamlı bir anlaşma imzalamakta sakınca görmedi.
Blix haklı. İran’a karşı sadece zorlama değil, aynı zamanda bir açılım politikası güdülmelidir. Herhalde açılım opsiyonunun denenmesinde bir sakınca olamaz.
* * *
İran’ın nükleer güç haline gelmesi, Türkiye’nin güvenlik menfaatleri ile Ortadoğu’nun barış ve istikrarıyla bağdaşmaz.
Buna karşılık bir Amerikan müdahalesi, Türkiye’ye kaçınılmaz olarak büyük zarar verir ve bölgedeki yangını körükler.
Türkiye, ABD ile bir sürtüşmeye girmeden İran’a karşı ölçülü bir açılım politikasını teşvik etmelidir.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2006
İSRAİL’in tek taraflı olarak sınırları saptama ve duvarla örtme politikası, terk ettiği Gazze’yi bir nevi muhasara altında tutması ve HAMAS’ın seçim zaferinden sonra uluslararası yardımların büyük kısmının askıya alınması, Filistin halkına ağır bir ekonomik ve sosyal bedel ödettiyor. Gazze’de nüfusun yarısından fazlası, neredeyse 800.000 kişi BM Filistinlilere Yardım Teşkilatının (UNRWA) dağıttığı yağ, şeker, un ve diğer temel maddelerine muhtaç.
Oysa İsrail Karni geçiş noktasını sık sık kapatarak veya kamyon trafiğini yavaşlatarak bu yardımların ulaşmasını engelliyor. UNRWA engellemeler devam ettiği takdirde gıda yardımlarının dağıtımına son vermekten başka çare kalmayacağı ve açlık tehlikesinin başgöstereceği uyarısında bulundu.
* * *
Gazze’nin tabii Mısır’la da iki sınır kapısı var: Refah ve Kerem Şalon. İsrail Kerem Şalon’u doğrudan kontrol ettiği için mal naklinin buradan yapılmasında ısrarlı. Refah’tan Mısır’a geçen kamyonların geri dönüşlerine izin verilmiyor.
Gazze halkının çilesi bu kadarla kalmıyor. Daha geçen hafta İsrail saldırıları sonucunda 15 Filistinli öldü. Güvenlik koşulları da gittikçe bozuluyor. Gazze’de faaliyet gösteren uluslararası kuruluşlar Filistinli olmayan personelini tahliye etmek mecburiyetinde kaldı.
Geçen yıl, uluslararası toplumun Filistinlilere yardımı 1.4 milyar doları buluyordu. HAMAS ’ın seçimleri kazanmasından beri bu yardımların hemen tamamı askıya alındı. HAMAS Arap ülkelerinden ve İran’dan medet umuyor. Ne var ki Araplar Filistinlilere karşı hiçbir zaman fazla cömert davranmadılar. HAMAS’ın iktidara gelmesinden hiç hoşnut olmadıkları sır değil.
Batılı ülkeler bir an önce yardımlarını şu veya bu şekilde Filistin halkına ulaştırmanın yolunu bulamazlarsa ekonomik ve siyasi kriz gittikçe büyüyecek. Halen Filistin hazinesi tamtakır. Memurlarının maaşlarını ödeyemeyen, halkını besleyemeyen, ona uzun vadeli olarak bir çözüm umudu veremeyen bir yönetim kaosu nasıl önleyebilir.
İntifada’nın başladığı 2000 yılından bu yana Filistin ekonomisi gittikçe çökmeye başlamış ve halkın çoğunluğunun geliri Dünya Bankası kıstaslarına göre fakirlik sınırı addedilen fert başına günde iki doların altına düşmüştü. 2000 yılına kadar aşağı yukarı 100.000 Filistinli İsrail’de veya Filistin’deki Yahudi yerleşim birimlerinde çalışma imkánına sahipti.
Aynı yılın sonunda bu miktar 20.000’e düştü. İsrail’in şimdi amacı 2007 yılının sonuna kadar bütün çalışma izinlerini iptal etmek. Her yıl on binlerce kişiye istihdam yaratmak zorunda olan Filistin yönetimi büyük bir açmaz ile karşı karşıya.
Türkiye’ye gelince, basın haberlerine göre, HAMAS ziyareti fırtınasından sonra şimdi bir milyon dolarlık bir yardımın doğrudan Filistin halkına ulaştırılması kararı alınmış. Yardıma ilişkin anlaşma da Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas ile imzalanacakmış.
İyi de bu projeyi yine HAMAS Hükümeti yürütecek. Başka çaresi yok. Yardım miktarı zaten çok fazla değil. Bir milyon dolar. Bu paranın, kontrolü güçleştiren karmaşık yöntemlere lüzum kalmadan, doğrudan UNRWA’ya verilmesi galiba daha isabetli olurdu.
* * *
İstanbul’da düzenlenen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Parlamento Birliği toplantısında -aslında İKÖ’de Türkiye dışında en demokratik parlamento şimdi Filistin Parlamentosu- Başbakan Erdoğan Filistin halkının demokratik tercihi yüzünden cezalandırılmamasını istemiş.
Başbakan haklı. Ancak seçimle gelenlerin de gerçekçi politikalar gütmeleri ve sloganlarının veya ideolojik saplantılarının esiri olmamaları gerekir. Seçim mutlak meşruiyet sağlamaz.
Yazının Devamını Oku