Arap Birliği ve Türkiye

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın da bir konuşma yapmak üzere katıldığı Hartum’daki Arap Ligi toplantısının çok başarılı geçmediği anlaşılıyor.

"Araplar ortak bir dilin böldüğü bir millettir" deyimi galiba yanlış değil. Ortadoğu bölgesinde her zamandan daha fazla krizlerle karşı karşıya bulundukları halde Arap ülkeleri arasında bir görüş beraberliği ve dayanışma eğilimi görülmüyor. 22 devlet başkanından ancak yarısı Hartum zirvesine katıldı. Gelmeyenler arasında en büyük Arap devleti Mısır’ın Cumhurbaşkanı Mübarek ile en zengin devlet Suudİ Arabistan’ın Kralı Abdullah vardı. Üstelik Suudi Arabistan sıra kendisinde olduğu halde gelecek yılki toplantının Riyad’da yapılmamasını talep etti. Bazı devlet başkanlarının, Darfur bölgesine BM kuvvetleri gönderilmesine karşı koyan Sudan hükümetine destek anlamına gelmemesi için, ABD’nin isteği üzerine toplantıya gelmedikleri yolunda haberler var.

***

Arap Liginin İsrail-Filistin ihtilafındaki tutumunun temel öğesi 2002 yılında Suudi Arabistan’ın inisiyatifi üzerine kabul edilen karardır. Bu karara göre İsrail işgal ettiği topraklardan çekildiği takdirde Arap ülkeleri onunla kapsamlı bir barışa hazır bulunuyorlar. Hartum zirvesi sonunda yayımlanan deklarasyon bu yükümlülüğü teyit ediyor. Ne var ki 2002’den beri köprülerin altından çok sular aktı ve İsrail 1967 sınırlarının bir hayli ötesinde Filistin toprağına el koyan tek taraflı fiili bir çözüme yöneldi. Deklarasyon barış sürecine son vermek anlamına gelen İsrail’in oldu bittilerini reddediyor, fakat her zamanki gibi bir eylem iradesi belirtmiyor. HAMAS konusunda deklarasyon Filistinlilerin liderlerini seçmek hakkının tanınması gerektiğini vurguluyor. Oysa HAMAS’ın zaferinin birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği kuşkusuz. HAMAS temsilcileri Türkiye’yi, Rusya’yı, İran’ı ziyaret ettiler, fakat ikamet ettikleri Suriye dışında hiçbir Arap ülkesine gidemediler. Suriye ve Lübnan konusunda da çelişkiler eksik değil. Hartum deklarasyonunda bir yandan ABD baskılarına karşı Şam ile dayanışma ifade ediliyor, diğer yandan eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin katillerinin bulunmasında ısrar ediliyor.

***

İran’ın nükleer silahlara sahip olması bütün Arap ülkelerinde endişe uyandırıyorsa da İran’ı eleştirmeye yanaşmıyorlar, bunun yerine İsrail’in Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı imzalaması ve Ortadoğu’nun nükleer siláhlardan arınmış bir bölge haline gelmesi çağrısında bulunuyorlar. Nihayet, deklarasyonda, beklenebileceği gibi, Hazreti Muhammed’e karşı hakaretler reddediliyor ve bütün ülkelerin bu gibi olayları yasaklayacak kanunlar kabul etmeleri isteniyor.

***

Türkiye’ye gelince, bugünkü hükümetin Arap ülkeleri ile ilişkileri ve işbirliğini geliştirmek amacına yönelik çabaları hiç şüphesiz çok isabetli. Bu alandaki başarılar da yadsınamaz. Fakat bazen sanki kolektif bir Arap kimliği varmış gibi hareket ettiğimiz izlenimi doğuyor. Örneğin Arap Ligi’nde sürekli gözlemci statüsünde niye ısrar ettiğimizi anlamak zor. Bütün Arap Ligi toplantılarına katılmamız bir gün bizim tasvip etmediğimiz ve politikamıza uygun düşmeyen kararlar veya bildirilerle özdeşleştirilmemiz sonucunu doğurabilir. Diğer taraftan, eğer çok yanılmıyorsam, zaman zaman "kral’dan fazla kral taraftarı olmak" eğilimine kapılıyoruz. Başbakan’ın Hartum’daki konuşmasında ve bazı açıklamalarında bu eğilimin izlerini görmek mümkün. Örneğin Başbakan silahlanma yarışının bir triyon dolarlık pazar payına ulaştığını vurgulayarak ABD’ye ve AB’ye çatıyor. İyi de bu silahların büyük kısmını Arap ülkeleri satın alıyorlar. Biz de alıyoruz. Ortada bir çelişki yok mu?
Yazarın Tüm Yazıları