SON zamanlarda, ABD ile İsrail’in politikaları arasındaki uyumun, iki ülke arasındaki çıkarların gerçekte örtüşmesinden değil; yalnızca İsrail’in çıkarlarına hizmet edecek bir politikaya ABD’yi Yahudi lobisinin ikna etmeyi başarmasından kaynaklandığı ileri sürülmeye başlandı.
Beklenebileceği gibi bu iddialar şiddetli bir tepki doğurmaktan geri kalmadı. Antisemitizm suçlamaları birbirini izlerken, Amerikan medyası, büyük çoğunluğuyla, ABD-İsrail ilişkilerinin hálá tabu bir konu olmaya devam ettiğini gösteren bir sessizlik sergiledi.
***
ABD-İsrail ilişkilerinin her zaman bugünkü gibi dokunulmazlığı yoktu. Başkan Eisenhower 1956 yılında Mısır’a birlikte saldıran Fransa, İngiltere ve İsrail’e çok sert davranmış ve her üçünü de Mısır’dan kuvvetlerini çekmeye zorlamıştı. 1960’lı yıllarda İsrail, Fransa’nın yardımıyla nükleer güç haline gelirken, ABD ilk önce bundan kaygı duymuş; fakat daha sonra nükleer silah teknolojisinin geliştirilmesinde ona katkısını esirgememişti.
Müteakip yıllarda Yahudi kökenlilerin servet ve siyasi nüfuzları arttıkça İsrail ile ABD arasındaki ilişki tam bir stratejik ortaklığa dönüştü. Clinton’ın başkanlığı döneminde Dışişleri Bakanlığı’nda Ortadoğu işlerinden sorumlu bütün birimler Yahudi kökenliler tarafından yönetiliyordu.
Onlara "üç haham" lakabı takılmıştı. Bir Amerikan diplomatının o tarihlerde söylediklerini hatırlıyorum: "Sekreterlerini bile kendi dinlerinin mensupları arasından seçiyorlar. Bizlere bir türlü güvenemiyorlar!" Ne var ki Clinton, aynı devirde, Filistinliler için çok avantajlı bir çözüm modeli önermiş, Arafat ise hep yaptığı gibi bu fırsatı da kaçırmakta tereddüt etmemişti.
Bugün İsrail ve Filistin’deki gelişmeler artık görünebilir bir istikbalde çözüm umudu vermediği gibi çok uzun bir istikrarsızlık, gerginlik ve şiddet devrine her gün zemin hazırlamaktadır.
***
3 Nisan’da Financial Times Gazetesi’nde yayımlanan makalesinde, "Selánik, Hayaletler Şehri" kitabının yazarı Columbia Üniversitesi Profesörü Mark Mazower, ABD’de İsrail’e karşı en ufak bir eleştiriye dahi antisemitizm damgasını vurmak eğiliminin kuvvetlendiğini belirtiyor ve 2004 yılında kongrenin kabul ettiği "Global Antisemitizm BilinciYasası"na değiniyor.
Yasaya göre, "Kuvvetli İsrail aleyhtarı duygular" ve "İsrail ve Filistin’deki gelişmelere Müslüman muhalefeti" antisemitizmin kanıtı sayılabilir. İsrail’in daha geniş emellerini destekleyen ideolojik ve siyasi bir doktrin olan siyonizm tepki çekmiyor, buna karşılık antisiyonizm, antisemitizm ile aynı sepete konuluyor.
Amerika’da bir tarih profesörü, Roma tarihini anlatırken İsrail’den bahsetmeden Filistin’e atıfta bulunduğu için öğrencilerin hışmına maruz kalmış. İsrail’de durum biraz farklı. Aynı tip eleştirilere hedef olan İsrailli akademisyenler bunlardan etkilenmiyorlar. Yahudi lobisi, ABD’de İsrail’de olduğundan bile daha güçlü!
***
Yahudi lobisine karşı bütün kıpırdanışların arkasında kuşkusuz Irak savaşına karşı gittikçe büyüyen tepki var. Irak savaşının da aslında ABD’den çok İsrail’in çıkarlarını korumak fikrine dayandığı savı inandırıcı görülebiliyor.
Mazower, yazısının sonunda, haklı olarak, ABD-İsrail ortaklığının da eleştiriye açık olması gerektiğini vurguluyor ve tarihte hiçbir özel ilişkinin ebedi kalmadığını hatırlatıyor.
Yahudi lobisi ile Türkiye’nin tecrübesi çok farklı değil. Lobi Türkiye-İsrail ilişkilerini İsrail’in çıkarlarına uygun gördüğü için Türkiye’yi her alanda çok destekledi. Fakat kendi görüşleriyle bağdaşmayan söylemler ve tutumlar karşısında reaksiyonu İsrail’inkinden çok daha fazla oldu.