8 Temmuz 2006
GEÇEN hafta, Strasbourg kaynaklı bir haberde, İnsan Hakları Mahkemesi’nin(AİHM), Sünni İslam bilgileri içeren zorunlu din derslerine Alevi öğrencilerin tabi tutulmasını din ve vicdan özgürlüğüne aykırı bulan bir karar aldığı belirtiliyordu. Türkiye’deki iç hukuk yolları tüketildikten sonra 2001 yılında yapılan başvuru hakkında AİHM aslında henüz bir karara varmış değil. Duruşma daha ileri bir tarihte, sonbaharda yapılacak. Fakat davanın haberde belirtildiği şekilde sonuçlanması şaşırtıcı olmaz. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 9. maddesi bu konuda çok sarih:
"Her şahıs düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak din veya kanaat değiştirme özgürlüğünü ve alenen veya özel olarak, ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle, tek başına veya toplu olarak dinini veya kanaatini açıklama özgürlüğünü kapsar." Kaldı ki yapılan son bir değişiklikle Anayasamız "..temek hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır" demektedir.
Dolayısıyla AİHM kararını tahmin edilen yönde verdikten sonra zorunlu din derslerinin sürdürülmesine hukuken imkán kalmayacaktır. Siyasi açıdan AB Komisyonu raporlarının dini özgürlükler konusunda ısrarlı taleplerde bulunduğu da hatırlanmalıdır.
Milli Eğitim Bakanı Çelik ise AİHM’nin varsayılan yaklaşımına hayret verici bir tepkide bulundu. Ona göre Türkiye’de halkın %99’u Müslüman olduğuna göre zorunlu din derslerinde başka dinlere yer vermek gereksizdir. Oysa Anayasamızın, din eğitimini zorunlu kılan tartışmalı hükmü yine de hiç değilse "din kültürü ve ahlák" öğretiminden söz etmektedir. Şimdiki uygulama ise Anayasa’nın vazettiği kavramdan da çok uzaklaşmıştır. Din dersleri Sünni İslam üzerine odaklıdır ve açıkçası laik bir eğitim sistemi ile hiç bağdaşmayan bir içeriktedir.
Bakın, bir lisenin din dersi sınavındaki sadece iki soru ne kadar manidár: "Gerçek hayat nerede yaşanacaktır? Bunu bir ayet mealiyle ispatlayın", "Hazreti Muhammed’in son peygamber olduğunun en büyük delili nedir?" Bunun gibi 39 soru daha var. Din bir inançtır. İnançların ispatı, delili olmaz. Kimi inanır, kimi inanmaz.
Bu tartışmalar Avrupa’da Türkiye’nin hukuken laik bir devlet olmakla beraber, toplumun eğilimleri ve davranışları açısından aynı şeyin söylenemeyeceği kanaatinin gittikçe yayıldığı bir zamana rastgeliyor. Trabzon’da, Samsun’da ve İzmir’de Hıristiyan din adamlarına karşı saldırılar bir Hıristiyan karşıtı cereyanın geliştiği yönünde yorumlanıyor. Ayasofya’nın statüsünü yavaş yavaş değiştirme girişimlerinin tepkisiz kalması beklenemez. Vatikan çevreleri, Türkiye’de din özgürlüğünün kısıtlandığını ileri sürerek Türkiye’nin AB üyeliğine karşı geliyorlar. Papa 16. Benedict’in sonbaharda yapacağı ziyaretin bazı tatsızlıklara ve gerginliklere yol açmasını önlemek galiba o kadar kolay olmayacak.
Avrupa’da bütün ülkeler hukuki yapıları itibariyle laik değil. İngiltere’de Anglikan Kilisesi’nin başı Kraliçe. Kilisenin ileri gelenleri Lordlar Kamarası’nın tabii üyeleri. Avam Kamarası’nın başkanı toplantılara papazların refakatinde geliyor. Almanya ve Avusturya’da Kilise vergisi var. Fakat toplumlar laik. Eğitim de laik. Laiklik sadece anayasa ve kanun maddeleri ile garantiye alınamaz.
Önemli olan, dini inançlara saygının yanı sıra laikliği toplumsal ve bireysel düzeyde benimseyebilmektir.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2006
TÜRKİYE geleneksel olarak tek eksenli bir dış politikaya bel bağlamamış, her zaman bir denge arayışında bulunmuştur. Atatürk’ün siyaseti de esasen aynı yöndeydi. Milletler Cemiyeti’nde Türkiye, özellikle Faşist İtalya’ya karşı cılız dahi olsa ortaya çıkan tepkilere destek vermiş, Balkan ve Sadabad paktlarını imzalamış, Batılı demokrasilere daha yakın olmuş; fakat aynı zamanda Sovyetler Birliği ile komünist rejimin elverdiği ölçüde iyi ilişkiler yürütmüştür.
* * *
İkinci Dünya Savaşı’nda İsmet İnönü, İttihat ve Terakki’nin çılgınlığının Birinci Dünya Savaşı’nda ülkeyi nasıl bir felakete götürdüğünün bilinci içinde, dáhiyane bir denge politikasıyla Türkiye’yi savaş dışında tutmuş, savaştan sonra da şimdi bazılarınca küçümsenen Sovyet tehdidine karşı ABD ile NATO’ya katılmakla sonuçlanacak bir işbirliğini başlatmıştı.
Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 27 Mayıs’tan önce Sovyetler Birliği ile ilişkileri yeni bir zemine oturtmak amacıyla Moskova’ya gitmeye hazırlanıyorlardı. 1964’ten itibaren Sovyetler’le oldukça önemli bir ekonomik işbirliği başlatıldı. Siyasi bakımdan da ilişkilerde belirli bir düzelme gerçekleşti.
Sovyetler’in, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in Moskova ziyareti sonunda yayımlanan ortak bildirinin Kıbrıs paragrafına "Kıbrıs Türk toplumu"ibaresinin konmasına razı olması, o zaman büyük bir başarı olarak karşılanmıştı! O tarihten beri Kıbrıs konusunda katettiğimiz mesafeyi düşünürsek "Kıbrıs elden gitti, gidiyor" feryatlarının ne kadar geçersiz olduğunu daha iyi anlarız.
* * *
Menderes hükümetinin büyük hatası, Ortadoğu’da Bağdat Paktı çerçevesinde Arap milliyetçiliğine karşı bir politika gütmesi olmuştu. Tabii bu yola ABD ve İngiltere tarafından zorlandığımız kanaatinin yaygın olduğunu biliyorum. Doğru değil, biz de kraldan fazla kral taraftarlığı yapıyorduk.
1960’larda Demirel hükümeti, Ortadoğu’da denge politikasına geri dönmeyi başardı. Özal da Soğuk Savaş sonrasının riziko ve fırsatlarını iyi değerlendirmeyi bildi.
Peki bugünkü durum nedir? Bugün de gerçekte aynı politika amaçlanıyor; fakat Soğuk Savaş sonrasının siyasi koşulları, küreselleşme olgusu, 11 Eylül sonrasının ortamı, AB üyelik süreci ve Ortadoğu krizleri, stratejik tercihleri güçleştiriyor. İç siyaset belki her zamandan fazla dış politikayı etkiliyor ve kısıtlıyor.
Dini inançlar ve din kültürü, politik algılamaları ve tepkileri şekillendirirken inzivacı milliyetçilik dürtüsü dış politikanın esnekliğini ciddi surette engelliyor. Denge kavramının yerine alternatif kavramı geçmeye başladı. Örneğin, Rusya ve İran ile işbirliği, AB sürecini tamamlayan ve güçlendiren bir unsur iken AB’ye alternatif olarak değerlendiriliyor ve yüceltiliyor.
Öncelikler unutuluyor. AB süreci, yalnızca Kıbrıs meselesi yüzünden değil, Kopenhag kriterlerinin uygulanması alanındaki ciddi eksiklikler yüzünden zorda. ABD ile ilişkilerde bazı olumlu gelişmeler varsa da tam bir karşılıklı anlayış olduğu söylenemez. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 5 Temmuz’da Washington’a yapacağı ziyaret, artık politik vizyonlar arasında bir uyum sağlamalıdır. Bu uyuma sadece üzerinde çalışılan belgenin imzalanmasıyla varılamaz. Uygulamada iki tarafın da ona uyması gerekir.
* * *
AB’ye gelince, sürekli bir kriz ortamı ve gittikçe sertleşen söylemlerle sonuç almak mümkün değildir. AB politikamızı, onu etkileyen sorunları ve tutumları çok kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.
Belki, bu değerlendirme sonunda, bugünkü kilitlenmeyi aşmak için, müzakere sürecinin bir, bir buçuk yıl askıya alınmasını veya yavaşlatılmasını biz talep etmeyi ehveni şer olarak görürüz.
Cumhurbaşkanı seçiminden ve genel seçimlerden sonra sorunların daha rahat ele alınması mümkün olabilir. AB de bu arada Türkiye’ye karşı siyasetini yeniden değerlendirebilir. Onun da ikircikli politikasına artık son vermesi zamanı gelmiştir.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2006
TÜRKİYE-İran ilişkileri özellikle İslam devriminden sonra inişli yokuşlu ve çok kere güvensizlik yansıtan bir seyir izlemişti. Son zamanlarda ise bu durumun önemli ölçüde değiştiğini, ekonomi ve enerji alanlarında işbirliğinin arttığını, Ortadoğu’daki gelişmeler ışığında birbiriyle örtüşen çıkarların daha iyi değerlendirildiğini görüyoruz.
Hatta, İran’ın nükleer programları konusunda patlak veren krizin çözümlenmesinde bile Türkiye’nin özel bir rol oynamak istediği izlenimi var. Fakat bu rol konusunda Batı’daki algılamalar ve tepkiler bazen beklenilen ölçüde olumlu ve teşvik edici gözükmüyor. Bunun bir kanıtı, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Tahran’ı ziyareti sırasında, Türkiye’nin arabuluculuğunun gündeme geldiği haberi üzerine, ABD Dışişleri Sözcüsü’nün yaptığı açıklamadır.
Sözcü, Türkiye ile ABD’nin görüşleri arasında uyum varsa da, beş BM Güvenlik Konseyi üyesinin ve Almanya’nın sundukları öneri paketi için İran ile bir iletişim kanalının esasen mevcut olduğunu ve bu işlevin AB Konseyi’nin Diplomatik Temsilcisi Javier Solana tarafından yürütüldüğünü belirtti.
***
Türkiye’nin arabuluculuğunu İran’ın istediğini, Batılılarla müzakereleri yürüten Ali Larijani de anlaşılan söylemiş. Bu tutum şaşırtıcı sayılmaz. Larijani, Türkiye’nin ne de olsa İran’ın pozisyonlarına daha fazla sempatiyle bakacağını veya hiç değilse biraz daha zaman kazanılabileceğini ümit ediyor olmalı.
İyi de, arabuluculuk Türkiye’ye ne getirir? Prestij mi, yoksa hüsran mı?İşin sonunda her iki tarafla da kötü kişi olmak var. En iyisi bugünkü gibi İran ile paralel temasları sürdürmek ve gerekli telkinleri dostça yapmaktır. Kaldı ki Ortadoğu sorunlarında arabulucu veya Gül’ün dediği gibi "kolaylaştırıcı" havasına girmek, imaj bakımından da doğru değil.
Sanki Müslüman ülkelerle diyalog tekelinin bizde olduğunu düşündüğümüz intibaını veriyoruz. Batılı ülkelerin bu ülkelerle bazen bizden de yoğun her türlü ilişki içinde olduklarını unutmamalıyız.
***
İran ile ilişkilerimizin bugün eskisinden çok daha iyi olması büyük önem taşımakla beraber bu gelişme, ilişkilerin geçmişi hakkında bir efsane yaratılmasına yol açmamalıdır. Örneğin, Türkiye ile İran’ın 1639 Kasrı Şirin Antlaşması’ndan beri istikrarlı sınırlar içinde bir iyi komşuluk ilişkisinde olduğu teması pek geçerli değildir.
1639’dan sonra Türkiye ile İran arasında savaşlar eksik olmamış, İran Bağdat ve Basra’yı ele geçirmeye teşebbüs etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ermenilerin silahlandırdığı Kürt çeteleri, İran’dan Türkiye’ye girerek bir isyan hareketi tahrik etmişlerdir. İran’ın çok yakın bir geçmişte hem PKK’ya hem de Türkiye’deki köktendinci teröre verdiği destek de hafızalarda canlıdır.
İlişkiler düzelme sürecine girince mazinin duygusal kıskaçlarından sıyrılmak gerektiği doğrudur; fakat bunu yaparken seçici şekilde hareket edilmemelidir. Bugün, kolektif belleğin yalnızca İran değil, fakat Rusya hakkındaki olumsuz tarihi algılamalardan sıyrılmasını teşvik eden çabalar dikkati çekmekten geri kalmıyor.
Tarih çarpıtılmadıkça buna itiraz edilemez. Ne var ki Batı, özellikle ABD söz konusu olduğunda, sanki ilişkilerimiz sürekli olumsuzluklarla doluymuş algılamasını yaratmak için muazzam gayret sarf edildiği de bir gerçek. Bir ülkede kolektif belleğin selektif olması, dış politikanın akılcı bir zemine oturtulmasını engeller.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2006
SON iki hafta içinde açıklanan iki araştırma, Türk kamuoyunun eğilimleri açısından üzerinde dikkatle durulması gereken bir tablo ortaya koydu. Bunlardan birincisi, Işık ve Sabancı üniversitelerinin birlikte yaptıkları araştırmadır. Oldukça ürkütücü sonuçlara ulaşmış: Halkın % 67’si evliliklerde imam nikáhını şart koşuyor, % 60’ı ülkenin başarısızlıklarının nedenini inançsızlığa bağlıyor, % 51’i gerekirse insan haklarının kısıtlanabileceği görüşünde, % 40’ı için askeri rejim, demokrasiden daha iyi, % 65’i türban yasağının tamamen kaldırılmasına taraftar.
İkinci araştırmaya gelince, PEW tarafından "Global Tutumlar Projesi" çerçevesinde Türkiye dahil 13 ülkede gerçekleştirildi. Buna göre Türk halkının eğilimleri ile diğer Müslüman ülkelerin halklarının eğilimleri neredeyse tamamen örtüşüyor, hatta Türkiye’de halkın bazı konulardaki tutum ve tepkileri diğerlerinden daha da aşırı.
Türkler % 60 ve daha yukarı oranlarda Batılılara ahlaksız, fanatik, bencil, şiddet yanlısı ve küstah nazarıyla bakıyorlar. Hıristiyanlara olumlu bakanların oranı % 16’dan ibaret. % 49’u 11 Eylül saldırılarından Arapların sorumlu olduğuna inanmıyor.
* * *
Türkiye’nin, AB üyelik süreci çerçevesinde Batı kamuoylarının desteğini elde etmek çabası içinde bulunduğu bir sırada, her iki araştırmanın yansıttığı imajın bu çabalara çok ters düştüğü şüphesiz. Bu imaj Türkiye’nin, halkı Müslüman, fakat Batı değerlerini özümsemiş laik bir ülke olduğu temasının inandırıcılığını ciddi surette sarsabilir.
Türkiye’nin, cumhuriyetin bütün reformlarına rağmen, halkın zihniyeti açısından Mısır, Ürdün ve diğer Arap ülkelerinden pek farklı olmadığı izlenimini yaratarak AB ülkeleri ile Türkiye arasındaki kültürel uyuşmazlığı öne sürenlerin tezlerini güçlendirebilir. Fakat sorunun AB-Türkiye ilişkilerini çok aşan bir önemde olduğunu düşünüyorum.
AB üyelik sürecinin akıbeti nasıl olsa gittikçe daha belirsiz hale geldi. Çok ciddi bazı engelleri aşmamız, her zamandan daha zor gözüküyor. İç politika ile dış politikanın etkileşiminde iç politikanın sürekli ağır bastığını ve basmaya devam edeceğini kabullenmek gerek. Ne var ki üyelik sürecini bir tarafa bıraksak bile, araştırmaların sonuçları, bizi çok kritik bazı sorulara yanıt aramaya sevk etmelidir.
* * *
Tabii ilk akla gelen soru şu: Ne oldu da Türkiye’de böyle bir tabloyla karşılaşabiliyoruz? Buna cevap bulmak çok zor. Şurası muhakkak ki, bundan 20 yıl önce aynı araştırmalar yapılsaydı sonuçlar başka türlü olurdu.
Son 20 yılda nüfusun süratle artması, eğitim politikalarının nüfus artışıyla başa çıkamaması, solun yerini geniş ölçüde dine dayalı politikaların ve radikal milliyetçiliğin alması, eğitim sisteminin dogmatik ve siyah-beyazcı düşünce modellerini teşvik etmesi, yönetim zaafı, politik ve ekonomik istikrarsızlık, sosyal adaletsizlik, demokratik sistemin yolsuzluklarla özdeşleştirilmesi, bugünkü durumu doğuran nedenlerin ancak bazılarıdır.
Fakat bunların yanında hükümetlerin ve politikacıların da kamuoyunu yönlendirmek görevlerinde çok başarısız oldukları kabul edilmelidir. Batı karşıtlığının bugünkü boyutlara ulaşmasını frenlemek o kadar imkánsız mıydı? Batı ile temel dayanışma içinde bulunmamız gereği daha iyi anlatılamaz mıydı?
Kuşkusuz bazı medya organları ve sivil toplum kuruluşları da halkı kolaylıkla etkileyen bitmez tükenmez komplo teorilerine daha az yer verebilirler, politik tartışmaların yıkıcı olmamasına daha fazla gayret sarf edebilirlerdi.
Ben yine de Türk kamuoyunun temel sağduyusunun çok kuvvetli olduğuna ve bugünkü psikolojik ve zihinsel kıskaçlarından kurtulabileceğine inanıyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2006
2006 yılı sonuna doğru gerek reformlar gerek Gümrük Birliği Protokolü yüzünden AB ile ilişkilerde üyelik müzakerelerinin devamını zorlayacak bir kriz olasılığı yaygın bir şekilde tartışıldığı sırada, Başbakan’ı ziyaret eden TÜSİAD yöneticileri AB ile ilgili bir kaygıları bulunmadığını ifade ettiler. Bu oldukça iyimser yorum galiba hükümetin temel AB politikasını sürdürmek kararlığını teyit etmiş olmasından kaynaklanıyor. Politik irade belki devam ediyor, fakat güçlükler de ortadan kaybolmuş değil. Daha üç gün önce AB Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde konuşan Komisyonun’un genişlemeden sorumlu üyesi Oli Rehn artık çok iyi bildiğimiz eleştirilerini, uyarılarını ve yıl sonuna kadarki beklentilerini tekrarladı. Reform sürecinde hızın kaybedilmiş olmasından endişe duyduğunu ve Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs dahil 10 yeni AB üyesine genişleten Ek Protokol’ü Türkiye’nin eksiksiz uygulaması gerektiğini hatırlattı. Aksi halde sonbaharda ciddi bir kriz yaşanabileceğini vurgulamaktan da geri kalmadı.
***
2004 AB zirvesinde Türkiye Ek Protokolü imzalamayı ve TBMM’nin onayına sunmayı taahhüt etmişti. Temmuz 2005’te imzalanan protokol henüz onaylanmadıysa da şimdiden yürürlükte. Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a ihracatına ve oradan ithalatına bütün AB ülkeleri ile ticaretimizin tabi olduğu hükümler uygulanıyor. Ancak AB, Gümrük Birliği çerçevesinde deniz ve hava limanlarımızın da Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına açılmasında ısrarlı. Bunu taahhüdümüzün bir parçası olarak görüyor. Türkiye ise limanların açılması için Kuzey Kıbrıs üzerindeki kısıtlamaların ve engellemelerin kaldırılmasını şart koşuyor. Bu şartın AB için somut olarak ne gibi tedbirleri gerektirdiği o kadar sarih değil.
***
Kıbrıs’taki referandumlardan hemen sonra, 26 Nisan 2004 tarihinde, AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi, Kıbrıs Türk toplumunun izolasyonunun sona erdirilmesine kararlı olduğunu ifade etmiş ve bu amaçla komisyonu kapsamlı kararlar almaya davet etmişti. Komisyon bunun üzerine 3 tüzük önerdi. Birincisi Yeşil Hat üzerinden Kuzey ile Güney arasındaki ticareti düzenliyordu. İkincisi Güney Kıbrıs’a 259 milyon Euro’luk bir mali yardım öngörüyordu. Bu iki tüzük de kabul edildi. Üçüncü tüzük direkt ticarete ve bu kapsamda özellikle Magusa limanının uluslararası ulaşıma açılmasına ilişkindi. Rumlar bunu engellediler. Sorun şu: AB Konseyi direkt ticarete imkán verecek bir karar alsa dahi Türkiye’nin ileri sürdüğü koşul yerine geliyor mu? Hayır, çünkü Türkiye Mayıs 2005’te Dışişleri Bakanının açıklaması ve daha sonra 24 Ocak 2006 Eylem Planı ile ek başka talepler meyanında Ercan Havalimanı’ndan direkt uçuşlar yapılabilmesini istedi. Ne var ki AB’nin bu konuda yetkisi yok. Ercan sorunu ancak Güney Kıbrıs’ın Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı’na yeşil ışık yakması ile çözümlenebilir. Demek oluyor ki Türkiye’nin taleplerinin hepsinin yerine gelmesi o kadar kolay olmayacak ve dolayısı ile AB’nin limanlar konusundaki beklentisi gerçekleşmeyecek.
***
Gümrük Birliği yüzünden 2006 sonunda kriz çıkar mı,çıkmaz mı, bugünden kestirmek zor. Fakat müzakere sürecinin sekteye uğramaması için hiç değilse AB’nin Kıbrıs meselesi dışındaki önemli beklentilerini olabildiği kadar yerine getirmek akılcılık olur. Ne yazık bu konularda da ilerleme kaydedilmesi olasılığı bugünkü genel siyasi ortamda bir hayli zayıf görünüyor. AB üyelik sürecinde bir kopma veya duraklamanın politik ve ekonomik maliyeti umarım gerçekçi bir şekilde hesap edilmektedir.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2006
TÜRKİYE, AB’nin güvenlik politikalarına 1999’dan beri büyük önem atfediyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Türkiye, jeopolitik konumunu ve NATO’nun ABD’den sonra en büyük ordusuna sahip olmasını, AB’ye üye olma politikasında elindeki belli başlı kozlardan biri olarak görmektedir. Türkiye, ayrıca Petersberg misyonları denilen kriz yönetimi ve ihtilafların önlenmesine yönelik operasyonların sorumluluğu bir ölçüde NATO’dan AB’ye kaydığı için bu operasyonların dışında kalmak istememektedir. AB operasyonlarının önemli bir kısmı NATO desteğiyle yürütüleceğinden Türkiye, AB ile NATO arasındaki işbirliğine ilişkin düzenlemelerde söz sahibidir.
Türkiye, AB’nin şimdiye kadar Makedonya’da giriştiği ufak çapta ve kısa süreli askeri ve polis operasyonlarına katılmıştır. Bosna-Hersek’te ise görevi NATO’dan devralan "Avrupa Gücü"nde 350 kişilik bir birlik bulunduruyor.
* * *
Avrupa güvenlik politikaları konusundaki terminoloji biraz karmaşık. Basite indirgersek, 1992’de Maastricht AB zirvesinde "Avrupa Dış ve Güvenlik Politikası" oluşturuldu. Bu, AB üyelerinin ortak dış politika hedeflerinin gerçekleşmesi amacıyla işbirliği yapacakları anlamına geliyordu.
1999’da ise "Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası"(AGSP) geliştirdi. AGSP çerçevesinde AB artık Petersberg misyonları için karar mekanizmaları ve operasyonlar yürütebilecek ortak bir askeri kapasite geliştirecekti.
Geçen hafta Sabancı Üniversitesi bünyesindeki Avrupa Politikaları Merkezi ve Avrupa Güvenlik Etüdleri Merkezi (Hollanda), Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (ASAM) de katılımıyla "Avrupa Güvenlik Mimarisi çerçevesinde AB ve Türkiye" konulu bir konferans düzenlemişlerdi.
Üzerinde özellikle durulan 4 tema vardı: Güvenlik tehditleri konusunda ortak anlayış, Türkiye’nin AB güvenlik politikalarına katkısı, Türkiye’nin AB’ye üye olmasının AGSP’ye etkisi, AGSP ile AB’nin komşuluk politikası arasındaki etkileşim. Bütün bu alanlarda Türkiye’nin katkısının özlü olacağı konusunda bir tereddüt yok.
Kitle imha silahları ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi gibi konularda iki tarafın anlayışları örtüşüyor. Terörizme gelince, kavramsal yaklaşımlarda bir fark yoksa da Türkiye, PKK konusunda bazı AB üyelerinin davranışlarından şikáyetçi.
Türkiye Karadeniz, Kafkasya ve Ortadoğu’nun politik, güvenlik ve enerji ikmali denkleminde kritik bir konumda olduğundan AGSP’ye Türkiye’nin potansiyel katkısının önemi genellikle takdir ediliyor. Komşuluk politikasına gelince, bu politikanın Karadeniz’e ve Kafkasya’ya yönelik uygulamalarında Türkiye yine anlamlı bir rol üstlenebilir.
* * *
Konferanstaki tartışmalar sırasında iki nokta dikkatimi çekti. Katılımcılardan biri, Türkiye’nin "köprü" rolünün abartıldığını, AB ülkelerinin Ortadoğu, Kafkasya veya Orta Asya ülkeleri ilişkilerinde Türkiye’ye ihtiyaç duymaları için bir neden olmadığını, hatta birçok AB ülkesinin bu bölgelerdeki ülkelerle Türkiye’den daha yoğun ilişki içinde bulunduğunu ileri sürdü.
Ona göre Türkiye’nin bu bölgelere etkisinin sıklet merkezi gittikçe ekonomik niteliktedir. Bu görüşte bir gerçek payı var galiba. İkinci altı çizilen nokta, AB ile NATO arasındaki farktır. AB’nin 5’inci maddesi yok. Bir kolektif savunma işlevini hiç değilse şimdiki aşamada üstlenmiş değil.
Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’nun ikinci ordusu olmasının AB’ye bir artı getirdiği söylenemez. AGSP’ye Türkiye’nin katkısı daha çok politik nitelikte. Ordusunun katkısı ise büyüklüğünden değil, operasyonel kabiliyetinden ileri geliyor.
AGSP, üyelik süreci ilerledikçe, daha çok tartışılacak. Ancak üyelik sürecini etkileyecek sorunlar arasında önemini fazla abartmamak lazım.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2006
HAFTA içinde Atina’da, Türk-Yunan Forumu’nun yılda iki kere yaptığı toplantılardan birine katıldım. Toplantıya, geçen defa olduğu gibi Kıbrıslı Türk ve Rum sivil toplumları da temsilciler göndermişlerdi. Bu nedenle gerek Türk-Yunan ilişkileri, gerek Kıbrıs meselesi etrafındaki son gelişmeler konusunda oldukça kapsamlı bir görüş alışverişinde bulunma fırsatı doğdu. İzlenimlerimi kısaca aktarmak istiyorum.
* * *
Türk-Yunan ilişkileri bağlamında ilk dikkati çeken nokta, Yunan kamuoyunda son zamanlarda Türkiye karşıtlığının süratle artmasıdır. Son kamuoyu yoklamalarına göre şu anda halkın yüzde 60’ı, Türkiye’nin AB üyeliğine verilen desteğe karşı çıkıyor. Bu durumun başlıca nedenleri olarak şunlar gösteriliyor:
Ege üzerinde Türk savaş uçaklarının uçuşları ve bir Yunan pilotun ölümüyle sonuçlanan olay, Güney Kıbrıs’a Türk limanlarının açılmaması, Fener Patrikhanesi konusunda Türkiye’nin tutumu hakkındaki algılamalar ve Ruhban Okulu meselesi.
Yunan medyasının hemen her gün bu konularda ve genellikle Türkiye hakkında olumsuz haberler yayması da kuşkusuz kamuoyunun menfi eğilimine ivme veriyor. Ben Atina’da iken gazeteler Türk uçaklarının yine Yunan hava sahasını ihlal ettiklerini, Ege Denizi üzerinde bir Yunan uçağının çarpması nedeniyle düşen F-16 uçağı için Türkiye’nin tazminat istemeye hazırlandığını, 15 Haziran’da başlaması kararlaştırılan uçuş moratoryumunun tek taraflı olarak 1 Temmuz’a ertelendiğini yazıyorlardı.
Yerel seçimler yaklaştıkça iç politika kaygıları da daha ağır basıyor. PASOK Lideri Yorgo Papandreu beklenmedik bir tarzda Yunan karasularının 6 mil ötesine uzatılması üzerinde durdu. Fakat PASOK’a yakın kimseler, eski Yunan Dışişleri Bakanı’nın yalnızca Girit için böyle bir fikir ileri sürdüğünü belirttiler. Her neyse, bütün bu gelişmeler, 4 yıldan beri Ege sorunları üzerinde süregelen istikşafi görüşmelerin bir an önce sonuçlandırılması gereğini bir kere daha teyit etmektedir.
* * *
Kıbrıs’a gelince, görünebilir bir istikbalde kapsamlı bir çözüm olasılığının bulunmadığında herkes mutabık. Bir süre önce Kıbrıs’ın hem kuzeyinde, hem güneyinde yapılan kamuoyu yoklamalarında, Ada’nın bölünmesini isteyen Rumların oranının, aynı şekilde düşünen Türklerin oranından bile daha yüksek olduğunu ortaya koymuş.
Dolayısıyla bugünkü koşullar altında dikkatler kaçınılmaz olarak güven artırıcı önlemlere yöneliyor. Bu önlemler sayesinde hem çözüm arayışlarına daha elverişli bir ortam yaratılabileceği, hem de KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılmasını sağlayacak bir uzlaşmaya varılabileceği umuluyor. Ne var ki böyle bir uzlaşmaya varmak kolay değil.
Kıbrıs Rum tarafı, Maraş bölgesinin BM kontrolünde Rumların iskánına açılmasını, karşılığında da Türklerin Magusa limanından AB gözetimi altında direkt ticaret yapabilmesini öngörüyor. Fakat ihracat 60 milyon doları aşmadığından ve başlıca gelir kaynağı turizm olduğundan KKTC açısından Ercan Havalimanı’nın uluslararası trafiğe açılması çok daha önemli. Kıbrıs Rumlarının gündeminde ise de bu konu halen yok.
* * *
Şimdiki aşamada galiba ilk yapılması gereken şey, BM’nin önerisi doğrultusunda teknik komitelerin bir an önce toplanmasıdır. Bu komiteler sağlık, su kaynaklarının yönetimi, çevre, kriz yönetimi, suç önlenmesi gibi konuları ele alacaklar.
Toplantılar bir kere başladı mı diyaloğun genişletilmesi imkánları araştırılabilir. Ankara da teknik komiteler önerisine bildiğim kadarıyla destek veriyor.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2006
4. Türk-Yunan Medya Konferansı vesilesiyle İstanbul’da buluşan Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları, Ege Denizi’nde ve hava sahasında karşı karşıya gelmeleri ve çatışmaları önlemeye katkıda bulunabilecek bir seri güven artırıcı önlem üzerinde anlaştılar. İhtilaflar çözümlenmedikçe, güven artırıcı önlemlerin, karşılıklı olarak iyi niyetle uygulandıkları takdirde, gerginlikleri azaltmada mutlaka etkisi olur. Ancak bu önlemler çözümlerin sürekli ertelenmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Nitekim medya konferansının açılışındaki konuşmasında Dora Bakoyani’nin çizdiği Türk-Yunan ilişkileri tablosu pek iyimser değildi.
* * *
Bakan, Atatürk ve Venizelos’un temelini attıkları dostluğun 1955’ten beri sarsıldığını ve o tarihten itibaren hemen her yıl bir kriz yaşandığını vurgulayarak "Atatürk ve Venizelos’un bize bıraktığı miras ne oldu?" diye sordu. Güzel bir soru; fakat buna iki tarafın verecekleri cevaplar herhalde birbirinden çok farklı olacak.
Bakoyani bir süre önce Türk ve Yunan savaş uçaklarının karşılaşması sırasında bir Yunan pilotunun hayatını kaybetmesinin Yunan kamuoyunu hayal kırıklığına uğrattığını ve Türkiye’ye karşı güvensizlik doğurduğunu da söyledi. Patrikhane ve Kıbrıs meselelerine eleştirel bir üslupla değindi. Ancak Yunanistan’ın Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemek konusunda stratejik bir karar aldığını ve bu politikada sebat edeceğini teyit etmekten de geri kalmadı.
Gerek Abdullah Gül, gerek Bakoyani, medyanın Türk-Yunan ilişkilerindeki rolü üzerinde bir hayli durdular. İki bakan da kuşkusuz çok haklı. Türk-Yunan ilişkilerinin iniş ve çıkışlarında medyanın oynadığı rol inkár edilemez. İlişkileri yıllarca zehirleyen ve hatta zehirlemeye devam eden bazı sorunların ortaya çıkmasında veya müzminleşmesinde medyaların payı kuşkusuz vardır.
Ancak medyaların 1999’da olduğu gibi Türk-Yunan yakınlaşmasını kuvvetle desteklediği de unutulmamalıdır. Diğer taraftan hükümetlerin de medyayı ve kamuoyunu aydınlatmak görevini yeterince yerine getirdiği söylenemez. Her iki tarafta da son zamanlarda gittikçe yaygınlaşan "kamu diplomasisi"nin önemi bir türlü anlaşılamamıştır.
* * *
Bunun en güzel örneği neredeyse dört yıldan beri Ege sorunları üzerinde sürüp gelen "istikşafi" görüşmelerdir. Bu konuda kamuoyları tam bir karanlık içindeler. Geçenlerde Yunanistan Cumhurbaşkanı bütün ihtilaf konularında Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) başvurulması telkininde bulundu. İyi de hangi koşullarda ve hangi hukuki çerçevede?
Türkiye, UAD’nin mecburi yargı yetkisini kabul etmiş değil. Yunanistan kabul ettiyse de sınırlar ve güvenlik konularını yetki dışında bıraktı. Dolayısıyla Türkiye sahillerine yakın adaların antlaşmalara aykırı olarak silahlandırılmasından kaynaklanan ihtilafı UAD’ye götürmeyi şimdiye kadar kabul etmiyordu.
Kardak krizi sırasında patlak veren adalar ve kayacıklar sorununu da bir egemenlik konusu olarak gördüğünden hukuki bir çözüme yanaşmıyordu. Türkiye’ye gelince, Yunanistan’a ait olmadığında ısrar ettiği adacıklar ve kayalıklar meselesinde hukuki bir çözüme ne kadar güvenebileceği pek belli değil.
* * *
Kıta sahanlığı sorununda ise karasularının genişliği konusunda iki taraf anlaşmadıkça UAD, Ege’de kıta sahanlıkları arasındaki sınırı çizemez. Demek oluyor ki Türkiye ve Yunanistan’ın öncelikle yapması gereken şey, bütün Ege meselelerinde müzakereyle bir an önce bir çözüme varmaktır.
Kıbrıs sorununda görünebilir bir istikbalde çözüm olasılığı bulunmadığına göre Türkiye ile Yunanistan’ın kendi ikili meselelerini, özellikle Ege ve azınlık sorunlarını çözmeye yeni bir ivme vermeleri gerekir.
Yazının Devamını Oku