İlter Türkmen

Pakistan ve demokrasi

23 Şubat 2008
PAKİSTAN’da hafta başında yapılan seçimler sekiz yıllık bir askeri rejimden sonra demokrasiye geçişin zeminini gerçekten sağladı mı? Bu soruya cevap vermek çok zor, çünkü politik denklem çok karmaşık olmaya devam ediyor. Seçimlerden beklenebileceği gibi merhum Benazir Butto’nun Pakistan Halk Partisi (PHP) oyların %36.4’nü, Navaz Şerif’in Pakistan İslam Ligi-N (PİL-N) Partisi ise %25.9’nu alarak beraberce bir koalisyon kurabilecek çoğunluğu sağladılar.

Başkan Müşerref’in Partisi ise azınlıkta kaldı. Diğer taraftan radikal İslamcı partiler büyük bir yenilgiye uğradılar.

* * *

Seçimlerden galip çıkan iki parti koalisyon kurmakta anlaştıklarına göre Müşerref’in başkanlıkta tutunup tutunamayacağı da belli değil. Özellikle Navaz Şerif Müşerref’in azlettiği Yüksek Mahkeme yargıçlarının görevlerine geri dönmelerinde ısrar ediyor.

Bu takdirde Yüksek Mahkeme 2007 Ekim’inde yapılan başkanlık seçimlerinin geçersiz olduğuna karar verebilir. Koalisyon Meclis’te üçte iki çoğunluğu bir araya getirebilirse yine Müşerref’i azledebilir. Kuşkusuz ordunun tutumunu da hesaba katmak gerekir.

Müşerref’in yerine geçen General Eşfak Kayani seçimlere müdahale etmedi. Bu tarafsız tutumunu bundan sonra da sürdürüp sürdürmeyeceğini zaman gösterecek.

* * *

Benazir Bhutto bugün bir demokrasi kahramanı olarak algılanıyor. Vefatından sonra yayımlanan ve çok yankı uyandıracağı muhakkak olan "Barışma-İslam, Demokrasi ve Batı" başlıklı kitabında modern bir İslam çağrısında bulunuyor.

İslam dünyasının bugün geçmiş ile gelecek, eğitim ile cehalet, barış ile terörizm ve diktatörlük ile demokrasi arasında bir yol kavşağında bulunduğu teşhisinden hareketle, demokrasi ile İslam’ın bağdaşabileceğini ve İslam’la Batı arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olmadığını vurguluyor. Ne var ki gerek Butto’nun gerek Şerif’in başbakanlık yaptıkları devirlerdeki icraatları çok tartışmalı.

Navaz Şerif Pakistan’da Kuran’a ve sünnete dayanan yeni bir hukuk düzeni kurmaya kalkışmıştı. Benazir Butto’ya gelince, 4 Ocak 2008’de New York Times gazetesinde yayımlanan bir makalesinde William Darlymple onun başbakan olduğu devirdeki icraatını çok ağır bir şekilde eleştiriyor.

Darlymple’e göre Pakistan istihbaratı ilk defa onun yönetimi altında Taliban’ı Afganistan’a yerleştirdi, medreselerden toplanan binlerce militan Keşmir’deki sınır bölgesine gönderildi, muhalefetin toplantıları engellendi, siyasi cinayetler işlendi.

Butto kendisini partisinin hayat boyu başkanı olarak kabul ettirdi. Kardeşi Murtaza’nın liderliğe adaylığını koymasına çok sert tepki gösterdi, Murtaza esrarengiz bir şekilde öldürüldü.

* * *

Evet, Pakistan’da demokrasinin tarihi dramlarla geçti. Bugün de mazinin gölgesi devam ediyor. Butto’nun yerine PHP’nin başına geçen eşi Asıf Zerdari ve Navaz Şerif hakkında Pakistan’da ve başka ülkelerde açılmış çeşitli yolsuzluk davaları var.

Pakistan’da istikrarın, iyi yönetilen ve terörü önleyebilecek bir demokrasinin kurulması kolay olmayacak. Oysa 11 Eylül 2001’den sonra İslam ülkelerinin içinde ve Batı ile ilişkilerinde ortaya çıkan gerginliklerin aşılmasında ve medeniyetler uyumunun sağlanmasında Pakistan’ın konumu son derece önemli.

Özellikle Afganistan’da Taliban’ın yenilmesi ve bu ülkenin istikrara kavuşması, Pakistan’ın Afganistan sınırı boyunca serbestçe hareket eden militanların kontrol altına alınmasına ve Taliban’a desteğin kesilmesine çok geniş ölçüde bağlı.

Navaz Şerif şimdi terörle mücadele için askeri yöntemler yanında bir diyalog politikası ile açılımda bulunmak istediğini belirtiyor. Kuşkusuz yerinde bir yaklaşım.

Pakistan’da uzun bir süreç başlıyor. Bu sürecin denenmiş eski politikacıların liderliğinde başarıya ulaşması konusunda umutlu olmak kolay değil. Yeni ve değişik liderlere ihtiyaç var. Fakat galiba sistem onların ortaya çıkmasını kolaylaştıracak bir yapıda değil.
Yazının Devamını Oku

Afganistan ve NATO

19 Şubat 2008
İKİ gün önce Kandahar’da 80 kişinin ölümüne yol açan intihar saldırısının gösterdiği gibi Afganistan’da işler iyi gitmiyor. Uluslararası Kriz Grubu(UKG), 6 Şubat’ta yayımladığı raporunda Taliban isyanının gittikçe büyüdüğünü, şiddeti besleyen nedenlerin yok edilemediğini, devletin kurumsallaşması sürecinin başarılı olmadığını vurguluyor. BM’nin Özel Temsilci olarak atamayı öngördüğü Paddy Ashdown’ın Başkan Hamid Karzai tarafından kabul edilmemesi de teşkilatın Afganistan’daki faaliyetlerini olumsuz etkilemekten geri kalmayacak.

NATO bugün BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına uygun olarak Afganistan’da güvenlik sorumluluğunu üstlenmiş bulunuyor. 50 bin kadar asker mevcudu var. ABD 22 bin, İngiltere 7 bin 800, Almanya 3 bin 210, Kanada 2 bin 500, Fransa 1515, Polonya 1300, Türkiye ise 750 kişilik kontenjanlarla NATO kuvvetine katkıda bulunuyorlar.

ABD ayrıca kendi milli komutası altında bulunan 7000 kişilik bir güçle özel operasyonlar yürütüyor. Türkiye, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin birlikleri Afganistan’ın güneyinde ve doğusunda Taliban güçlerine karşı girişilen operasyonlara iştirak etmiyorlar. Daha çok kuzeyde klasik barış gücü görevi görüyorlar.

ABD, İngiltere, Kanada ve Hollanda birlikleri ise güneyde ve doğuda Taliban’la çarpışıyor ve tabii zayiat veriyorlar. Bütün soğuk savaş sürecince işlevini caydırıcılıkla yerine getiren NATO, aslında tarihinde ilk defa bir kara savaşının içinde kendini buldu.

Daha önceki tek sıcak çatışması ise 1999 yılında Türk uçaklarının da katıldığı Sırbistan’a karşı hava operasyonları olmuştu. Bazı NATO ülkelerinin kara savaşına katılmamaları, kuşkusuz ittifak içinde bir rahatsızlık unsuru.

Savaşa iştirak eden ülkelerin verdikleri zayiat arttıkça kamuoyları, askerlerini tehlikeye atmaktan çekinen ittifak üyelerine muğber oluyorlar ve kendi kuvvetlerinin de geri çekilmesini talep etmeye başlıyorlar.

* * *

ABD, 11 Eylül 2001’den sonra bütün dikkatini ve çabalarını NATO müttefikleri ile beraber Afganistan üzerinde yoğunlaştırsaydı, askeri ve mali gücünü Irak’ta israf etmeseydi kuşkusuz bugün durum çok değişik olabilirdi.

Yine de uluslararası toplumun Afganistan’a yardımları küçümsenemez. Ülkede siyasi istikrar ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek için şimdiye kadar tahsis edilen kaynaklar 15 milyar dolar seviyesinde. UKG’nin belirttiği gibi, Afganistan’ın bugün halk tarafından seçilmiş bir hükümeti ve istikrarlı bir parası var.

İki milyon kız artık okula gidebiliyor ve sağlık hizmetleri nüfusun % 82’sini kapsıyor. Buna karşılık afyon üretimi 2007 yılında dünya üretiminin % 93 düzeyine vardı. Gerek siyasi gerek ekonomik kırılganlık devam ediyor.

Afganistan’ın büyük bir sorunu da komşuları. Bunlardan İran geçmişte Taliban’a karşı cephe almıştı. Bu aşamada güttüğü politika konusunda ise ABD endişe ifade ediyor ve genel olarak hedef aldığı İran yönetimini Afganistan’daki istikrarsızlığın bir öğesi olarak görüyor.

Fakat asıl sorun Pakistan ile. Pakistan’ın Afganistan ile sınır ihtilafı bulunduğu gibi Taliban’ı da o yarattı. Taliban hálá Pakistan’da melce ve destek buluyor.

Bu satırları yazarken Pakistan’daki seçimlerin sonuçları henüz belli değilse de Afganistan’a karşı politikasının değişmesine yol açacak, demokratik ve istikrarlı bir süreci mümkün kılacak bir gelişme pek beklenmiyor. Aksine belki Pakistan daha da istikrarsız bir devrin eşiğinde olabilir.

* * *

Meseleye Türkiye açısından bakınca, biz de global terörün tehdidi altında bulunduğumuza göre, Afganistan’da Taliban’ın güçlenmesini bir endişe kaynağı olarak görmemiz gerekir.

Diğer taraftan NATO’nun başarısızlığa uğrayarak dünyadaki güvenlik dengesinde görevini yerine getiremeyecek hale gelmesi, Türkiye’yi de kaygılandırmalıdır.

NATO, günümüzde Türkiye ile Batı arasındaki en önemli bağdır. Bu noktadan hareketle Afganistan’da NATO dayanışmasına daha fazla destek vermek opsiyonunun iyi incelenmesi doğru olur.
Yazının Devamını Oku

Kosova ve KKTC

16 Şubat 2008
KOSOVA’nın bağımsızlığını ilan etmesi beklenirken, bu gelişmenin bir emsal oluşturarak KKTC’nin de uluslararası alanda tanınmasına yol açabilecek bir süreci tetiklemesi ihtimali gündeme geldi. Rusya, Kosova’nın bağımsızlığı tanınırsa KKTC’yi de tanımak gerekeceğini ileri sürdü. Amacı tabii KKTC’nin tanınması değil, Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasını önlemek. Güney Kıbrıs da, tahmin edilebileceği gibi Kosova’nın bağımsızlığına şiddetle karşı. Yunanistan da onu destekliyor.

Halen gerek KKTC, gerek Türkiye, yarın Güney Kıbrıs’ta yapılacak başkanlık seçiminin sonucuna da bağlı olarak, BM Genel Sekreteri’nin müzakere sürecini, yeniden başlatmasını desteklemek politikasını güdüyorlar. Fakat şartlar bugün 2002-2004 yıllarından çok farklı.

İki tarafın da kabul edebileceği bir çözüm formülü bulmak daha da zor. Kaldı ki Kıbrıs’taki çözümsüzlük bugün Kıbrıslı Türklerini fazla rahatsız etmiyor. AB’nin direkt ticaret sürecini başlatmamış olmasının dahi ekonomiyi etkilediği söylenemez.

KKTC ekonomisi, 2004’ten beri süratle büyüyor. Aslen Kıbrıslı olan KKTC vatandaşları artık AB vatandaşı sayılıyorlar ve bu statünün küçümsenemez imtiyazlarından faydalanıyorlar. Ayrıca Güney’den ihracat yapmak, orada iş bulmak ve Güney’deki hastanelerde tedavi görmek imkánına sahipler.

Türk kuvvetlerinin Ada’daki mevcudiyeti de güvenlikleri bakımından en sağlam bir garanti sağlıyor. Kıbrıs Türklerinin çözümsüzlükten ve statükonun devamından şikáyetleri yok. Hatta 2004’te lehinde oy verdikleri Annan Planı tekrar hiç değişmeden yine referanduma sunulursa büyük olasılıkla bu defa aleyhte oy verirler.

Peki problem nerede? Problem artık Türkiye için; çünkü Kıbrıs’ta çözümsüzlük onun AB sürecinde ilerleme kaydetmesine en büyük engellerden biri.

* * *

Peki, KKTC’nin uluslararası alanda statüsü nasıl değişebilir? Dünyanın en saygın düşünce kuruluşlarından Uluslararası Kriz Grubu (UKG) son raporunda KKTC’nin Tayvan’laşmasından söz etti. Bu formül, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını ve BM üyeliğine kabulünü içermiyor.

Öngördüğü, özellikle ekonomik alanda, Güney Kıbrıs’tan tamamen bağımsız olarak KKTC ile ilişkiler kurulabilmesidir. İyi de Tayvan’ın eskiden bütün Çin’i temsil ettiği devirden artakalan ayrıcalıklarının, örneğin hava limanlarının uluslararası ulaşıma açık olmasının KKTC için nasıl elde edilebileceği belli değil.

UKG’nin formülünün ötesinde KKTC’nin tamamen egemen bir devlet olarak tanınmasını beklemek gerçekçi sayılamaz; çünkü AB ülkelerinin çoğu buna mutlaka karşı gelir.

Kuzey Kıbrıs’ın AB ile entegrasyonunu öngörmeyen bir bölünme formülünün Ada Türkleri için AB vatandaşlığı statüsünün kaybıyla sonuçlanmasının KKTC’de olumlu karşılanacağı da çok şüphelidir.

* * *

Türkiye açısından Kıbrıs açmazı, AB üyelik sürecini iki yönden etkiliyor. Gümrük Birliği Protokolü, Güney Kıbrıs’a teşmil edilmedikçe sekiz önemli başlık açılamayacak ve dolayısıyla süreç bitmeyecektir. Müzakere süreci bitse de Kıbrıs meselesi çözümlenmeden veya çözümü için gereken koşullar yaratılmadan AB üyeliği gerçekleşemez.

UKG raporunda, Türkiye’nin limanlarını Güney Kıbrıs uçaklarına ve gemilerine açmasını, Türkiye’nin "sivil ve askeri liderleri"nin iki toplumlu ve iki bölgeli bir çözümü desteklemelerini ve çözümden sonra Ada’daki bütün Türk kuvvetlerin çekilmesini taahhüt etmelerini öneriyor. Mümkün mü?

Orta vadede yapılabilecek tek şey, KKTC’nin izolasyonuna son verilmesi amacına yönelik "eylem planı"ndaki talepleri asgariye indirerek veya bunlardan gerekirse tamamen sarfınazar ederek limanları açmaktır.

Bu kuşkusuz pozisyonumuzda bir gerileme olur, fakat AB sürecini canlandıracak ve başka ülkelerin direnişlerini zayıflatacak bir hamle teşkil eder.

İlerlemek için bazen gerilemek iyi bir taktiktir. Fakat Türkiye’nin bugünkü çalkantılı ortamında realist bir vizyon, kendine tam güven ve muazzam politik cesaret gerektirir.
Yazının Devamını Oku

Türban ve sağduyu

12 Şubat 2008
GEÇİRDİĞİM bir ameliyat yüzünden üç haftadır yazı yazamıyordum. Türkiye’de üç hafta çok uzun bir süre. Arada "Ergenekon örgütü" olayından üniversitelerde türbana serbesti tanıyan Anayasa değişikliğine kadar neler olmadı ki!

Türban konusunda tabii bol bol yazıldı, mesele bütün yönleriyle didik didik edildi. Ben sorunun özellikle bir yönü üzerinde durmak istiyorum. O da tarihimizde çok sık görüldüğü gibi zamanlama konusunda yine vahim bir hata yapıldığıdır.

Bu bağlamda hastalığım sırasında okuduğum Taha Akyol’un "Ama Hangi Atatürk"başlıklı muhteşem eserinde yer alan Atatürk’ün şu sözünü çok çarpıcı buldum: "Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkatimizi teşkil etmelidir."

Bu tavsiyeye uymadığımız için daha çok yakın tarihimizde az şey kaçırmadık. Deniz Bölükbaşı "1 Mart Vakası" adlı kitabında Irak’taki denklemde bugünkünden çok daha fazla ağırlıklı bir mevkide bulunma şansını 1 Mart 2003’te nasıl heba ettiğimizi en inandırıcı bir şekilde savunmuyor mu?

Aynı tarihlerde Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği kesinleşmeden önce Kıbrıslı Türklerin AB’ye girmesini sağlayan, Türkiye’nin üyelik sürecindeki en büyük engeli bertaraf eden ve uygulanmasında zorluk çıktığı takdirde Kıbrıs’ta AB içinde bağımsız iki devlet perspektifine açık olan Annan Planı’nı reddetmekle yine büyük bir fırsat kaçırmadık mı?

* * *

Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması amacının aslında yadırganacak bir yönü yok. Bütün Batı ülkelerinde, türban konusunda en büyük rahatsızlığı duyan Fransa dahil, üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir. Bizde 1997 yılına kadar üniversitelerimizin çoğunda türbanla gelen kız öğrecilere karşı çeşitli derecelerde hoşgörüyle davranılıyordu.

Bu hoşgörü devam etseydi bugünkü kutuplaşmayla büyük olasılıkla karşılaşmayacaktık. Bugün ise 22 Temmuz seçimlerinden ve Cumhurbaşkanı’nın seçiminden sora kavuştuğumuz nisbi dinginlik birdenbire kaybolmuştur. Yeniden 22 Temmuz öncesine döndük.

Anayasa değişikliğinin bir emrivaki şeklinde ortaya çıkmasıyla kaçınılmaz olarak kurumsal ve toplumsal kutuplaşmada tekrar tehlikeli bir tırmanma yaşıyoruz. Bunun başlıca nedeni, AKP’nin gündemini gerçekleştirmek politikasındaki aceleciliğidir.

AKP seçimlerden hemen sonra yeni bir Anayasa projesi ortaya atmıştı. Türban meselesi de daha özgürlükçü olması öngörülen bu Anayasa çerçevesinde çözümlenecekti.

Sonra bu proje terk edildi ve MHP’nin desteğiyle türbana izin veren Anayasa değişikliğine girişildi. Sivil Anayasa’da öngörülen özgürlükler, hatta Ceza Yasası’nın 301. maddesi de rafa kaldırıldı.

* * *

İşin ilginç tarafı, TBMM’nin geçen hafta sonunda kabul ettiği Anayasa değişikliklerinin istenen sonucu vereceğinin de çok şüpheli olmasıdır. 42. maddede yapılan değişikliğin öngördüğü, "Kanunda yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez" hükmünün uygulanması YÖK Kanunu’nda değişiklik yapılmasına bağlanmıştır.

Bu değişiklik yapılmazsa Anayasa değişikliği uygulanamaz. Değişiklik yapılırsa Anayasa Mahkemesi’nin bunu iptal edeceği de neredeyse kesin. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi’nin, daha önce yaptığı gibi, hukuku zorlayarak Anayasa değişikliklerini bile iptal etmesi olasılık dışı değildir.

Sırf Anayasa değişikliklerine dayanarak bir kısım öğrenciler türbanla üniversitelere girmeye başlarlarsa, yaratılan çok gergin atmosferde, tatsız olayların cereyan etmesinden haklı olarak büyük endişe duyuluyor.

Kısacası, sağduyuyu terk ettik, uzlaşma kültürüme sırtımızı çevirdik ve kendimizi büyük bir açmaza sürüklemeyi yine başardık. Sonunda galiba kimse kazanmayacak, fakat milletçe kaybımız büyük olabilecek.
Yazının Devamını Oku

Coca-Cola efsanesi

15 Ocak 2008
13 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi’nin Pazar ekindeki Can Dündar’ın "Kavganın gerçek tadı: Coca-Cola" başlıklı yazısı bir cevap gerektirdiği için doğrusu üzülüyorum. Can Dündar çok takdir ettiğim ve makalelerini büyük zevkle ve istifadeyle izlediğim bir yazardır. NTV’de en seviyeli ve aydınlatıcı tartışma programlarından birini yönetmektedir. Fakat geçen pazarki yazısında rahmetli babam Behçet Türkmen’e büyük haksızlık etmiştir.

Dündar, Sabah Gazetesi’nde Ferhat Ünlü’nün MİT hakkındaki seri makalelerine atıfta bulunuyor. Her şeyden önce şunu belirteyim ki, Ünlü bana bir söyleşi için başvurmadı. MİT başkanları hakkında bir kitapçık hazırladığını ve bunun için babamın fotoğraflarına ve özgeçmişine ihtiyacı olduğunu söyledi.

Bu meyanda Coca-Cola ile ilişkisini de sordu. Biraz da sohbet ettik. Dolayısıyla Sabah Gazetesi’nde çıkan uzun yazısı benim için hem sürpriz hem de bundan sonra daha dikkatli davranmam açısından ders oldu. Dündar’a gelince, anlaşılan "Bay Pipo" ve benzeri "serbest atış" yöntemiyle yazılmış kitaplardan hareketle, o kitaplardaki iddiaları da aşan ithamlarda bulunuyor.

* * *

Örneğin, babam için "Hakkında CIA’dan para aldığına dair söylentiler çıktı"diyor. Hatırladığım kadarıyla sözünü ettiğim kitaplarda MİT’in o zamanki personelinin maaşlarını yine gerçeğe aykırı olarak CIA’nın ödediği iddia ediliyordu, babamın şahsen para aldığı değil.

Babam o tarihte MAH (Milli Emniyet Hizmetleri) denilen teşkilatın başına getirildiğinde hálá ordunun kadrosunda tümgeneral derecesindeydi. Ayrılmadan biraz önce korgeneralliğe terfi etti. Genelkurmay’ın hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan bir generali terfi ettirmesi mümkün müdür?

Daha sonra Bağdat’ta ve arkasından Oslo’da büyükelçilik yaptı. 1960’ta 27 Mayıs’ı takiben geri çekildi ve emekliye ayrıldı. Dündar, dramatik bir ifadeyle "Yeni askerler kendisini silmişti" diyor. "Yeni askerler" o devirde kimleri silmedi ki! Kaldı ki babamın emekliliğine zaten çok az kalmıştı.

Dündar’ın yazısında o kadar maddi hatalar var ki, nereden başlayacağımı bilemiyorum. Mesela, babamın kızının Menderes’in uçak kazasında öldüğünü naklediyor: Ölen Güner Türkmen bir kız değildi, erkek kardeşimdi. Bir diplomattı ve o tarihte Bakanlık Müsteşarı’nın özel kaleminde çalışıyordu.

Ferhat Ünlü’ye belirttiğim gibi babamın başkanı olduğu tarihte MAH personelinin maaşlarının CIA tarafından ödenmesi söz konusu olamazdı. Ama CIA’nın teknik yardımda bulunmasından daha normal ne olabilirdi? TSK ve çeşitli bakanlıklar için de aynı durum yok muydu? MAH’ın o tarihte CIA yerine Sovyet KGB’si ile işbirliği yapmamasından derin üzüntü duyanların bugün hálá dövünmeleri ibret vericidir.

Coca-Cola hikáyesi de çok saptırılmıştır. Dündar, rahmetli Kadir Has’a atfen babamın çok iyi İngilizce bildiğini, Amerika’da çok dostları olduğunu ve bu sayede Coca-Cola’nın Türkiye’de üretilmesi müsaadesini elde ettiğini yazıyor.

Babam bir kere çok iyi Fransızca biliyordu, İngilizcesi aynı seviyede değildi. Coca-Cola müsaadeyi elbette bayıla bayıla verirdi, bunun için ayrıca çabaya ihtiyaç yoktu. O tarihlerde asıl mesele Türk makamlarından üretim müsaadesini almaktı.

* * *

Coca-Cola fabrikasını ele geçiren Kemal Has’ın öldürülmesiyle babamın uzaktan yakından ne ilgisi olabilir? Babam Aralık 1968’de vefat etti. Kemal Has 1975’te öldürüldü.

Bu köşemde artık yer kalmadığı için Dündar’ın yazısındaki bütün noktalara karşılık veremiyorum. Dündar, makalesinin sonunda diyor ki: "Türkiye’deki bu hadiseli doğumdan 44 yıl sonra Coca-Cola’nın başına CEO olarak bir Türk’ün geleceği kimin aklına gelirdi ki?"

Ne demek? Yoksa Muhtar Kent’in tayininde de mi CIA parmağı var?

Bu konuda da bazı söylentiler dolaşıyormuş! İnsanları karalama galiba artık büyük bir rant kaynağı. Hiç değilse ölenler rahat bırakılsın...
Yazının Devamını Oku

Gül-Bush görüşmesi ve yansımaları

12 Ocak 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün ABD’yi ziyareti sırasında gerek Gül’ün gerek Başkan Bush’un ve diğer ABD temsilcilerinin açıklamaları ve ifadeleri didik didik edilerek onlara gerçeklerle pek uyuşmayan anlamlar yüklenildi. Zorlama yorumlar ziyaretin başarısını gölgelememelidir. Gül’ün Washington’daki temaslarının amacı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın geçen kasım ayında Bush ile yaptığı görüşmenin iki ülke ilişkilerine ve özellikle PKK terörü ile mücadele alanında işbirliğine verdiği ivmeyi teyit etmek ve güçlendirmekti. Cumhurbaşkanımızın ABD Başkanı ile somut konularda anlaşmalara varması söz konusu değildi. Mümkün de değildi, çünkü bu iş hükümet başkanının yetkisindedir.

* * *

En çok tartışma yaratan konu iki başkan arasındaki görüşmelerde Kürt sorununa "siyasi çözüm"ün gündeme gelip gelmediği oldu. Beyaz Saray’dan bir yetkilinin gazetecilerle telekonferansında "uzun dönemli ve kapsamlı çözüm"ün görüşmelerde ele alındığını söylemesi, bunun siyasi çözüm olarak yorumlanması ve Gül’ün iddiayı reddetmesi bitmez tükenmez spekülasyonlara yol açtı.

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki "müzakere" ile varılacak bir çözümden kimse söz etmemiştir. Nitekim ABD PKK ile müzakere telkin edildiği haberini yalanladı. Teröristlerle veya onların sözcüleri ile müzakere etmek ile Beyaz Saray temsilcisinin belirttiği şekilde "...Güneydoğu’da ekonomik, siyasal, sosyal gelişmeyi" kapsayan bir yaklaşım arasında büyük fark vardır.

Türkiye’de zaten herkes meseleye bu açıdan yaklaşmıyor mu ve PKK terörüne elverişli koşulların değiştirilmesi gerektiğini ileri sürmüyor mu? Kaldı ki Beyaz Saray yetkilisi de, iki başkan arasındaki görüş alışverişinin Türkiye’nin kendi girişim ve inisiyatifleri bağlamında cereyan ettiğinin altını çiziyor.

* * *

Amerikalı yetkiliye göre Bush, Talabani ve Kürt bölgesel yönetimi ile diyaloğun önemini de vurgulamış, yakında bu yönde Türk hükümetinden adım beklediklerini de ima etmiş. Bunda da şaşılacak bir şey yok. Daha önce Gül Talabani ile görüşmelere kapıyı açmaktan geri kalmamıştı. Irak Anayasası’na dayanan Kuzey Irak’taki yönetim ile statüsünün çerçevesi içinde de sınırlı temaslar yürütülmesi de herhalde kaçınılmaz olacaktır.

Şurası da muhakkak ki, Gül-Bush görüşmeleri hakkında ismi açıklanmayan bir temsilcinin ayrıntılı bilgiler vermesi yöntemi çok yerinde değildi. Bunun sansasyonel haber peşinde gece gündüz koşan medya mensuplarına bulunmaz bir fırsat sağlayacağının bilinmesi gerekirdi.

* * *

Bush’un "Müslüman Demokrat Türkiye" vurgulaması yapması ve Türkiye’nin laikliğinden bahsetmemesi de eleştiri konusu oldu. "Ilımlı İslam" formülü de her zaman tepki doğurmuştur. İyi de biz de Müslüman ülkelerin bizdeki gibi bir evrimden geçmelerini temenni etmiyor muyuz? Medeniyetler ittifakı projesinde Müslüman kimliğimizle rol oynamıyor muyuz.

İslam Konferansı Örgütü’ne önem vermiyor muyuz? ABD’nin İslam ülkelerinde demokrasi kurulmasını istemesi yadırganmamalıdır. Kuşkusuz Bush’un konuşmasında Türkiye’deki laikliği vurgulaması daha doğru olurdu. Peki niye öyle yapmadı?

Diğer Müslüman ülkelerde Türkiye’deki gibi anayasal bir laikliğin nasıl olsa mümkün olmadığını düşündüğü için olabilir. Ayrıca Bush’un açıklamasını irticalen yaptığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Türkiye’nin hassasiyetinin farkında olmaması herhalde sürpriz sayılmaz.

* * *

Gül’ün Washington’u ziyaretinden alınacak dersler elbette var. En başta kamu diplomasisine gereken önemi artık vermeliyiz. Kamuoyuna güdülen diplomasi iyi anlatılamazsa en iyi diplomasi bile başarılı olamaz.
Yazının Devamını Oku

’Bir hayalim var’

8 Ocak 2008
BARACK Obama’nın, nüfusunun büyük çoğunluğu beyaz olan Iowa’daki "caucus"te, Demokrat Parti adayları içinde genellikle kamuoyu araştırmalarının favorisi sayılan Hillary Clinton’ı da geçerek en fazla oyu alması çok önemli bir sembol olarak algılandı. ABD’nin hazin ve fırtınalı ırkçılık tarihinde on yıllardan beri süregelen evrimde yeni bir aşamanın sembolü. Siyahi nüfusun kölelikten yasal ayrımcılığa, kanun önünde eşitlikten toplumsal eşitliğe ulaşması gerçekten de kolay olmamıştır. Kölelik 1865’te ilga edilmiş, fakat ayırımcılık mevzuatta ve fiiliyatta devam etmiş, siyahilere karşı şiddet durmamıştı.

Bugün artık Afro-Amerikalı denen milyonlarca zencinin 20. yüzyılın başında ABD’nin güneyinden kuzeyine göç etmesi ırk gerilimini son haddine çıkarmıştı. Orduda ayrımcılığa son verilmesini takiben Yüksek Mahkeme’nin 1954 tarihindeki kararı ile okullardaki ayırımcılık da kaldırıldı. 1964’te ise "Sivil Haklar Yasası" kabul edilerek yasal alanda ırkçılık son buldu.

Ağustos 1963’te Washington’daki Lincoln anıtındaki unutulmaz nutkunda Amerikan Sivil Haklar lideri Martin Luther King Jr. "Bir hayalim var" diyerek Afro-Amerikalıların ve beyazların eşitlik ve ahenk içinde yaşayabilecekleri bir istikbalin özlemini dile getirmişti.

Martin Luther King hayalinin gerçekleştirildiğini göremeden 1968’de Memphis Tenessee’de öldürüldü. Bugün ABD’de Afro-Amerikalıların Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı, Senatör ve Başkan adayı olmaları artık yadırganmıyor. Karma evlilikler çoğalıyor. Ne var ki ırka ilişkin önyargıların toplumda tamamen kaybolduğu söylenemez. Özellikle beyazların ve Afro-Amerikalıların ayrı semtlerde oturmaya devam ettikleri dikkati çekmektedir.

Obama’nın Iowa’daki zaferinin kalıcı olup olmadığı tabii henüz kesin olmaktan uzak. Ancak bugün New Hampshire’da yapılacak "primary" için kamuoyu araştırmaları onu yine Clinton’ın önünde gösteriyor. Rakiplerinden çok daha iyi bir hatip olan Obama geçmişle köprüleri atmak isteyen bir aday. "Korkuyu değil, umudu tercih ettik. Bölünmeyi değil, birliği seçiyoruz ve Amerika’ya güçlü bir yenilenme mesajı gönderiyoruz" diyor. Yeni bir politik kültür ve vizyonunun önderi imajını yansıtıyor.

Peki dış politikada da Obama çok değişik bir vizyon mu çiziyor? Orası henüz pek belli değil.Geçen ağustosta Foreign Affairs dergisine yazdığı makaledeki tehdit algılamaları çok değişik sayılmaz. Bu yüzyıldaki tehlikelerin o da daha karmaşık olduğunu vurguluyor.

Bu bağlamda kitle imha silahlarına ve global terörizme, teröre fütursuzca yardım eden devletlere, halklarını ve topraklarını kontrol edemeyen zayıf devletlere, yeni hastalıklara, doğal afetlere ve çatışmalara yol açacak olan küresel ısınmaya temas ediyor. Irak konusunda ise oldukça somut.

Bütün muharip ABD birliklerin 31 Mart 2008’e kadar geri çekilmesini öneriyor. Ancak kendi milli liderlerinin Irak’a barış ve istikrar getirebileceğine inanıyor. ABD’nin Irak’ta sürekli üsler bulundurmak niyetini taşımadığını açıkça ilan etmesini istiyor.

İran’a gelince, Obama da bu ülkenin nükleer silahlara sahip olmasını kabul edilemeyecek bir tehdit olarak görüyor. Kuvvet kullanılması opsiyonunu terk etmiyor, fakat aynı zamanda İran ile direkt görüşmeler yapılmasında bir sakınca görmüyor.

Ortadoğu’da sempatisinin daha çok İsrail’e yönelik olduğunu pek gizlemiyor. ABD dış politikasının daha çok Afganistan ve Pakistan üzerinde odaklanmasına taraftar. Obama ABD’nin askeri gücünün azaldığını, bugün elinde Irak dışındaki misyonlar için kullanabileceği tek bir askeri birlik mevcut olmadığının da altını çiziyor.

Kuşkusuz başkan adaylarının seçim kampanyalarında söyledikleri ile iktidara gelince yaptıkları arasında büyük farklar olur. Fakat Bush politikalarına devam etmenin tehlikelerini adayların çok büyük kısmı müdrik. Kamuoyu artık bugünkü kısırdöngüden kurtulmakta ısrarlı. Bu yüzden de Cumhuriyetçilerin başarı şansı hemen hemen yok.
Yazının Devamını Oku

2008 yılı ne kadar riskli?

5 Ocak 2008
İÇİNDE bulunduğumuz yılın Türk ekonomisi için ne kadar riskli olacağı konusunu ekonomistlerimiz sürekli tartışıyorlar. Bir kısmı oldukça karamsar, bir kısmı ise ihtiyatlı bir iyimserlik içinde.

Göz önünde tutulması gereken gerçek Türk ekonomisinin bugün artık küreselleşme ile tam bir etkileşim içinde bulunduğudur. Dolayısıyla küresel ekonominin seyrinin eskisine oranla çok daha fazla ekonomimizi etkilemesi şaşırtıcı değildir.

ABD’deki mortgage krizinin tetiklediği mali kriz, petrol fiyatının varil başına 100 dolara kadar yükselmesi, küresel ısınma yanında biyo-yakıt üretiminin yayılması nedeniyle tarım maddeleri fiyatlarının hızla artması... ABD’deki mali krizin bir resesyona dönüşmesi tehlikesi bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kaygı uyandırıyor.

* * *

Türk ekonomisi son yıllarda çok iyi bir performans göstermiş, 2002’den 2007’ye kadar ortalama yılda yüzde 7’ye yakın bir oranda büyümüş, yılda 20 milyar dolarlık direkt yabancı sermaye celbedecek duruma gelmiş, ihracat ve ithalat rekor seviyelere varmıştır.

Ekonominin siyasi olaylardan eskisine oranla çok daha az etkilendiği de vurgulanmalıdır. 2003 yılında Irak savaşı arifesinde borsa ve döviz fiyatı siyasi risk algılamalarının hemen tesiri altında kalıyordu. 2007 yılında ise çok ciddi politik ve kurumsal gerginlikler ve PKK terörünün tırmanması karşısında bile menkul kıymetler borsası ve döviz kuru çok etkilenmedi.

Sıcak paranın aniden ülkeyi terk etmesi korkusu da gerçekleşmedi. Fakat yine de ekonomik açıdan 2007 yılı iyi kapanmadı. Büyüme hızı yüzde 4 civarına inerken, enflasyon tahminlerin çok üstünde bir artış gösterdi. 2008 için ise karamsarlık yalnızca dış etkenlerden değil, fakat iç gelişmelerden de kaynaklanıyor.

Nüfusun hálá hızla artması, her yıl 600-700 bin kişiye daha iş bulma zorunluluğu, işsizliğin yüzde 9.6, gençler arasında yüzde 22 oranında olması, büyüme hızının en aşağı yılda yüzde 7.5-8 seviyesinde sürdürülmesini gerektirir.

Oysa 2008 perspektifleri böyle bir hızın yakalanacağı umudunu vermiyor. Enflasyon açısından da iyimserliği haklı gösterecek bir durum yok. Bütçe açıkları büyüme eğiliminde. Ekonominin yönetiminde koordinasyonun çok etkili olmadığı kanaati bir hayli yaygın. Enerji alanında darboğazlarla karşılaşılması bile ihtimal dışı değil.

Vergi reformu gibi temel reformlar sürekli gecikiyor. Son yıllardaki olumlu gelişmeler, devletin borç yükünün devamlı artmasına engel olamadı. Bugün iç borç 175 milyar dolar, özel sektörün payı dahil dış borç 230 milyar dolar. Toplam GSYH’nin tümü kadar ve üstelik faiz hadleri çok yüksek.

Bir temel faktör de 2006’da 35 milyar civarında olan ve 2007’de muhtemelen artan cari açıktır. Bu açık kısmen direkt yabancı yatırımlar, kısmen de sıcak para ile kapatılmaktadır. 100 milyar dolara yakın olduğu söylenen sıcak para konusunda çeşitli görüşler mevcut.

Bazılarına göre olumsuz ekonomik gelişmeler bir anda bu paranın çekilmesiyle 2001’deki gibi bir krize yol açar. Bazı ekonomistler ise sıcak paranın kolay kolay kaçmayacağını düşünüyorlar.

* * *

2008’de iç ve dış politik gelişmeler de ekonomiyi zora sokar mı? Tabii Türkiye’deki politik gelişmeleri öngörmek çok zor. Bazen birdenbire bir buhran ortamına giriyoruz, sonra da en beklenmedik şekilde kriz buharlaşıyor.

Fakat 2007’de yaşadığımız gerginlikler ışığında bütün tarafların toplumsal kutuplaşmayı tahrikten kaçınmaları büyük önem taşımaya devam edecektir. Dış politika açısından AB ve Kıbrıs konularında olumlu gelişmeler pek söz konusu değil, fakat ekonomiyi menfi etkileyecek bir sorun da çıkmaz.

Dikkatler, PKK terörü ve Irak üzerinde odaklanacaktır. Diyarbakır’daki menfur saldırı bunu doğruluyor.

Kısacası, sırf ekonomik açıdan bakıldığında, 2008 için karamsarlığa kapılmamak galiba yanlış olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku