İlter Türkmen

Latin Amerika ve sol

10 Haziran 2006
BUNDAN on yıl kadar önce, komunist sistemi devam ettiren Küba dışında, Latin Amerika, pazar ekonomisi temelinde bir gelişme sürecine artık girdiği izlenimini vermekteydi. Aradan on yıl geçtikten sonra ise çok değişik bir tablo karşısındayız. Latin Amerika’nın önde gelen ülkelerinin birçoğunda sol partilerin iktidara gelmesi dünyada şaşkınlık ve özellikle ABD’de kaygı uyandırmaktan geri kalmadı. Politikacılar, diplomatlar ve siyaset bilimcileri bu değişimin nedenleri ve olası sonuçları ile gittikçe daha fazla ilgileniyorlar. "Foreign Affairs" dergisi de, Mayıs-Haziran sayısında, eski Meksika Dışişleri Bakanı Jorge G. Castaneda ve Michael Shifter’in 8 yıl önce Hugo Chavez’in Venezüella’da iktidara gelmesiyle başlayan gelişmeler hakkındaki makalelerine geniş yer verdi.

***

Chavez’den sonra genel olarak sol diye tanımlanan liderler birbiri ardından seçimleri kazandılar: Brezilya’da İnacio Lula, Arjantin’de Nestor Kirchner, Uruguay’da Tabaro Vazquez, Bolivia’da Evo Morales. Temmuz başındaki seçimlerde Meksika’da Lopez Obrador’un kazanma şansı kuvvetli görülüyor. Nikaragua’da Sandinista lideri Daniel Ortega’nın da bu kervana katılması olasılığı yok değil. Peru’da ise Chavez tarafından kuvvetle desteklenen Ollanta Humala rakibi eski başkan Alan Garcia’ya yenildi. Fakat Humala’nın partisi hálá Kongre’de çoğunluğa sahip.

Latin Amerika’da sol eğilimin kuvvetlenmesinin nedenleri konusunda geniş bir görüş birliği mevcut. Latin Amerika zengin ile fakir arasındaki uçurumun en derin olduğu bir kıta. Bu ekonomik ve sosyal gerçeğin yanında sembolü Peron olan popülizmin cazibesi çok kuvvetli. Castaneda, makalesinde iki farklı sol arasında bir ayırım yapıyor. Birincisi modern, açık fikirli, reformcu ve ve dünyaya açık olan sol. Ve bu sol aslında daha önceki devrin aşırı ve devrimci solunun bir uzantısı. Kendisini yenilemeyi başarmış. İkinci sol ise popülizm geleneğinden ilham alan ulusalcı, şamatacı ve dar görüşlü sol. Birincisi Sovyet ve Küba modellerindeki büyük zaafların farkında. İkincisi fütursuzca o modellerden esinlenmeyi sürdürüyor.

***

Shifter’
e göre, Chavez, renkli kişiliği ve ABD karşıtlığının bayraktarlığını yapması ile ilgi topluyorsa da gerçekte başarılı bir lider sayılamaz. Başkanlığa gelişinden beri Venezüella’nın ekonomisi hiç büyümedi. 1998 ile 2005 yılı arasında Venezüella’nın parası %292 oranında değer kaybetti. Fakirlik azalmadı, aksine daha fazla yayıldı. Chavez ilkönce askeri bir darbe yapan, bu yüzden hapiste yatan ve arkasından seçimle işbaşına gelmiş bir lider. Bugün de silahlı kuvvetlere bağlı bir yönetimin başı gibi davranıyor. Petrol fiyatlarındaki tırmanışla artan gelirlerini ülke içinde değil, Latin Amerika’nın diğer ülkelerindeki taraftarlarının finansmanı için kullanıyor. Sürekli mali sıkıntı içinde olan Küba’ya günde ücretsiz 90,000 varil petrol sevk ediyor. Morales’e gelince o şimdilik Chavez’den de aşırı bir tutum içinde. 1996’da gaz sektörünün özelleştirilmesi ile Bolivya’ya yabancı sermaye akımı başlamış ve bu sayede Bolivya Latin Amerika’da en fazla gaz rezervine sahip ikinci ülke haline gelmişti. Morales şimdi yabancı şirketlerin mülkiyetindeki rezervleri ve tesisleri devletin mülkiyetine geçiriyor.

***

Latin Amerika’da en iyi model Şili. Son seçimleri kazanan Michelle Bachelet 16 yıldan beri iktidarda bulunan ılımlı bir sol partiye mensup. Bu partinin politikaları sayesinde ekonomi yüksek oranda büyüdüğü gibi altyapı kuvvetlendirildi, fakirlik azaltıldı ve eğitim reformu gerçekleştirildi. Latin Amerika gözlerini Küba’ya, Venezüella’ya veya Bolivya’ya değil, Şili’ye çevirmelidir.
Yazının Devamını Oku

Politik sistem tartışmaları

3 Haziran 2006
TÜRKİYE’de siyasal ve toplumsal kriz devirlerinde Anayasal ve politik sistem değişikliği kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Aslında siyasal davranış geleneklerinden, ideolojik inanç ve tutkulardan, politika sahnesindekilerin genellikle muazzam egolarından, çıkar çatışmalarından, efelik eğilimlerinden kaynaklanan sorunların sistem değişikliğiyle sona erdirilebileceğini sanmak biraz hayaldir.

Fakat yine de başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerinin, parlamenter sistemden daha çok Türkiye’nin bünyesine uygun olup olmadığını araştırmakta yarar bulunabilir.

***

Başkanlık sistemi ile parlamenter sistemi ayıran temel fark, yasama gücü ile yürütme gücü arasındaki denge ve ilişkilerdir. Parlamenter sistem daha esnek bir kuvvetler ayrılığı prensibine dayanır. Bu sistemde parlamento ile hükümet karşılıklı işlevlerinde işbirliği yaparlar. Hükümet, yasama işlevine katkıda bulunduğu gibi, parlamento da çeşitli gözetim yetkileriyle hükümeti kontrol eder.

Hükümet parlamentoya karşı sorumludur; fakat aynı zamanda hükümet parlamentoyu gerekirse feshetmek yetkisine sahiptir. Başkanlık sisteminde ise kuvvetler daha kalın çizgilerle ayrılmıştır.

Parlamento ile halk tarafından doğrudan seçilen başkan arasında karşılıklı etkileşim vardır; fakat parlamento çok istisnai koşullar dışında başkanı görevinden alamayacağı gibi başkanın da parlamentoyu feshetme hakkı yoktur. ABD’de başkan, kongreyi by-pass ederek silahlı kuvvetleri bile kullanabiliyor.

Yarı başkanlık sistemi ise Fransa’da 1958’den beri mevcut olan sistemdir. Parlamentonun gücü azaltılmış, hükümetin gücü artırılmıştır. Başkanın yanı sıra bir de başbakan vardır. Her ikisi de aynı partiye mensup oldukları takdirde başkan bütün yürütme gücünü elinde bulundurur.

Başkan ile başbakan ayrı ayrı partilerden olunca ikisi arasında rekabet ve geçimsizlik kaçınılmaz hale gelir. Fransa’nın yakın tarihinde 9 yıl boyunca "birlikte yaşama" denilen bu durum ortaya çıktı. Tabiatıyla, bütün bu sistemlerin uygulanmasında ülkelerin özelliklerine göre değişiklikler var. Örneğin, parlamenter sistemlerde bile cumhurbaşkanı halk tarafından seçilebiliyor.

***

Türkiye’de TBMM tarafından seçilen Cumhurbaşkanı’nın yetkileri 1982 Anayasası temelinde diğer parlamenter sistemlerine oranla daha geniş. Sistem değişmeden Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi, büyük bir değişiklik getirir mi? Pek olası değil. Cumhurbaşkanı yine siyasi partilerin tercih ettiği ve desteklediği adaylar arasından seçilecektir.

Meclis seçimlerinde hangi parti önde ise büyük olasılıkla onun dediği olur. Başkanlık sisteminin Türkiye için geçerli bir model olması da zannedersem düşünülemez. Başkan ile Meclis çoğunluğu aynı partiden olunca, başkanın elinde aşırı bir güç oluşur. Türkiye’de kurumlar arasındaki bugünkü hassas denge bozulur.

Başkan ile Meclis çoğunluğu değişik partilere mensup iseler, bu sefer tam bir kilitlenmeyle karşılaşılabilir. Yarı başkanlık sistemine gelince, Fransa’daki tecrübenin çok başarılı geçtiği söylenemez.

***

Türkiye’de daha önce parti liderliği yapmış cumhurbaşkanları ile başbakanların bugünkü sistemde bile birbirleriyle yarış halinde olduklarını, birbirlerine tahammül edemediklerini daha önce gördük. Yarı başkanlık seçiminde iş büsbütün çığırından çıkar.

Zannediyorum ki politik sistemimiz ve Anayasamız bağlamında devrimci değil; fakat pragmatik bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

Bugünkü koşullar altında parti liderlerinin mutlak sultasına son vermek, seçim barajını indirmek, yasama işlevini kuvvetlendirmek amacı ile senatoyu yeniden ihdas etmek, demokrasi ve onun etkin yönetimi açısından daha öncelikli konulardır.
Yazının Devamını Oku

Diyalog eksikliği

30 Mayıs 2006
BİREYLER arasında olduğu gibi ülkeler, toplumlar, kurumlar, siyasi ve sosyal gruplar arasında anlaşmazlıkları çözmenin, gerginliği azaltmanın, şiddeti önlemenin yolu diyalogdan geçer. Diyalog, mutlaka kesin bir çözüme götürmez; fakat sorunların daha iyi anlaşılmasına ve karşılıklı hoşgörüye, kutuplaşma ve cepheleşmeyi bir oranda azaltmaya katkıda bulunur.

Bugün Türkiye, hoşumuza gitsin veya gitmesin, oldukça ciddi bir siyasi ve toplumsal bunalım içinde bir ülke olarak algılanmaktadır. Neredeyse global boyutta medeniyetler çatışması teorisi tek bir ülke sınırları içinde gerçekleşiyor izlenimi var. Bu algılamada kuşkusuz medyanın da rolü bulunuyor. Fakat çatışmanın baş aktörlerinin diyaloğu değil, medya yoluyla monoloğu tercih ettiklerini unutmamak gerekir.

Kurumlar, hükümet ve muhalefet bir araya gelip görüşmüyorlar. Durmadan birbirlerini itham ediyorlar, sık sık yangına körükle gidiyorlar. Erken seçim, hükümete göre gündemde olmasa bile daha şimdiden ağır ve yıpratıcı bir seçim atmosferi içine girdik. Cumhurbaşkanı seçiminin kutuplaşmayı daha da derinleştirmesi tehlikesi göz ardı edilebilir mi?

***

Anayasamız, Cumhurbaşkanlığı’na bir siyasi parti başkanının veya üyelerinin seçilmesine imkán tanıyorsa da bu makama getirilen kişinin tarafsız ve birleştirici bir rol oynamasına vurgu yapmaktan geri kalmamaktadır. 164’üncü maddeye göre Cumhurbaşkanı, "Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir".

Anayasa bu amaçla Cumhurbaşkanı’na bazı yetkiler de tanımıştır. Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu’na gerekirse başkanlık edebileceği gibi Milli Güvenlik Kurulu’nun da başkanıdır. Bugünkü Cumhurbaşkanımızın herhangi bir partiye mensup olmaması, aslında büyük bir avantajdır. Laiklik konusundaki hassasiyeti de kuşkusuz ancak takdir edilebilir.

Ne var ki laiklik kavramı üzerindeki tartışma tırmanmaya devam ederse, çeşitli çevrelerin kamuoyunu kendi görüşlerine çekmek için yaptıkları çağrılar karşılıklı inatlaşmayı ve şiddet eğilimini daha da artırır. Danıştay’a karşı girişilen saldırı hakkında daha yargı kararını vermeden işi olabildiğince siyasallaştırmak temayülünün ne kadar kuvvetli olduğunu gördük.

Toplumu bölücü kronik bir laiklik tartışması, ülkenin istikrarını temelinden sarsabilir. Son yıllarda ekonomik alanda, dış politika alanında ve AB sürecinde özlü kazanımlar elde etmiş olan Türkiye’nin türban meselesi üzerinde odaklanarak bütün bu kazanımlarını kaybetmesine izin verilemez.

***

Bugün Türkiye’yi içine düştüğü kısırdöngünden kurtarmak için Cumhurbaşkanı’nın Anayasal yetkilerini ve halk nezdinde kazandığı moral otoriteyi kullanması zamanı gelmiştir. Cumhurbaşkanı kamuoyuna medya yoluyla veya daha iyisi ülkenin çeşitli bölgelerini ziyaret ederek sakinleştirici ve birleştirici mesajlar verebilir.

Bakanlar Kurulu’nu özel bir toplantıya çağırarak kaygılarını dile getirebilir ve telkinlerde bulunabilir. Kurumların başındakileri ve hükümeti Çankaya’da özel sohbetlere davet ederek havayı yumuşatabilir. Cumhurbaşkanı, kendisiyle aynı fikirde olsun veya olmasın, herkesin Cumhurbaşkanı’dır.

Bu imajı kuvvetlendirerek kritik anlarda ülkedeki politik ve toplumsal gerginliklere son vermeye çalışmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs açısından AB sürecinin seyri

27 Mayıs 2006
AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu Genel Müdürü Michael Leigh, 22 Mayıs’ta, TÜSİAD Dış Politika Forumu ve Boğaziçi Üniversitesi tarafından ortaklaşa düzenlenen bir toplantıda, genişlemeye, Türkiye’nin üyelik sürecine ve bu süreç ile Kıbrıs’taki gelişmeler arasındaki etkileşime Komisyonun yaklaşımını izah etti. Kıbrıs konusunda, Leigh, 2004 yılında adanın iki tarafında yapılan referandumlardan sonra Komisyon’un AB Konseyi’ne üç tüzük önerdiğini hatırlattı. Konsey tarafından kabul edilen ve uygulamaya konan Yeşil Hat tüzüğü iki kesim arasındaki ticareti düzenliyor. İkinci tüzük Kuzey Kıbrıs’a yapılacak malİ yardıma ilişkin. Geçen yıl bu tüzük KKTC’nin çekinceleri yüzünden uygulanamadığından öngörülen 259 milyon Euro’luk yardımın bir kısmı yanmıştı. Şimdi bazı formüllerle yardım miktarının hemen tamamı yine kullanılabilecek. Yardımın kullanılmasında Güney Kıbrıs’ın ne derecede söz hakkı olacağı konusunda sorulan bir soruya cevaben Leigh, Güney Kıbrıs’ın Konsey üyesi olarak diğer üyeler gibi genel politika bağlamında söz hakkı bulunduğunu, fakat uygulamanın tamamen Komisyon’un yetkisinde kalacağını, Komisyon’un bu amaçla Kuzey Kıbrıs’ta bir büro açacağını vurguladı. Üçüncü tüzük ise Kuzey Kıbrıs ile AB arasında direkt ticareti düzenliyor. AB Konseyi’nin gündeminde kalmaya devam eden bu tüzük tasarısı Güney Kıbrıs’ın muhalefeti yüzünden onaylanamadı. Yine bir soru üzerine Leigh Kuzey Kıbrıs limanlarının uluslararası ticarete açılmasını öngören bu tüzüğün hava limanlarını kapsamadığı yanıtını verdi.

* * *

Mali yardım tüzüğü yardımın miktarı bakımından çok önemli sayılmayabilir. Fakat komisyon ile KKTC arasında yardımın uygulanması alanında sürekli ve özlü bir işbirliğinin değeri de küçümsenmemelidir. Kıbrıs meselesinde görünebilir bir istikbalde çözüm umudu bulunmadığına göre KKTC ekonomisinin bir an önce AB’ye entegre olabilecek bir yapıya kavuşturulmasında büyük yarar vardır. Rumların uyuşmazlığı yüzünden ileride iki ayrı devlet formülü üzerinde durulacaksa KKTC ancak bu sayede üyelik potansiyeline ulaşabilir. Bu potansiyele ulaşmayan bir KKTC ayrı devlet olarak tanınsa bile Güney karşısında hep dezavantajlı durumda kalacaktır.

* * *

Direkt ticaret tüzüğü kuşkusuz politik bakımdan önem taşır. Türkiye Kuzey Kıbrıs limanları üzerindeki kısıtlamalar kalkmadıkça Gümrük Birliği Ek Protokolü çerçevesinde limanlarını Kıbrıs Rum gemilerine açmayacağını tekrar tekrar ifade etmiştir. Bu çizgiden artık geri dönemez. Fakat, pratikte, hava limanları üzerindeki kısıtlamaların da kalkmasını öngörmeyen bir tüzüğün değeri o kadar fazla değildir. Çünkü KKTC’nin ihraç edebileceği çok fazla malı yoktur, buna karşılık büyük turizm potansiyeline sahiptir ve turizmin gelişmesi için uluslararası trafiğe açık bir havalimanına mutlaka ihtiyaç vardır.

Michael Leigh, konuşmasında, beklenebileceği gibi, Ek Protokol’ün TBMM’ce onaylanmasının ve Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına limanların açılmasının Türkiye’nin sarih bir yükümlülüğü olduğunu kaydetmekten de geri kalmadı. Türkiye’de bugünkü politik koşulların bu yükümlülüğü yerine getirmeye imkán vermediğini artık herkes biliyor. Bu yüzden Türkiye ile AB arasında bu yıl içinde bir kriz çıkıp çıkmayacağı konusunda bir tahmin yapmak çok zor. Fakat 2006 yılını atlatsak bile 2007’de sorun yine karşımıza çıkacaktır. AB perspektifini de göz önünde bulundurarak kısa ve uzun vadeli yeni bir Kıbrıs politikası geliştirip geliştirmeyeceğimizi gecikmeden derinlemesine araştırmak zamanı galiba gelmiştir.
Yazının Devamını Oku

Bir başka mazlumiyet efsanesi

23 Mayıs 2006
YUNANİSTAN’da Trabzon kökenli Rumların sürekli kışkırttıkları Türkiye’yi "Pontus soykırımı" ile suçlama kampanyasına bu sefer Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni, Cumhurbaşkanı Papulias ve daha dikkatli bir lisan kullanmakla beraber Başbakan Karamanlis de destek verdiler. İddiaların şu sırada ortaya atılmasının nedeni tabii iç politika hesapları ve yerel seçimlerde, özellikle Selanik bölgesinde, oy kazanmak kaygısıydı. Kampanyanın somut diplomatik girişimlere dönüşmesi pek beklenmiyor.

***

1919-1922 yıllarını kapsayan iddiaların tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını ispat etmek aslında hiç de zor değil. Bu konuda bol bol belge var. Bunlara dayanarak yapılan en kapsamlı irdeleme, bildiğim kadarıyla Stanford J.Shaw’un çok uzun yıllar çalışarak yazdığı beş ciltlik "İmparatorluktan Cumhuriyete-Türkiye’nin Milli Kurtuluş Savaşı" adlı kitapta mevcut.

Shaw’a göre daha 1877-78 Türk-Rus savaşı sırasında Trabzon bölgesindeki Rumlar, cephe gerisinde Osmanlı ordusuna karşı gerilla saldırılarında bulunuyorlardı. Rusların ve bazı Amerikalı misyonerlerin yardımlarıyla Trabzon, Yunan milli propagandasının merkezi haline geliyordu. Amaç İnebolu veya Sinop’tan Doğu’da Batum’a, güneyde ise Sivas, Tokat ve Amasya’ya kadar uzanan bir "Rum Pontus" devleti kurmaktı.

Birinci Dünya savaşı sırasında çeşitli cephelerde savaşan Osmanlı ordusunun bölgede asayişi koruyamamasından yararlanan Rum asker kaçakları, yerli Türk ahalisine saldıran, mallarına el koyan, köylerini tahrip eden çeteler kurdular. Rus makamlarının da desteğiyle Odesa Rumları onlara sürekli silah ve cephane ulaştırmaktaydı.

1915-1917 tarihleri arasında Trabzon’u işgal eden Rus kuvvetlerinin subayları arasında Ermeniler ve Rumlar vardı. Bolşevik İhtilali’nden sonra Rus kuvvetleri çekilince geride bıraktıkları silahlar ve malzeme, Rum ve Ermeni çetecilerinin eline geçti. Türklere karşı saldırılar daha da şiddetlendi.

***

Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz Yunanistan, Karadeniz kıyılarını Türkiye’den koparmak siyasetine daha fazla sarıldı. Rumlar, Yunanistan’ın özel misyonla gönderdiği bir emekli subayın yönetiminde Türklere karşı tam bir etnik temizlik hareketi başlatırken nüfus oranını değiştirmek amacıyla binlerce Rum yerleşimci de bölgeye sevk edilmekteydi.

Bolşeviklere karşı çarpışan Beyaz Ruslara yardım bahanesiyle Boğazlardan Karadeniz’e çıkan Yunan gemileri, Trabzon’a silah ve mühimmat yığmaktaydılar. Haziran 1920’de saldırılar Anadolu’nun içlerine kadar sıçradı. Fakat Türk ordusu tedricen toparlandıktan sonra işler değişti.

Ocak 1921’de Nureddin Paşa’nın komutasındaki kuvvet, bölgede kontrolü sağladı ve 25 bin kadar Rum, Orta Anadolu’da kamplara götürüldü. Nureddin Paşa, daha sonra, tenkil hareketinde aşırı derecede sert davrandığı suçlamasıyla Ankara’da yargılandı, ancak beraat etti.

***

Shaw’un kitabında ortaya koyduğu gerçek özetle böyle. Topyekûn bir Yunan tecavüzüne maruz kalan bir ülke, kendini savunmaktan başka ne yapabilirdi? Kaldı ki 1919 ile 1922 arasında Yunan ordusunun ve onun himayesine giren Anadolu Rumlarının yaptıkları mezalim gayet iyi belgelenmiştir.

Ermeni iddialarını destekleyici Mavi Kitap’ın yazarı Arnold Toynbee’nin bile İzmir’in işgalinde girişilen korkunç katliamı kanıtlayan bir raporu var. Yunanlılar, çoğunlukla kendilerini de büyük travmalara sürükleyen tarihlerinin bahtsız bir bölümünü tekrar tartışmaya açmanın isabetine herhalde inanmıyorlar.

Ne var ki fanatikler, kendi yarattıkları efsanelere hep inanırlar.
Yazının Devamını Oku

Bosna-Hersek

20 Mayıs 2006
UZUN yıllardan beri Bosna’ya gitmemiştim. Geçen hafta sonunu Saraybosna’da ve kısmen de Mostar’da geçirmek fırsatını buldum. İlkbahar güneşinin altında Bosna’nın inanılmaz doğal güzelliği büsbütün göz kamaştırıcıydı.

Buna tarihi ve kültürel zenginlikler de eklenince, Bosna-Hersek’te ekonomik alanda en çok umut vaat eden sektörün turizm olacağı anlaşılıyor. Halen Bosna-Hersek’te yüz binlerce insanın hayatına ve bir milyonun göçüne neden olan 1992-95 travmasını aşma süreci içinde.

1995 Dayton Anlaşması’nın kurduğu ister istemez geçici ve bir hayli suni politik yapı içinde yaralarını sarmaya çalışan Boşnaklar ile Sırplar ve Hırvatlar arasında artık şiddet yok, fakat bireysel ve toplumsal ilişkilerde savaş öncesindeki birlikte yaşama ve karşılıklı hoşgörü ortamını tekrar yaratmak kolay olmayacak.

***

Müslüman ülkeler, Boşnaklara yardım konusunda gerçekten ciddi bir çaba içine girmişler. En fazla katkıda bulunanlar arasında Suudi Arabistan ve Malezya geliyor. Çoğu 16. yüzyıldan kalma Osmanlı camilerinin hákim olduğu Saraybosna’nın sihirli siluetinde şimdi bu ülkelerin inşa ettikleri değişik stilde camiler de göze çarpıyor.

Fakat İslám Konferansı Örgütü (İKÖ) üyeleri arasında en belirgin rolü oynayan kuşkusuz yine Türkiye. Çatışmalarda tahrip olan tarihi eserlerin tamirine en fazla mali katkıyı yapmadıysa bile Mostar Köprüsü’nün restorasyonunda olduğu gibi uluslararası toplumu seferber etmede başrolü oynamış.

İKÖ’yü "Barış Uygulama Konseyi Yönlendirme Kurulu"nda temsil ettiği için Bosna-Hersek’in politik gelişmelerinde ve yönetim sistemini yeniden yapılandırma faaliyetlerinde söz hakkı var. Bir NATO üyesi sıfatıyla "İstikrar Gücü"ne (SFOR) başından beri katıldı. AB görevini NATO’dan devraldıktan sonra "Avrupa Gücü"(EUFOR) bünyesinde Zenica’da konuşlandırılmış 350 kişilik bir birlik bulunduruyor.

Mimari ödüle layık görülen bir binada bulunan Saraybosna’daki Türk Kültür Merkezi büyük rağbet görüyor. Kentin ünlü Başçarşısı Türk turistlerle dolup taşıyor. İki ülke arasında yine bir iki ufak pürüz yok değil. Bosna-Hersek Hükümeti, KKTC’ye pek sıcak bakmıyor. Hatta Güney Kıbrıs’la diplomatik ilişkiler kurmuş.

Bunun nedeni, Bosna-Hersek toprağının yüzde 49’unda hemen hemen tamamen bağımsız mevcudiyetini sürdüren Sırp yönetimi ile KKTC arasında bir paralellik algılamasıdır. Azerbaycan ile de aşağı yukarı aynı sorunumuz yok mu?

***

Boşnaklar için İslam, kendilerini Hırvatlardan ve Sırplardan ayıran başlıca unsur. Din, kimliklerinin temeli. Bosna’nın entelektüel ve kıvrak zekálı Müftüsü Mustafa Çeriç, ülkesini, Avrupa’da çeşitli kültürler arasında en anlamlı sentezi başarmaya aday bir ülke olarak tanıtıyor.

Bosna-Hersek’te siyasi gündemin en önemli konusu, Dayton anlaşmalarının tesis ettiği devlet sistemini daha işlevsel bir yapıya kavuşturacak anayasa reformu. Bu amaçla hazırlanan taslak, Boşnak milletvekillerinden bir grubun da oylarıyla reddedildi.

Sebebi, reform paketinin Sırpların ayrı statüsünü gerçekte geniş ölçüde devam ettirmesi. Fakat Bosna-Hersek artık uluslararası himayeden çıkarak kendi yolunu bulacaksa bir uzlaşıdan kaçış yok.

***

Nitekim bunun imkánsız olmadığını, ülkeden ayrılmadan yaptığım son ziyarette anladım. Havaalanına yakın Ilıca adlı bir Boşnak mahallesinde, savaş sırasında evlerinin altından başlayan 700 metrelik bir tünel kazıp silah ve yaralıları oradan kaçırmış bir aile, bugün tüneli müzeye dönüştürmüş.

Müzenin rehberi ailenin küçük oğlu Ediz, 17 ile 21 yaş arasında savaşta bilfiil çarpışmış. Bugün müzeyi gezmeye gelen Sırplar hakkında ne düşündüğünü sordum. "Hoşgelsinler, tarih tarihtir" diye cevap verdi.
Yazının Devamını Oku

Bir enerji tartışması

16 Mayıs 2006
DÜNYANIN bugünkü politik ve ekonomik denkleminde enerjinin oynadığı rol gittikçe artmaktadır. Üretici ülkeler ile tüketici ülkeler arasındaki çıkarların bağdaştırılması zaman zaman son derece çetin sorunlara yol açıyor. Petrol ve gaz fiyatlarının yükselmesi, bütün dünya ekonomisini etkiliyor. Venezüella ve Bolivya’da olduğu gibi petrol ve gaz kaynaklarına sahip ülkelerdeki iktidarların siyasi eğiliminin de gittikçe problem yaratmaya başladığını görüyoruz. Fiyat istikrarı ve ikmal garantisi anlamında enerji güvenliği artık uluslararası gündemin en öncelikli sorunlarından biri.

"Forum Istanbul"un geçen haftaki toplantısında "Enerjinin istikbali ve Türkiye’nin enerji koridoru olarak rolü" panelinde işte bütün bu sorunlar oldukça kapsamlı bir şekilde ele alındı. Bu tartışma, aynı zamanda, Türkiye’nin sorunları irdelenirken ideolojik yaklaşımlara ve kalıp fikirlere itibar edilmemesi gerektiğini gösterdi. Rakamlar ve gerçekler peşin hükümlere yer bırakmıyor.

* * *

Toplantıda Enerji Bakanı Hilmi Güler ve diğer panelistler, Türkiye’nin enerji tablosunu ve bu tabloya dayanan uzun vadeli politikasını ortaya koydular. Türkiye’nin bugün yıllık elektrik üretimi 162 milyar kilovatsaat (kvs) civarında. Potansiyeli 175-180 milyar kvs kadar. Yıllık tüketim artışı yüzde 6-7.

Türkiye halen elektrik üretiminde doğal gaza oldukça bağımlı hale gelmiş; fakat bu sayede bir elektrik krizi yaşamamış. Önümüzdeki yıllarda hidroelektrik ve kömür santrallarına, rüzgára, Türkiye’nin zengin olduğu jeotermik enerjiye çok daha fazla ağırlık verilmesi planlanmış durumda. Ancak bütün bu kaynakların kullanılması dahi 2020 ve daha ileriki yıllarda ülkenin ihtiyacını karşılamaya yetmeyecek.

Nükleer santrallara ihtiyaç bundan kaynaklanıyor. Nükleer dışındaki alternatif ya doğal gaza bağımlılığı artırmak veya geniş mikyasta kömür ithal etmek. Nükleer santrallar konusundaki korkulara gelince, teknolojinin şimdi varmış olduğu aşamada riskler çok azalmış.

Çernobil faciasını yaşayan Ukrayna’da bile yeni santrallar yapılıyor. Nükleer atıklar kuşkusuz ciddi bir sorun. Bununla beraber atıklar tekrar kullanılabileceğinden bunları talep edenler bile var. Nükleer santrallara sahip olmayan bir ülkenin nükleer teknolojiye hákim olamayacağı da inkár edilemez.

* * *

Enerji Bakanı, petrol ve gaz konusunda Türkiye’nin sadece bir koridor teşkil etmekle yetinmeyeceğini, ayrıca bir enerji terminali olmak istediğini de vurguladı. Petrol açısından Ceyhan bunun tipik bir örneği. Ceyhan hem Bakü’den ve hem de Kerkük’ten gelen boru hatlarının terminal noktası. Samsun- Ceyhan boru hattı da gerçekleşirse bu terminalin önemi büsbütün artacak.

Gaza gelince, Mavi Akım yolu ile gelen Rus gazının da güneye kadar indirilmesi ve oradan bir boru hattıyla İsrail’e sevk edilmesi öngörülüyor. Bu son projenin rantablitesi tartışmalı; çünkü gazı sıvılaştırarak LPG olarak İsrail’e göndermek çok daha ucuza gelecek.

Gerek Mavi Akım’dan gerek İran’dan gelen gazın batı Avrupa’ya nakli için de bir tanesi inşa halinde iki boru hattı projesi mevcut. Biri Yunanistan üzerinden İtalya’ya, Nabuko projesi diye adlandırılan ikincisi de Bulgaristan üzerinden Romanya ve Macaristan’a uzanacak.

* * *

Türkiye, dünya petrol ve gaz rezervlerinin yüzde 70’ine sahip Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu coğrafyasının komşusu. Bu potansiyeli rasyonel bir şekilde kullanmak yolunda çok önemli adımlar atmış bulunuyor.

Türkiye’ye gerek siyasi, gerek ekonomik alanda atfedilen değer boşuna değil. İçteki politik çekişmelerle galiba lüzumsuz yere kendimizi karamsarlığa kaptırıyoruz.
Yazının Devamını Oku

İran’ın garip diplomasisi

13 Mayıs 2006
İRAN’ın kendine özgü bir diplomasisi var. Dinciliğin, bağnazlığın, fırsatçılığın, gerçekçiliğin, kibrin ve kıvraklığın birbirleri ile etkileştikleri bir diplomasi. Bunun çok ilginç tazahürlerini son günlerde bir kere daha gördük. Bir İran Cumhurbaşkanı ilk defa ABD Başkanı’na bir mektup gönderdi. Mektupta Ahmedinecad Bush’un dindarlığına vurgu yaparak ona "Hazreti İsa’nın öğrencisi" diye hitap ettikten sonra 1979’da Tahran’daki ABD Büyükelçiliği personelinin rehin alınmasını haklı gösteriyor. Yahudi soykırımını reddeden tutumunu da değişik bir şekilde takdim ediyor. 6 milyon Yahudi Naziler tarafından öldürülmüş olsa bile, bu olayın Ortadoğu’da İsrail devletinin kurulmasına yol açmaması gerektiğini savunuyor. ABD ile diyalog başlatmak açısından çok rasyonel bir yaklaşım değil, fakat yine de bir kapı aralamak amacına yönelik. İsrail için Ahmedinecad’ın mektubunda yazdıkları ise İran’ın İsrail-Filistin ihtilafında Arap devletlerinin hepsinden daha uzlaşmaz tutumunu yansıtıyor. İyi de bu tutumun Filistinlilere gerçekte faydası ne?

* * *

İran diplomasisinin bir başka ilginç uygulamasını Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Laricani’nin Ankara ziyareti sırasında gördük. Laricani fütursuzca Türkiye-ABD ilişkilerini bozmaya kalkıştı. ABD yetkililerinin PKK ile bir ay önce Musul ve Kerkük’te görüştüğünü iddia etti. Bunu baş başa toplantılarda da söylemedi, basına açıkladı. Laricani’nin iddiları doğru mudur, değil midir, bilmiyoruz. ABD resmen bu iddiaları yalanladı. Fakat asıl problem başka yerde. Bir resmi temsilci, kendisini misafir eden ülke ile onun müttefiki arasına alenen nifak sokmaya girişmiştir. Diplomatik geleneklere hiç uymayan, Türk kamuoyunun sağduyusunu küçümseyen bir davranış.

* * *

İran ayrıca Kuzey Irak’taki PKK kamplarına karşı füze atışlarını Türkiye’ye yardım için yaptığı izlenimini uyandırmaya çalışıyor. Bu konuda da kuşkusuz büyük bir abartma mevcut. Füze saldırılarının etkisi hakkında hálá hiçbir haber gelmedi. İran’ın PKK’ya karşı şimdi cephe almasının başka nedenleri olduğu da bilinmektedir. Aylardan beri İran’ın Kürtlerle meskûn bölgelerinde İran silahlı kuvvetleri ile Kürt militan örgütleri arasında çatışmalar oluyor. İran, PKK’nın İranlı Kürt terör örgütleri ile temas ve işbirliğinden tedirgin. Tek amacı Türkiye’ye yardım etmek değil. İran’ın eskiden beri Kürtler konusunda koşullara göre değişen bir politikası olduğu unutulmamalıdır. Irak Kürtleri ile dengeli ve iki tarafın da yararına ilişkiler geliştiremezsek, Şiilere yakınlığına rağmen, İran’ın, Kuzey Irak Kürt bölgesinde en nüfuzlu devlet olmayı başarması hiç şaşırtıcı olmaz.

* * *

Nükleer programları konusunda İran’dan başlıca sikáyet, yine şeffaflıktan sürekli kaçınmaya çalışması değil mi? Uluslarası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Müdürü El Baradei, 28 Nisan tarihli raporunda, beş yıllık bir çabadan sonra UAEA’nın, İran’ın nükleer programlarının bütün yönlerini kapsayan bilgilere bir türlü ulaşamamasını kaygı verici bulduğunu vurguluyor. Fakat İran’ın fazla bir endişesi yok. Rusya ve Çin BM şartının zorlayıcı önlemlere ilişkin 7’nci bölümüne bir Güvenlik Konseyi kararında atıf yapılmasına yanaşmıyorlar. ABD’nin, İran ile bir grup ülkenin yürüttüğü müzakerelere bir şekilde katılması yolundaki telkinler çoğalıyor. Güvenlik Konseyi’nin toplantıları ertelendiği gibi İran’a ticaret ve barışçı nükleer programlar alanında işbirliği vaatleri gündemde. Şimdiki aşamada İran diplomasisinin başarısız olduğu söylenemez!
Yazının Devamını Oku