İlter Türkmen

İngiltere ve Kıbrıs

14 Şubat 2006
İNGİLTERE Dışişleri Bakanı Jack Straw, 7 Şubat'ta Avam Kamarası'nda yaptığı açıklamalarla Kıbrıs konusunda Türkiye’nin inisiyatifine önemli destek vermekle kalmadı, aynı zamanda Güney Kıbrıs Yönetimi üzerinde toplu bir baskı ivmesi yaratma çabası içine girdi. İngiltere, Kıbrıs sorununa dar bir açıdan bakmamakta, jeopolitik nedenlerle Türkiye’nin AB üyeliğine diğer Avrupa ülkelerinden oldukça farklı bir şekilde yaklaşmakta ve sorunun bu üyeliği bloke etmesini önlemek gerektiğine inanmaktadır. Bu tutumu ABD’nin yaklaşımıyla da uyumludur.

***

Straw’un açıklamasında bizde en fazla ilgi çeken, beklenebileceği gibi KKTC’nin tanınmasına ilişkin sözleriydi. Bunlar biraz abartıldı. Aslında Straw konuşmasında gayet dikkatliydi. "Sözde Kıbrıs Türk Cumhuriyeti"ni İngiltere’nin tanımadığını belirtti. Güney Kıbrıs bugünkü uzlaşmaz tutumunda devam eder ve Türkiye’nin AB üyeliğini imkánsız hale getirirse "bunun sonucunda zamanla Kıbrıs’ta statükoyu bazı ülkelerin fiilen tanımaya başlayacağını" ifade etti.

Fiilen tanımadan kasıt, daha çok Tayvan modeli. AB dışındaki ülkeler bu modeli benimseyebilecekleri gibi daha ileri giderek ve Güvenlik Konseyi kararlarını göz ardı ederek KKTC’yi hukuken de tanıyabilirler, onunla diplomatik ilişkiye girebilirler. 1983’te kuruluşunu takiben KKTC’yi tanımaya meyleden ülkeler üzerinde ABD’nin o zaman onları bundan vazgeçirmek icra ettiği tazyik bugün söz konusu olmaz; çünkü 24 Nisan 2004 referandumun sonuçları Kuzey Kıbrıs’ın ayrı kimliğini iyice perçinledi.

Ne var ki AB ülkelerinin bireysel olarak dahi AB üyesi olmayan ülkeler kadar ileri gitmeleri olası değil. AB, Güney Kıbrıs’ı bütün adayı temsil eden bir devlet olarak üyeliğe kabul etti. Straw şimdi bunun hata olduğunu itiraf ediyor; fakat artık çok geç. AB ülkeleri direkt ticareti kolaylaştıracak önlemlerin alınmasına karşı Güney Kıbrıs’ın mukavemetini bile bir türlü kıramıyor.

Kuzey Kıbrıs bakımından en yararlı formül, Tayvan modeline yakın bir fiili tanımadır. Bu suretle hem ekonomik bakımdan Güney ile Kuzey arasındaki farklılık azalır, hem de gecikmeyle dahi olsa çözüm gerçekleşirse, Kuzey'in AB’ye entegrasyonu kolaylaşır. Bu formülün bir avantajı da Kıbrıs Türklerinin bugün elde ettikleri AB vatandaşlık statüsünü muhafaza etmelerine imkán vermesidir. Kıbrıs Türklerinin bu statüden vazgeçmek istememeleri şaşırtıcı olmaz.

Straw’un konuşması, ABD Dışişleri'nden yüksek rütbeli bir diplomatın ve İsveç Dışişleri Bakanı’nın yine Cumhurbaşkanı Talat’ı da ziyaret etmek üzere Ada’ya gidecek olmaları, Rusya’nın Kıbrıs Rum yanlısı tutumunda kısmi değişiklik emareleri, Papadopulos’un uzlaşmazlığının ciddi tepki görmeye başladığını kanıtlıyor. Straw, Avam Kamarası'nda, geriye de bakarak 1990’ların sonlarında Kıbrıs Rum liderlerinin makul davrandıklarını; fakat "Denktaş yönetimindeki Kıbrıs Türkleri ile müzakerenin neredeyse imkánsız olduğunu" anımsatmaktan geri kalmamış.

KKTC politik liderliğinin o zamanki uzlaşmazlığı yüzünden Türkiye ve KKTC halkı ağır bir bedel ödediler ve ödemeye devam ediyorlar. Straw’un amacı, Papadopulos’u Kıbrıs Rumlarının da aynı akıbete uğrayacağına ikna etmektir. Ancak arada bir fark var. Kıbrıs Türk halkı, sonunda çözümden yana çıktı ve uluslararası alanda kredibilitesi olan bir lider seçti.

Papadopulos ise hiç değilse şimdiki halde, Kıbrıs Rum halkını da kendi çizgisinde radikalize etmeyi başarmış görünüyor.
Yazının Devamını Oku

İran ve Güvenlik Konseyi

11 Şubat 2006
ULUSLARARASI Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) İcra Direktörleri Kurulu, 4 Şubat’ta, İran dosyasının tümünün BM Güvenlik Konseyi’ne de sunulmasını içeren kapsamlı bir karar kabul etti. Bu aşamada konsey, konuyu ele almayacak.  6 Mart’ta UAEK Genel Direktörü El Baradei, 4 Şubat ve daha önceki kararlara İran’ın ne derecede uyduğunu belirten bir raporu kurula verecek ve bu rapor yine Güvenlik Konseyi’ne sunulacak.

UAEK kararında, üzerinde özellikle durulması gereken iki nokta var. Birincisi, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NSYÖA) taraf ülkelerin barışçı maksatlarla nükleer enerji alanında araştırma, nükleer enerji üretme ve kullanma hakkını engellemediğidir. İran’ın uranyum zenginleştirme programı da aslında bu hak kapsamına giriyor.

***

İran nükleer programının endişe yaratan yönü şeffaf olmaması, nükleer faaliyetlerin UAEK’nın gözetiminden kaçırılması, İran’ın 2003 yılında imzaladığı; fakat hálá onaylamadığı NSYÖA ek protokolünü tam olarak uygulamamasıdır. İran ayrıca nükleer silah üretiminde kullanılabilecek dokümantasyona ve bazı tesis ve çift kullanımlı ekipmana sahiptir.

İran’dan nükleer zenginleştirme programını askıya almasını istenmesindeki ısrar, bu nedenlerden kaynaklanıyor. Kararda dikkat çekici ikinci nokta, bazı devletlerin girişimiyle, Dışişleri Bakanı Gül’ün de desteklediği, Ortadoğu’nun kitle imha silahlarından ve bunları taşıyacak füzelerden arınmış bir bölge olması hedefine yapılan atıftır. Tabii bugün için platonik bir atıf.

4 Şubat kararından sonra İran, UAEK ile yürüttüğü ve nükleer tesislerin ani denetimini de içeren işbirliğine son verdiğini bildirdi. Şimdi artık gözler Güvenlik Konseyi’ne çevrilmiş bulunuyor. 6 Mart’a kadar İran’ın, uranyum zenginleştirilmesinin kendi ülkesinde değil, Rusya’da yapılmasını kabul etmesi krizi çözebilirdi; fakat anlaşılan İran buna kapıyı kapattı.

Güvenlik Konseyi’nin ne yapabileceği de belli değil. Rusya ve Çin, UAEK kararına destek verdiler; fakat konseyde İran’a karşı yaptırımları desteklemeleri ihtimali zayıf. Kaldı ki İran gibi büyük bir petrol ve gaz üreticisi ve ihracatçısına ekonomik yaptırım uygulamak, dünya ekonomisine ters etki yapar. Konsey sadece bazı sembolik yaptırımlarla yetinmek mecburiyetinde kalabilir.

***

Peki Türkiye’nin tutumu nedir? Türkiye şimdiye kadar kendini fazla öne atmadı. Zaten şu anda ne Güvenlik Konseyi’nin, ne de UAEK’nın üyesi. Kurula gözlemci olarak katılan daimi temsilcimiz, 4 Şubat kararını destekledi. AB’nin genel yaklaşımını ve üç AB üyesinin çözüm bulma arayışlarını desteklediğimizi de bildirdik.

MGK Genel Sekreteri, Washington’da yaptığı temaslarda İran’ın nükleer silahlara, orta ve uzun menzilli füzelere sahip olmasının güvenliğimiz için bir tehdit oluşturacağını vurguladı, hatta füzesavar silahlara ihtiyacımızı gündeme getirdi. Türkiye için asıl problem, Güvenlik Konseyi’nden de bir sonuç çıkmadığı takdirde, İsrail veya ABD, İran’a karşı bir hava operasyonuna girişirlerse ortaya çıkacaktır.

Kuşkusuz, Gül’ün de önceki gün vurguladığı gibi, böyle bir operasyonda Türk hava sahasının kullanılması veya topraklarımızda lojistik destekten yararlanılması söz konusu olamaz. Buna ABD’nin ihtiyacı yok.

***

İsrail’in ise İran’daki yeraltı nükleer tesislerini tahrip edebilecek kudrette bombaları var; fakat uçaklarının menzili yeterli değil.

İsrail’in yine de bir başka ülke üzerinden İran’a saldırmasına ise Türkiye zannedersem tepkisiz kalamaz. İsrail’in bölgenin jandarması rolüne soyunmasına kolay kolay göz yummamamız gerekir.

İran’a bir İsrail saldırısı, bölgede Türkiye’nin menfaatlerini ciddi surette tehlikeye atacak bir karmaşa, şiddet patlaması ve istikrarsızlık yaratacaktır.
Yazının Devamını Oku

Karikatür krizinde tırmanma

7 Şubat 2006
DANİMARKA gazetelerinde çıkan Hazreti Muhammed’i aşağılayan karikatürlerin başka Avrupa gazetelerinde de yayımlanmaları İslam ülkelerinin birçoğundaki tepkiyi tehlikeli ölçüde tırmandırmış bulunuyor. Özellikle Şam’da Danimarka ve Norveç büyükelçiliklerinin ateşe verilmesi, şiddet eğiliminin vardığı boyutları göstermenin ötesinde kaygı vericidir. Çünkü Suriye gibi güvenlik kurumlarının devlete hákim olduğu bir ülkede büyükelçiliklerin etkin bir şekilde korunabilmesi beklenirdi.

Şam’daki olaylardan bir gün sonra Beyrut’taki Danimarka Büyükelçiliği’nin ateşe verilmesi de zihinlerde bazı sorulara yol açmaktan geri kalmıyor. İslam ülkelerindeki politikacılar, halkın haklı öfkesini politik maksatlarla istismara kalkarlarsa, meşum medeniyetler çatışması kehanetinin gerçekleşmesine en büyük katkıyı yaparlar. İslam Konferansı Örgütü’nün toplanması yolunda Arap Ligi Genel Sekreteri’nin yaptığı önerinin kabulünde de acele edilmemelidir.

Blok halinde kutuplaşma sembollerinden kaçınmak daha doğru olur. Buna karşılık Başbakan Erdoğan ile İspanya Başbakanı Zapatero’nun "Medeniyetler İttifakı" çerçevesinde ortak bir çağrıda bulunmaları ise kuşkusuz son derece isabetlidir. Avrupa ile İslam dünyası arasındaki kriz ancak sürekli bir diyalogla aşılabilir.

***

Avrupa ülkelerinin bu meselede düşünce özgürlüğü prensibine sığınmaları elbette çok geçerli değil; çünkü başka konularda tabular bu özgürlüğü pekálá sınırlandırabiliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (AİHM) iki kararında dine hakaretin fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği görüşünden hareketle Avusturya’nın bir filmi, Türkiye’nin de bir kitabı yasaklamalarını haklı bulmuştu.

Ancak, Hazreti Muhammed karikatürlerini yasaklamayan ülkelere karşı AİHM’de dava açılırsa mahkemenin bu ülkeleri mutlaka haksız bulacağı sanılmamalıdır. Büyük olasılıkla fikir özgürlüğü ile dini hassasiyetler arasındaki dengenin her ülkede değişik olabileceği gibi bir karara varır.

Batı ile İslam dünyası arasındaki buhranın nedenleri üzerinde sayısız incelemeler arasında Eski Arap Ligi Genel Sekreteri Chedil Klibi’nin son bir değerlendirmesini özellikle dikkat çekici buldum. Bir Tunus dergisinde çıkan makalesinde Klibi, mealen şu noktaları vurguluyor:

"Avrupa’da İslam’a karşı husumet veya aşağılama, göçmenler ile kendi toplumu arasında eğitimde ve sosyal alandaki farklılığı yansıtıyor. Batı, bir yandan göçmenler konusundaki algılaması, diğer yandan İslam’ın uluslararası imajının son yıllarda bozulması nedeniyle neredeyse İslam’ı Batı medeniyetinin düşmanı gibi görmek eğiliminde. Fakat, Müslümanların peygamberini küçük düşürme çabaları, aynı zamanda Avrupalı gazetecilerin İslam hakkındaki cehaletlerini ortaya koyuyor.

Alay ettikleri Kuran, Müslümanların saygı duydukları Musa’yı, İsa’yı ve Meryem Ana’yı yücelten ayetler içerir. Kültürler ve medeniyetler arasında dayanışmayı savunan AB’nin İslam’a sövenlere karşı hoşgörülü davranmasını anlamak çok zor. Yine de tahriklere kapılmak ve ekonomik veya politik mukabil tedbirlere başvurmak hata olur.

Hiçbir misilleme, kutsal anısını korumak istediğimiz Peygamber’e layık olamaz. Medeniyetler çatışması teorisini doğrulayacak nefret ve şiddet eğilimlerinden kaçınmak lazımdır. Avrupa medyasının saçmalıklarına en güzel cevap, vakur bir ilgisizliktir."

Klibi
haklı, öfkeyi kontrol edememek daima zarar getirir.

***

Trabzon’da bir Katolik rahibin öldürülmesi, umarım provokasyon amaçlı bir cinayet değildir. Ortadoğu’daki taşkınlıkların ve şiddetin Türkiye’ye sıçraması çok hazin olur.
Yazının Devamını Oku

Enerji güvenliği

4 Şubat 2006
IRAK Savaşı’nın etkileri ve bu yılki şiddetli kış, petrol ve gaz kaynaklarına sahip olanlar dışındaki hemen bütün ülkelerde enerji güvenliği sorununu gündemin başına yerleştirdi. Başkan Bush’un 1 Şubat’taki "Birliğin Durumu" konuşmasında ABD’nin ithal petrole bağımlılığından artık geniş ölçüde kurtulması gerektiğini vurgulaması, bu açıdan özellikle dikkat çekicidir.

Çünkü Irak Savaşı’nın asıl nedeninin petrol kaynaklarını kontrol altına almak olduğunu iddia edenler hálá var. Oysa Irak Savaşı, petrol fiyatlarını yükseltmekten, petrol üretilen bölgelerde siyasi istikrarı zedelemekten, İran’ın ekonomik ve politik gücünü artırmaktan, Rusya’yı bir süper enerji gücü haline getirmekten başka bir sonuç vermedi.

ABD şimdi hem yerli petrol ve gaz üretimini artırmaya, hem daha temiz, daha ucuz, daha güvenilir alternatif enerji kaynakları geliştirmeye yöneliyor. Fakat bu hedefe varmak da o kadar kolay olmayacak. Rüzgárdan, geo-termal kaynaklardan ve güneşten sağlanan yenilenebilir enerji, tüketimin ancak yüzde 6’sını karşılayabiliyor. Mısırdan veya otlardan elde edilecek etanol üzerinde duruluyor; fakat bu yakıtın üretim maliyeti yüksek.

***

Türkiye’ye gelince; su kaynakları hariç, enerji üretiminde kullanılabilecek kaynakları fakir. Zengin kömür yataklarından çok söz ediliyor; fakat kömürle işlemek üzere inşa edilmiş bir santral halen çalışmıyor. Yerli kömür yanında ithal kömür kullanılıyor.

Türkiye’deki kömürlerin sera gazı emisyonları azaltılarak santrallarda kullanılmasını sağlayacak teknoloji hem daha mevcut değil, hem de bu teknoloji geliştirilse bile maliyeti çok yüksek olacak. Hidroelektrik santralların randımanları hava koşullarına bağlı. Üstelik bu santrallar çevre dostu olmaktan uzaklar.

Yenilenebilir kaynakları mutlaka daha fazla kullanmak lazım; ancak bu kaynakların toplam enerji gereksiniminin yüzde 10’undan fazlasını karşılayabilmesi olası görünmüyor.

***

Bütün bu unsurlar göz önünde tutulduğunda, son 15 yıl içinde ithal gaza bağımlılığımızın gittikçe artmasının nedeni daha iyi anlaşılır. Gaz anlaşmalarında hatalar yapıldığı doğrudur; fakat gazın bir yandan şehirlerimizin hava kirliliğini önemli ölçüde azalttığı, diğer yandan elektrik üretimindeki açığın süratle kapatılmasına hizmet ettiği unutulmamalıdır.

Evet, bugün, yükümlülüklerini her koşul altında yerine getireceklerine pek güvenmediğimiz Rusya ve İran’a bağımlılığımızdan rahatsızız; fakat Azerbaycan’ın Şahdeniz bölgesinden gaz gelmeye başlayınca ve inşasında geç kaldığımız depolar tamamlanınca bir hayli ferahlayacağız.

Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında bir enerji nakil merkezi olması ve Türkmenistan gazının Hazar Denizi’nin altından Azerbaycan’a, oradan Türkiye’ye akması sağlanırsa gaz ikmalinde olası sıkıntılar tamamen önlenebilecektir.

***

Uzun vadede enerji güvenliğinin en sağlam garantisini nükleer santralların teşkil edeceğine artık kuşku yok. Bu konudaki ideolojik mukavemet çarnaçar geçersiz kalıyor. Global enerji talebi önümüzdeki 25 yılda yüzde 60 oranında artacaktır ve bu açığın kapatılmasında nükleer enerjinin kritik bir unsur olduğu bilinci gittikçe kuvvetleniyor.

Dördüncü kuşak nükleer santrallar eskisine oranla çok daha güvenli. Üstelik bunların karbon emisyonu hemen hiç yok gibi. Nükleer yakıtların sağlanması zor değil. Nükleer atıkların tehlike yaratmasını önleyecek teknikler de geliştirilmiş bulunuyor.

Kaldı ki nükleer teknolojinin ulusal güvenlikle ilişkisi bölgemizdeki son gelişmelerle iyice kanıtlandı. Vakit geçirmeden nükleer santrallar inşasına en büyük öncelik verilmelidir. Daha fazla gecikmek, çok boyutlu bir güvenlik tehlikesine karşı ülkeyi zayıf bırakır.
Yazının Devamını Oku

Hamas’ın zaferi ve sonrası

31 Ocak 2006
HAMAS’ın Filistin Meclisi seçimlerinde beklenenin çok üstünde oy olarak ezici çoğunluğu elde etmesi, yalnızca İsrail ile Filistinliler arasındaki ilişkiler açısından değil, Ortadoğu’daki genel eğilimin bir yeni kanıtını oluşturması açısından da çok düşündürücüdür. Başkan Bush, Irak savaşını meşru göstermek için ileri sürdüğü kitle imha silahlarının mevcudiyetine ilişkin bütün savlar iflas edince, bölgeye demokrasi götürmek hedefiyle hareket ettiği tezine sarılmıştı. Bölgenin politik, ekonomik ve sosyal koşullarında serbest seçimlerin kaçınılmaz olarak siyasal İslam dalgasının yükselmesine yol açacağı yolundaki uyarılara kulak vermek istemedi.

Oysa Mısır’da Müslüman Kardeşler, parlamentoya 80 civarında üye gönderdiler; Lübnan’da silahlı milislere sahip, ABD’nin terörist bir örgüt saydığı Hizbullah son seçimlerden kuvvetlenerek çıktı; Irak’ta İran’daki rejimle irtibatlı bir parti en fazla oyu aldı. Bush, Filistin seçimlerindeki olası tehlikeyi de göz ardı etti.

Hamas’ın seçimlere katılmasını çeşitli önlemlerle engellemek isteyen İsrail’e yeşil ışık yakmadı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da otoriter rejimlerle yönetilen ülkelerde seçimler yapılırsa oralarda da dinci partilerin siyaset sahnesine hákim olmaları artık şaşırtıcı olmaz. Bu bölgelerde ulusalcı devrimciliğin yerini siyasal İslam almıştır. Bu olguyla yaşamak mecburiyetinde kalacağız.

* * *

Kuşkusuz Hamas’ın zaferini ilk önce Batı Yakası ve Gazze’nin istikrarı ile Ortadoğu barış süreci bağlamında değerlendirmek gerekir. Seçimleri takiben El Fetih milislerinin ve onların yanı sıra Filistin polisinin taşkınlıkları kaygı vericidir. İki tarafın da elinde bir hayli silah var. İsrail çekildikten sonra Gazze’de asayiş zaten bozulmuş ve huzursuzluk artmıştı.

Filistin’in öncelikli ihtiyacı, bütün silahlı birimlerin hükümetin direkt otoritesi altına alınmasıdır. Diğer taraftan Hamas, İsrail’in varlığını tanımamakta direnirse yılda bir milyar doları bulan dış yardımın büyük kısmı kesilebilir ve yönetim cari masraflarını bile karşılayamaz duruma düşebilir.

Barış süreci pespektifinin kapanmaması ise Hamas’ın İsrail’e karşı temel yaklaşımını değiştirmesine bağlı. Partinin kuruluş bildirgesinde, Filistin’in bir vakıf, anayasasının Kuran, yönteminin cihat olduğu yazılı. Hamas liderlerine göre İsrail’in varlığını tanımak söz konusu değil. Olsa olsa İsrail’le uzun süreli bir ateşkes yapılabilir.

Denebilir ki, vaktiyle Filistin Kurtuluş Örgütü de terörist bir örgüttü, sonunda siyasi bir parti haline geldi ve İsrail’in mevcudiyetini tanıyarak onunla barış müzakerelerine girdi. Ne var ki bu süreç çok uzun sürdü ve 2001 yılında başlayan karşılıklı şiddeti önleyemedi.

* * *

Türkiye’nin tutumuna gelince; Başbakan Erdoğan’ın ilk tepkilerinin büyük kısmı yerindedir. Vurguladığı gibi Hamas’ın "İsrail’i tanımıyorum" politikasını gözden geçirmesi, İsrail’in de seçim sonuçlarını göz önünde bulundurması gerekir. Ancak Başbakan, Türkiye için proaktif bir rol de öngörüyor. "İsrail ile Filistin arasında arabuluculuk üstlenmeye talibiz. Gerekirse İslam Konferansı Örgütü’nü (İKÖ) de devreye sokabiliriz" diyor.

Daha ortalık karmakarışık iken bu hamle biraz acele değil mi? Her nedense son zamanlarda her fırsatta arabuluculuğumuzu ileri sürüyoruz, arkasından da fazla bir şey gelmiyor. Diplomaside sürekli öne fırlamak, mutlaka yararlı değildir, ters tepebilir.

Ayrıca İKÖ’yü bütün diğer üyeliklerden çok daha fazla önemsiyoruz ve ciddiye alıyoruz. İKÖ içinde Ortadoğu barışı alanında atılabilecek adımlar konusunda oydaşmaya varılması bir hayaldir. Böyle bir oydaşma olmadan da hiçbir şey yapılamaz.
Yazının Devamını Oku

Eylem planı

28 Ocak 2006
24 Ocak’ta açıklanan Kıbrıs’a ilişkin eylem planının anlaşıldığı kadar amaçları şöyle: Diplomatik inisiyatifi elde bulundurmak ve Türkiye ile KKTC’nin Annan Planı temelinde bir çözüm arayışını desteklemeyi sürdürdüklerini vurgulamak; Nisan 2004 referandumu sonrasında verdiği söze rağmen bugüne kadar Kuzey Kıbrıs’ın izolasyonuna son vermeyen AB’yi BM’nin de desteğini alarak harekete geçirmek; Türkiye ile AB arasında imzalanan Gümrük Birliği Protokolü’nün TBMM tarafından onaylanması ve tek taraflı olarak uygulanması için yıl içinde beklenen baskıları kabil olduğu kadar sulandırmak ve geciktirmek.

* * *

Eylem planı aslında geçen yıl mayıs ayında Dışişleri Bakanı’nın yaptığı önerilerden farklı değil: Türkiye, limanlarını Kıbrıslı Rum bandıralı gemilere açacak, hava sahasının ve hava limanlarının Rum uçaklarınca kullanılmasına izin verecek, bunun karşılığında Kuzey Kıbrıs limanları uluslararası dolaşıma açılacak, Ercan Havalimanı’na direkt uçuşlar yapılabilecek, Kuzey Kıbrıs ekonomisi Gümrük Birliği’ne pratik açıdan entegre edilecek, Kıbrıs Türkleri uluslararası kültürel, sosyal ve sportif faaliyetlere katılabilecek. Eylem planında değişik olan yöntemdir.

BM Genel Sekreteri en geç hazirana kadar Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın iki tarafının katılımıyla bir toplantı düzenleyecek, toplantı sonucunda üzerinde anlaşılan önlemlerin uygulanması bir şekilde BM Güvenlik Konseyi’nin gözetimi altında olacak.

Böyle bir yöntem mümkün mü? 2004 Mayıs’ında referandumlardan sonra sunduğu raporda Kofi Annan, Kıbrıs Türklerinin olumlu oy verdiklerini, bu nedenle onları baskı altında tutmak ve tecrit etmek politikasının hiçbir mesnedi kalmadığını, Güvenlik Konseyi üyelerinin Kuzey Kıbrıs’ın izolasyonuna son verilmesi için ilgili devletleri ve uluslararası kuruluşları harekete geçireceklerini umduğunu belirtmişti. Fakat bu rapor bizzat Genel Sekreteri de şaşırtan bir şekilde Güvenlik Konseyi’nce not bile edilmemişti.

Şimdi meselenin yeniden gündeme getirilip getirilemeyeceğini göreceğiz. Ancak gerek Genel Sekreter’in, gerek Güvenlik Konseyi’nin resen eylem planını ele alması pek olası görülmüyor; çünkü izolasyonun kaldırılmasında başlıca adres AB. Nitekim, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olie Rehn’in yaptığı açıklama da bu yöndeydi.

Rehn, Türkiye’nin açılımını, daha çok çözüm sürecini tekrar canlandırmayı amaçlayan bir atılım olarak görmek eğiliminde. Rehn gibi Jack Straw da Türkiye’ye Gümrük Birliği Protokolü’yle giriştiği tek taraflı taahhütleri hatırlatmaktan geri kalmadı.

* * *

Türkiye’nin bir açılım yapması gerekliydi. ABD’den ve bazı AB ülkelerinden bir ölçüde destek var. Zamanlama da kuşkusuz isabetli oldu. Güney Kıbrıs ve gittikçe onun dümen suyundan giden Yunanistan, eylem planındaki önerileri kabul etmeseler bile sorunun çözümünden sürekli kaçamayacaklarına, Kıbrıs Türklerine dayatılan izolasyona da artık son verilmesi gerektiğine ancak Türkiye’nin inisiyatifi devamlı elde bulundurmasıyla ikna olacaklardır.

24 Ocak açılımının peşi bırakılmamalıdır. Güney Kıbrıs’ı zorlayacak ve onu Türkiye’nin AB sürecine zarar vermekten alıkoyacak yeni atılımlar planlanmalıdır. BM Genel Sekreteri’nin Annan Planı temelinde tarafları yeniden müzakere masasına davet etmesi, bugünkü açmazın Kıbrıslı Rumların lehine çalışmasını önlemenin başlıca yoludur.

Müzakereler tekrar başlarsa Rumların referandumlara sunulan metinde özlü değişiklikler yapmak isteyecekleri kesindir. Fakat planın genel dengesini değiştirmek konusunda destek bulmakta çok zorlanırlar.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’taki mülkiyet sorunu üzerindeki tartışmalar

24 Ocak 2006
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Xenides-Arestis pilot davasında 22 Aralık 2005’te aldığı kararla Kıbrıs’ta bir çözümün kilit öğesini oluşturan mülkiyet meselesinde Kıbrıs Türkleri ve Rumları arasındaki hukuki ve siyasi denklemi temelinden değiştirebilecek bir adım attı. Papadopulos, 2004 Nisan’ında Annan Planı’nın referandumda reddedilmesi için çağrı yaparken AİHM içtihadının Annan Planı’nın getirdiği düzenlemelerden çok daha çekici olduğunu iddia etmişti. Daha önceki Loizidu davasında alınan kararın özü 22 Aralık’ta tekrarlansaydı gerçekten de Papadopulos haklı çıkacaktı.

Mahkeme önünde 1400 Rum başvurusu birikmişti. Arkası da gelecekti. Başvuran Rumların hepsi hem yüksek tazminata hak kazanacaklar, hem de mülkiyet haklarını koruyacaklardı. 22 Aralık kararı işte bu stratejiyi bozma imkánını sağladı.

Mahkeme, mülkiyet hakkı ihlalini kabul etmekle beraber, KKTC’de daha önce kurulmuş bulunan Tazmin Komisyonu’nun (TK) yapısında ve yetkilerinde 22 Mart tarihine kadar istediği değişiklikler yapılırsa Rum başvurularının oraya yönlendireceğinin işaretini verdi.

* * *

İngiliz Sunday Mail Gazetesi’nde 15 Ocak’ta yayımlanan bir makale, AİHM’nin son kararının Güney Kıbrıs’ı bir açmazla karşı karşıya bıraktığını gayet güzel anlatıyor. Bir Kıbrıslı Rum, gazeteye gönderdiği mektupta, vatan hainliğiyle itham edilse bile hakkını AİHM’nin kararına uygun olarak Kuzey Kıbrıs’ta arayacağını, bir AB vatandaşı için bu yolun meşru olacağını savunmuş.

Sunday Mail, ayrıca mealen şu noktaları da vurguluyor: AİHM kararı, Kuzey Kıbrıs’a çok sıkışık bir durumdan sıyrılmak fırsatını vermektedir. Tazmin Komisyonu yılda sadece üç başvuruyu karara bağlamakla yetinse bile AİHM tatmin edilmiş olacaktır. Güney Kıbrıs’ı böyle bir hezimetten kurtaracak tek şey, Kuzey Kıbrıs’ın AİHM’nin Tazmin Komisyonu için istediği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun kıstasları yerine getirememesi olur.

Kıbrıs Rumları, mülkiyet iddiaları için çareyi Kuzey Kıbrıs’ta aramaya başlarlarsa Kıbrıs sorunu hukuken çözülmüş olur. Aslında Papadopulos da bir hukuki çözüm peşindeydi; fakat politikası ters tepti, şimdi karşılaştığı felaketi öngöremedi.

* * *

Sunday Mail’in yorumu gerçekçi. Gelin görün ki KKTC’de ve Türkiye’de Tazmin Komisyonu girişimine karşı eleştiriler devam ediyor. Bu arada şu garip iddia da ileri sürüldü: "AİHM Südet Almanlarının Çek Cumhuriyeti’ndeki gayrimenkulleri konusundaki başvurularını reddetmişti. Niçin şimdi Türkiye’ye ve KKTC’ye karşı değişik bir tutum içine giriyor?"

Bu sorunun cevabı gayet kolay. AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan ülkelerin sözleşmeye katılma tarihinden önceki karar ve tasarruflarını incelememektedir. Südet Almanlarının başvuruları gibi Doğu Avrupa’da komünist rejimler zamanında yapılan kamulaştırmalar hakkındaki tüm başvuruları da AİHM reddetmiştir.

Mahkemenin "ratione temporis" adı verilen bu zaman kısıtlaması, doğrusunu isterseniz Türkiye açısından çok yararlı. Aksi olsaydı Ermeni tehciri, Varlık Vergisi ve Yunanistan ile 1920’li yıllarda yapılan ahali mübadelesiyle ilgili konular da AİHM’ye getirilebilirdi.Bizdeki profesyonel karamsarların yaymaktan vazgeçmedikleri korkulu rüyalar gerçekleşebilirdi.

* * *

Bugünkü KKTC Hükümeti ve onu destekleyen Türkiye doğru yolu seçmişlerdir.

Bu yolun sonuna kadar gitmek ve Tazmin Komisyonu’nu AİHM’nin kıstaslarına uygun olarak 22 Mart’a kadar yeniden düzenlemek, KKTC’nin başlıca önceliği olmalıdır.

Tazmin Komisyonu’nun getireceği risk, davaların ilk merci olarak AİHM’de görülmesinin getireceği riskten çok çok daha azdır.
Yazının Devamını Oku

’Gladio’ ve diğer efsaneler

21 Ocak 2006
MEHMET Ali Ağca’nın tahliye edilmesi "Gladio" ve onunla irtibatlı olduğu iddia edilen "Özel Harp Teşkilatı" hakkında uzun yıllardan beri ortaya atılan iddiaları yeniden tartışmaya açtı. O kadar ki Abdi İpekçi cinayeti ve Ağca’nın 1979’da bir askeri cezaevinden kaçmasıyla başlayan eylemlerin perde arkasının 12 Eylül 1980 ile bağlantısı bile ileri sürüldü.

İddialara göre Gladio, NATO bünyesi içinde "örtülü operasyonlar"ı planlıyor ve koordine ediyor. Türkiye’deki uzantısı da eskiden Özel Harp Dairesi denen bugünkü "Özel Kuvvetler Komutanlığı"dır.

Bu teşkilatın talimatnamesinde adam öldürme, silahlı soygunculuk, bombalama, işkence, adam kaçırma, kundakçılık, sabotaj, propaganda, şantaj gibi faaliyetlere ve eylemlere izin veriliyor. Bülent Ecevit başbakan olarak bile bu örgütü kontrol edememişti. Ondan sürekli şikáyetçiydi.

***

Genelkurmay Başkanlığı, bu konuda yaptığı açıklamada, 1952 yılında, başbakan ve ilgili bakanların üye bulundukları Savunma Yüksek Kurulu tarafından kurulan Özel Harp Dairesi’nin "ülkemizin maruz kalabileceği bir saldırıda mütecavize karşı çok hassas görevler icra etmek üzere Soğuk Harp döneminde teşkil edilmiş ve diğer birçok ülkede de benzeri bulunan bir birim" olduğunu vurgulamakta gecikmedi. Fakat işin başka yönler de var.

Gladio, Türkiye’dekine benzer bir milli teşkilatın İtalya’daki adı. NATO içinde "Gladio" isimli bir kuruluş hiçbir zaman olmadı. "Gayri Nizami Harekát", İttifak’ın yetki alanına girmedi. Girseydi üyesi olduğumuz NATO Konseyi’ne ve İttifak’ın askeri teşkilatına katıldığımıza göre bundan haberimiz olurdu. Ancak milli kuruluşların ikili düzeyde, özellikle eğitim alanında birbirleriyle işbirliği yapmalarına kuşkusuz engel yoktu.

ABD ile Türkiye arasında zaman zaman bu çeşit bir işbirliği gerçekleştirilmiş olması normaldir. Soğuk savaşın sona ermesiyle işler değişti. Tamamı profesyonellerden oluşan Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın şimdi başlıca görev alanı, terörle mücadele. Irak’ta görev yapan birlikler de aynı komutanlığa bağlı. Türkiye gibi kapsamlı bir terör tehdidi karşısında bulunan bir ülkenin bu nitelikte kuvvetlere ihtiyacı herhalde şaşırtıcı değildir.

***

Ecevit’in Özel Kuvvetler’e karşı kuşku duyduğu yolundaki bilgiler de çok abartılı. 1979 yılında Genelkurmay’a rahatsızlıklarını iletmiş. Bunun üzerine kuvvetlerin yetkilerini belirten direktifte yapılan bazı değişiklikleri onaylamış.

Arkasından Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı ziyaret etmiş, gördüklerinden çok etkilenmiş ve birliğin şeref defterine takdirlerini kaydetmiş.

Efsane ile gerçek arasındaki fark önemli. Abdi İpekçi cinayetinin ve Papa’ya karşı girişilen suikast teşebbüsünün hiç aydınlanmamış yönleri olduğu doğrudur. Gerçeklerin ortaya çıkarılması çabaları ve talepleri kuşkusuz meşru ve gereklidir. Fakat inceleme ve araştırma, yaygın komplo teorilerinden ve olaylar arasında zorlama yorumlarla bağlantı kurmak arayışlarından soyutlanmalıdır.

Komplo teorisi tutkusu neredeyse bazılarını ciddi ciddi kuş gribinin Türkiye’ye yayılmasında bile esrarengiz bir parmak görmeye sevk ediyor. Bu tür psikozlardan kurtulmalıyız. Medyaya da bu alanda büyük bir sorumluluk düşüyor.
Yazının Devamını Oku