1999 Helsinki zirvesinden beri Türkiye’nin gündeminin en başında yer alan AB üyeliği konusunun arka plana atıldığı izlenimi bir süreden beri yaygın.
Hükümet içinde artık yalnızca iki bakanın, Dışişleri Bakanı Gül ile üyelik müzakerelerini yürütecek Devlet Bakanı Babacan’ın Avrupa davasına sahip çıktıkları, Başbakan’ın ve diğer bakanların, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin "türban" kararına ve Türkiye’nin üyeliğini yokuşa sürmeye yönelik girişimlere karşı duydukları tepki nedeniyle, AB’den iyice soğudukları yolunda bir hayli haber var.
Zaten Başbakan, "Bizim AB gibi bir hastalığımız yok" demekten kaçınmadı. Son yapılan bir kamuoyu yoklamasında AB üyeliğine destek oranının yüzde 61’e düştüğünü de unutmamak gerek. Artan radikal milliyetçilik akımının ve bu yıl Brüksel’den gelmesi muhtemel olumsuz değerlendirmelerin etkisiyle bu oranın daha da aşağıya inmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
***
Başbakan’ın söylemlerine rağmen son günlerde AB konusunun tamamen rafa kaldırılmadığını gösteren bazı gelişmeler yok değil. Babacan, TÜSİAD’ın düzenlediği bir toplantıda AB sürecinde fırsat kaçırılırsa bunun tekrar yakalanmasının onlarca yıl sürebileceğini belirtti.
Gül de AB’nin beklentileri doğrultusunda yeni bir siyasi reform paketini açıkladı. Avrupa kamuoyuna yönelik yeni bir iletişim stratejisinden söz ediliyor. Avrupa Parlamentosu, AB Konseyi ve AB Komisyonu’nun temsilcilerinden oluşan bir değerlendirme jürisinin, İstanbul’u 2010 yılında Avrupa Kültür Başkent’i olarak önermesi, bu yeni iletişim stratejisine ivme verecek çok önemli bir kazanımdır.
Ne var ki, yeni Terörle Mücadele Yasası’nın nasıl karşılanacağı henüz belli değil. Avrupa’daki genel eğilim ışığında daha etkin mücadeleye imkán verecek önlemlere itiraz edilemezse de, güvenlik ile özgürlükler arasındaki dengede ölçünün kaçırılması, tepki doğurur.
***
Kuşkusuz üyelik sürecinin ilerlemesi ve tıkanmaması, AB’nin de yapıcı bir tutum içinde olmasına bağlıdır. Oysa Brüksel’den gelen haberler pek içi açıcı değil. İlk müzakerenin "Eğitim ve Kültür" başlığı üzerinde başlaması öngörülüyordu.
Oysa Fransa, dönem başkanı olan Avusturya’nın desteğiyle, siyasi kıstasların yerine getirilmesinin bu başlıkta müzakerelere başlanması için önkoşul olmasını talep etmeyi şimdilik sürdürüyor. Türkiye’nin üyeliğini zorlaştırmak için ileri sürülen bir başka sav da "sindirme kapasitesi".
AB’nin Türkiye’yi massedebilecek bir kapasitesi olup olmadığının başlıca kıstas sayılmasını isteyenler mevcut. Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs dahil yeni on üyeye teşmil eden protokol, TBMM’nin onayına sunulmadı; fakat fiilen uygulanıyor.
Güney Kıbrıs ile bu çerçevede ticaret başladı. Güçlük, Türk limanlarının Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına açılmamasından kaynaklanıyor. Türkiye limanlarını açmak için KKTC’nin deniz ve hava limanları üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasında ısrarlı. Fakat AB’nin protokol anlayışı değişik.
Türkiye’den tek taraflı bir uygulama beklentisi içinde. Daha olumlu bir tutumda olacağı umulan yeni Yunan Dışişleri Bakanı Bakoyani’ye de Papadopulos bu konuda kuvvetli destek veriyor. Limanlar meselesi belki 2006 yılında AB sürecini bloke edecek çapta bir kriz yaratmaz; ancak çözümlenmedikçe kriz potansiyelini muhafaza edecektir.
***
Mevcut ve olası güçlükler Türkiye’yi 43 yıldan beri yürüttüğü davadan vazgeçirmemelidir. Türkiye’nin bu mücadelesinde sonuna kadar sebat etmesi ona bir şey kaybettirmez.
Aksine, Babacan’ın belirttiği gibi "Türkiye’nin kaybettiği bir oyunda Türkiye içinden kimsenin kazançlı çıkması mümkün değildir". Muhalefet de umarız bu anlayışla hareket eder.