1 Ocak 2008
YENİ yılın birinci günündeki bu yazımda 2008 için genel bir perspektif çizmeyi öngörüyordum. Fakat 29 Aralık’taki Hürriyet Gazetesi’nde Ege Cansen’in "Batı için büyük tehlike: Kemalizm" başlıklı, beni de hedef alan makalesini, bir arkadaşımın uyarısı üzerine okuyunca, çarnaçar sevimsiz bir konuda yazmak mecburiyetinde kaldım. Her şeyden önce şunu belirteyim ki köşe yazarlarının birbirleriyle kavgalarını hep yadırgarım. Fikir ayrılıklarının belirtilmesi kuşkusuz meşrudur, fakat işin karalama ve itham derecesine vardırılması bence meslek ahlakıyla bağdaşamaz.
Ege Cansen’i pek tanımam, ona cevabım için Google’ı karıştırırken 1983’teki ilk makalesinin başlığının "Oyunun kuralı" olduğunu öğrendim. Bu başlığı ben de kullanıyorum; çünkü Cansen "oyunun kuralı"nı fena halde ihlal etmiştir.
* * *
Cansen’in yazısının ana teması, Avrupa’nın Kemalizm’i tasfiye etmek amacını gütmekte olduğudur. Sorduğu soru şöyle: "Acaba Avrupalıların, yerli taşeronlara ihale ettiği ’Türkiye’de Kemalizm’in kökünü kazıyın’ projesi tamamlandı mı?" İsmimi zikretmiyor, fakat yerli taşeronlar sınıfına beni de sokuyor: "’Atatürk büyüktür, ondan büyük Tayyip Erdoğan var’ mealinde yazı yazan paşa oğlu eski bir dışişleri bakanı niçin böyle konuşmaktadır?"
Paşa oğlu dediğine göre kastettiği benim. Cansen, bana atfettiği düşünceyi yansıtmak için kullandığı kelimeleri de tırnak içine almış. Bu sözcükleri aynen benin kullandığım izlenimini vermek istiyor. Gazetecilik deontolojisine daha büyük saygısızlık olur mu?
2002’den beri yüzlerce yazı yazdım. Bunlarda Tayyip Erdoğan’ı Atatürk’ün üstünde gördüğüme dair en ufak bir ifade veya ima gösterilemez. AKP’ye önyargısız yaklaşmak, Erdoğan’ın bazı icraatını takdir etmek, onu Atatürk’ten üstün tutmak anlamına mı gelir?
Kaldı ki AKP’yi sık sık eleştirdim. Daha 30 Haziran 2007 tarihinde bakın ne yazmışım: "...AKP liderleri politik yaklaşımlarında ve değerlendirmelerinde din ekseninden kendilerini bir türlü tamamen sıyıramadılar. Dini dürtüler, iç ve dış gelişmeler hakkındaki algılamalarını zaman zaman aşırı derecede etkiledi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde gerçekçi davranmadılar, bir uzlaşmaya varmanın kaçınılmaz olduğunu, aksi halde çok kuvvetli bir kamuoyu tepkisi ve kurumsal muhalefetle karşılaşacaklarını göremediler."
19 Mayıs 2007’de de şu saptamayı yapmıştım: "Türkiye’deki problemin temelinde bugün laikliğe meydan okuma olarak algılanan bireysel semboller ve davranışlar yatmıyor mu? Politikacıların bireysel eğilimleri, devletin siyasetini ve kurumlarının bünyesini hiç etkilemiyor mu?"
Tabii ben Avrupa’nın Kemalizm’in kökünü kazımak istediğine inanmıyorum. AB değerlerinin Atatürk’ün bize miras bıraktığı değerlerlerle örtüştüğünü düşünüyorum. Atatürk’ün reformlarında ilham kaynağı hep Batı değil miydi?Niçin Latin alfabesini benimsedi? Niçin Batı giyim tarzını teşvik etti, parlamenter sistemi kabul etti, Batı kültürünü ve müziğini yaydı?
AB niçin Türkiye’de Kemalizm’i yıkmak istesin, yerine en büyük tehdit olarak gördüğü tamamen İslamcı bir rejim geçsin ve bu suretle Ege’den Çin sınırına kadar İran’ı ve Pakistan’ı da içine alan köktendinci bir şeriat kuşağı kurulsun diye mi? Cansen’in zorlama vehimleri ile mantık bağdaşmıyor.
* * *
Cansen, "Atatürk’ün milliyetçiliği, ideolojik değil, pragmatiktir" diyor. Çok doğru da vardığı sonuçlar bu tespite uymuyor; çünkü Türkiye’nin Avrupa’ya sırt çevirmesini istiyor. Ben 18 Şubat 2006’da Atatürk’ün milliyetçiliğini şöyle tarif etmiştim:
"Atatürk bize dünyaya açık, olgun bir vatanseverlik aşılamak istedi. Hırçın ve inzivacı bir milliyetçilik değil. Bunu unutmayalım."
Özel sektörde uzun yıllar çalıştığına göre dünyaya açık bir piyasa ekonomisinin yararını bilmesi gereken Cansen şimdi Türkiye’yi niye inziva içinde görmek istiyor? Bir sebebi var mı? Yoksa o gün aklına ne eserse fütursuzca yazmak kolayına mı geliyor?
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2007
2007 yılında çok ciddi bir sarsıntı ve istikrasızlık tehlikesi geçirdik. Kurumlar arasındaki çekişmeler bir ara demokrasinin geleceği konusunda bütün zihinlerde şüpheler yarattı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin hukuka aykırı bir yargı kararı ile önlenmesi büyük talihsizlikti. Geniş ölçüde buna tepki ortamında cereyan eden 22 Temmuz seçimlerinin sonunda ortaya çıkan siyasi tabloda Cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesi nihayet mümkün oldu. Türban yüzünden sembol algılamalarının doğurduğu gerginlik de bir nevi "beraber yaşama" zımni anlaşması ile kontrol altına alındı. Kuzey Irak’a müdahalenin niteliği ve boyutu konusunda hükümet ile TSK arasında bugün mevcut olan oydaşma ise çok umut verici.
* * *
Yeni bir anayasa kabul edilsin veya edilmesin, Türkiye’de daha uzun yıllar siyasi güç dengesi Avrupa ve Amerikan demokrasisinden farklı olacaktır. Bugünkü arkaik muhalefet partileri ancak yıkıcı muhalefetle işlevlerini yerine getirebilecekleri gibi bir siyasi kültüre saplandıklarından etkinliklerini kaybettiler. Türkiye’nin uzun vadeli sorunları hakkında en ufak bir vizyonları yok. Medya onları biraz ihmal etse hiçbir fonksiyonları kalmayacak. Dolayısıyla önemli olan kurumlar arasındaki ahenk ve kurumların evrimidir. Özellikle yargının büyük bir zihniyet değişikliği geçirmesi, davaların süratle sonuçlandırılması, Anayasamızın artık öngördüğü gibi kararlarını Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadı ile uyumlu hale getirmesi demokrasimizin en etkin garantisi olacaktır. Toplumumuzdaki kutuplaşma, radikalleşme ve şiddet eğiliminin engellenmesi de kurumlarımızın tutumlarına, davranışlarına ve aralarındaki ilişkilere bağlıdır.
* * *
Cumhuriyetin kurulduğundan beri en büyük başarısızlığı kuşkusuz Kürt sorununun çözümü için bir konsept ve bir politika geliştirememesi, çözüm geciktikçe meselenin gittikçe daha müzminleşeceğini bir türlü görememesi olmuştur. Asimilasyon politikasının sonuç veremeyeceği iyice belirdikten sonra dahi entegrasyon politikası benimsenmemiş, asimilasyon politikasına hákim olan düşünce modeli devam etmiştir. Oysa bugün koşullar çok değişik bir yaklaşımı gerektirir, çünkü PKK terörüne rağmen toplumsal dinamik entegrasyon sürecini kolaylaştırmaktadır.
* * *
Terörle mücadelede Kuzey Irak’taki PKK hedeflerine yönelik operasyonlar kuşkusuz Türkiye’nin askeri gücü yanında siyasi gücünü de göstermiştir. ABD hem aktif ve hem de pasif anlamda bizimle işbirliği yapmış, AB ülkelerinden anlayış mesajları gelmiştir. Haklı olduğumuz için böyle hareket ediyorlar diyebiliriz. Ancak uluslararası alanda her haklı olana aynı muamele yapılmıyor. Güçlü olan daha haklı sayılıyor. Her neyse, operasyonların etkisini değerlendirirken 25 ve 26 Aralık tarihlerinde Taraf Gazetesi’nde yayımlanan Yasemin Çongar’ın Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile yaptığı söyleşiyi de göz önünde bulundurmakta zannedersem yarar var. Bakın PKK için Talabani ne diyor: "Türkiye’de ilk kez Kürtlerin kendi partilerine sahip olma hakkını gözeten bir hükümetiniz var. İlk kez DTP ve AK Parti bünyesindeki Kürtler parlamentoda gerçek düşüncelerini söyleyebiliyorlar. İlk kez Türkiye’de Kürtler olduğunu tanıyan ve sorunların parlamentoda çözümlenmeleri gerektiğini düşünen bir hükümetiniz var. Dolayısıyla bu hükümete karşı savaşmanın her türü, bu sürece karşı her askeri eylem kınanmalıdır. Bu terörizmden de kötüdür. Bana bazen soruyorlar: ’PKK’nın eylemleri sizce terörist mi?’ Hayır terörizmden de beter."
* * *
Denebilir ki Talabani daha önce bunun tersini söylüyordu, ona güvenilmez. İyi de PKK’ya yönelik bu sözlerinin PKK, ABD ve AB ülkeleri üzerinde hiç etki yapmayacağı düşünülebilir mi?
2008 yılında yaratıcı politikalara devam edebilirsek bugün aşılmaz gibi gözüken birçok sorunu halletme yoluna gireriz.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2007
AYNI başlık altındaki geçen yazımda, Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush arasında Washington’da 5 Kasım’da yapılan görüşmenin Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir aşamayı yansıttığını belirtirken, Economist Dergisi’nin, bu görüşmede Kuzey Irak Kürt bölgesel yönetiminin tanınması ve PKK teröristlerine daha geniş af imkánı sağlanması konusunda da bir anlaşmaya varılmış olabileceğini ileri süren yazısını okumuştum. Fakat buna bir spekülasyon ötesinde anlam vermemiştim. Nitekim birçok gazetenin, Economist’in yazısına çok geniş yer vermeleri üzerine Dışişleri Bakanlığı ve arkasından Başbakan haberi yalanladılar.
Economist kuşkusuz çok saygın bir dergidir, fakat bütün yazdıklarının doğru olduğuna inanmak gerekmez.
Onun yazıları da her zaman spekülasyondan yoksun değildir. Kaldı ki, derginin bahsettiği af konusunda zaten Türkiye’de geniş bir tartışma başlamış bulunuyor.
TSK’nın yüksek rütbeli temsilcileri, teröristleri dağdan indirmek ve PKK’ya katılımları önlemek zaruretine işaret ettiklerine göre, bu sonucu sağlayabilecek çarelerin araştırılmasından daha tabii ne olabilir?
* * *
Kuzey Irak bölgesel yönetiminin tanınmasına gelince; bu tanımanın ne ifade ettiğini vuzuhla saptamakta yarar vardır. Kuzey Irak’taki bölgesel yönetim, hukuken Irak’ın anayasasına aykırı değildir. Bölgesel yönetimin anayasada öngörülen statüsünün çok ötesinde fiili yetkilere sahip olması, Irak’taki siyasi belirsizlik ve kargaşanın bir sonucudur.
Yine de kuzey bölgesi ile temas kurmak, onun liderleriyle görüşmek, Kuzey Irak’ın ayrı bir devlet olarak tanınması sonucunu doğurmaz. Örneğin, Yunanistan ve İran’ın yaptıkları gibi kuzeyde bir konsolosluk açmaya karar verilirse "Exequatur"u Erbil değil Bağdat verecektir.
Bağdat Büyükelçimizin kuzey yönetimini ziyaret etmesi de hiçbir suretle "devlet tanıması" anlamına gelmez.
Aslında, Economist Dergisi’nin son sayısında, bizim için Irak’a ilişkin yazıdan çok daha önemli bir yazı vardı. "Hıristiyanlar neden bugünkü Türkiye’de kendilerini tehdit altında hissediyorlar" başlıklı bu yazıda, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya cinayetleri ve Hıristiyanlara yönelik diğer saldırıların yanında, gayrimüslimlerin dini haklarına getirilen çeşitli kısıtlamalar ele alınıyor ve bu haklara riayet edilmedikçe Türkiye’nin AB üyeliğinin karşılaşacağı güçlüklerin altı çiziliyor.
Derginin görüşü değerlendirilirken 2007 yılında AB ile müzakere sürecinde bir iki başlığın ele alınması dışında zaten fiilen ilerleme olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Kıbrıs ile ilgili 8 maddenin askıya alınmasına ek olarak Fransa’nın dayattığı yeni blokajlar yüzünden 2008 yılında da sürece yeni bir ivme verecek gelişmeler beklenemez.
Müzakere sürecini canlı tutmak için yapabileceğimiz tek şey, reform hareketini sürdürmek ve bu meyanda azınlıkların dini hakları ve vakıfları gibi konularda daha liberal bir yaklaşıma yönelmektir.
Ayrıca, AB istesin veya istemesin, dini bağnazlığın ve etnik milliyetçiliğin şiddeti tırmandırarak toplumumuzda daha büyük yaralar açmasını önleyecek tedbirlerin süratle alınması gerektiği aşikárdır.
* * *
Uzun vadede AB üyelik sürecinde büyük bir engel, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin tutumudur. Bu tutumda müzakere sürecinin toptan sona erdirilmesi sonucunu verecek taleplerde şimdilik bir ayarlama yapılmışsa da Sarkozy’den yeni sürprizler her an beklenebilir.
Son defa Vatikan’ı ziyareti sırasında laiklik konusunda yaptığı çıkış en başta kendi ülkesinde tepki doğurdu. Sarkozy şimdi "pozitif laiklik" taraftarı.
Ona göre pozitif laiklik, "düşünce ve inanç özgürlüğünü teminat altına alırken, dini bir tehdit değil, daha çok bir koz olarak görmelidir". Sarkozy’nin Vatikan’daki konuşmasının tam metnini okumak lazım. Bizim açımızdan çok ilginç çağrışımlara yol açacak bir konuşma!
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2007
2007 yılı sona ererken, 15-16 Aralık gecesi Kuzey Irak’taki PKK hedeflerine karşı girişilen kapsamlı hava operasyonu, onu takip eden kara harekátı ve bunları çevreleyen politik ve diplomatik gelişmeler, kamuoyunun moralini ve güven hissini yükseltmiştir. Daha önce TSK’nın gücü ve operasyonel kabiliyeti konusunda elbette ki kuşku yoktu, fakat iç ve dış koşulların hareket serbestisini şu veya bu şekilde engellediği veya sınırladığı intibaı mevcuttu. Hava ve kara operasyonu, 5 Kasım’da Başbakan Erdoğan’ın Başkan Bush ile görüşmesini takiben Türk-Amerikan siyasi ve askeri işbirliğinde yeni bir aşamaya gelindiğini göstermiştir.
ABD’nin, Irak hükümetinin ve Kuzey Irak yönetiminin hassasiyetlerini göz önünde tutarak, zaman zaman karmaşık ve ikircikli ifadeler kullanmaya özen göstermesi de normal karşılanmalıdır.
Gerçek, operasyonun her aşamasından ABD’nin haberdar olduğu, açık veya zımni şekilde mutabakatını bildirdiği veya göz yumduğudur. AB ülkeleri de genellikle operasyonları anlayışla karşıladıklarını belli ettiler. PKK’nın siyasi prim yaptığı günler geride kaldı.
* * *
Türk Hava Kuvvetleri’nin (THK) F-16 ve F-4 uçakları ile hiç zayiat vermeden saatlerce süren bir gece operasyonunun başarısı üzerinde ayrıca durulmalıdır. THK daha evvel de 1999’da NATO’nun Sırbistan’a karşı giriştiği gece operasyonlarına yalnızca dört uçakla da olsa iştirak etmiş, Kandil Dağı da 1990’lı yıllarda bombalanmıştı.
PKK hedeflerine karşı THK bu seferki harekáta 50’den fazla uçakla katılmış, tanker uçakları havadan ikmal sağlamışlar, pilotsuz casus uçakları da hedef saptanmasında kullanılmışlardır. Yakında AWACS uçakları da gelince THK daha da fazla mobilite ve darbe gücü kazanacaktır.
Son gelişmeler Türk-Amerikan ilişkileri konusundaki bazı köklü saplantıların aşılmasını da kolaylaştırmalıdır. İki ülke arasında neredeyse büyük bir çıkar çatışması ve hatta husumet bulunduğu izleniminin çok yaygın olduğu devirler yaşadık.
Bunda şüphesiz Amerikan tarafının payı büyük oldu. Fakat bizde de politik realitelerin sık sık tamamen unutulduğu, birtakım hayali, hatta marazi alternatifler üzerinde ısrarla durulduğu göz ardı edilemez. 15-16 Aralık’tan sonra herkesin gözü umarız açılmıştır.
F-16’ları, F-4’leri, gece uçuşu sistemlerini, tanker uçaklarını, AWACS’ları, hemen her gün gazetelerde ve televizyonlarda imajını gördüğümüz Kobra helikopterlerini, M-48 ve M-60 tanklarını, destroyer ve denizaltılarımızı nereden tamamen veya kısmen tedarik ediyoruz?
Bundan sonraki savaş uçağı F-35’leri de ABD’den alacak değil miyiz? Operasyonlar için ABD’nin istihbaratına ve kontrol ettiği hava sahasını açık tutmasına ihtiyacımız yok muydu? 1 Mart 2003’ten sonra ortaya çıkan karşılıklı itimatsızlık ve gerginliğin bir daha geri gelmemesi için iki taraf da bundan böyle büyük bir dikkat göstermelidir.
Ortadoğu daha uzun yıllar istikrarsızlığı körükleyen çalkantılar içinde bocalayacaktır. Türk-Amerikan ilişkilerinin, bugünkü elverişli konjonktürden yararlanılarak perçinlenmesi, hem her iki ülkenin hem de bölgenin yararınadır.
* * *
ABD ile ilişkilerimizi daha sağlam bir zemine oturturken AB ile ilişkilerimizi ihmal etmek hatasına düşmemeliyiz. Atlantik Okyanusu’nun iki yakası arasında, fikir ayrılıkları ne olursa olsun, temel bir dayanışmanın ve menfaat birliğinin daima mevcut bulunduğunu ve bulunmaya devam edeceğini unutmamalıyız.
Irak savaşı ile bozulan ABD-Fransa ve ABD-Almanya ilişkileri bugün tamir yoluna girmiştir. AB ülkeleriyle iyi geçinmek, ABD ile ilişkilerimize; ABD ile iyi geçinmek de AB ile ilişkilerimize olumlu tesir edecektir.
Bugünkü dış politikamız, esasında doğru bir istikamettedir. Fakat bu politika, günlük tepkiler ile medyanın sansasyon tutkusu ve polemiklerinin etkisinden kurtarılmalı, uygulamanın, ana vizyonla uyuşmayan yönde sapmalar yapmasına imkán verilmemelidir.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2007
SON zamanlarda bir genel karamsarlık havasının yine gazete sayfalarını istila ettiğini görüyoruz. Bu seferki dalgayı tetikleyen Fazıl Say oldu. Ünlü piyanist ve kompozitörümüz, "Azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz. Bakan eşleri türbanlı. İslamcılar güç kazandı. Türkiye’yi terk edebilirim" gibi sözler söyleyince yine bir travma içine girdik. Mazoşizm dürtülerimiz sık sık olduğu gibi canlandı. Say’ın tepkilerinin kişisel bakımdan meşru olduğunda kuşku yok. Say milletçe gurur duyduğumuz ve kendisinin de ifade ettiği gibi Anadolu halk kültüründen hiç kopmamış, dünyaca takdir edilen ve alkışlanan bir sanatçımızdır.
Onun hassasiyetini saygı ve anlayışla karşılamalıyız. Söyledikleri de mutlaka dikkatle değerlendirilmelidir. Ne var ki onun yaklaşımından hareketle politik ve sosyal genellemelere varmanın doğruluğu sorgulanabilir.
* * *
Genel olarak baktığımızda Türkiye’nin birkaç yıldan beri fırtınalı bir evrim içinde bulunduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Türkiye’de çok iyi şeyler de oluyor, çok kötü şeyler de.
Olumsuz gelişmelerde tek bir yönetimin değil, 1980’lerden beri işbaşına gelen bütün yönetimlerin günahı var. Nüfus süratle artarken, her derecede eğitimin kalitesi bugünün ihtiyaçlarıyla uyumlu olmaktan çok uzak kalmış, kalıp fikirlere sıkı sıkıya bağlı, başkasının fikirlerine karşı en ufak bir hoşgörü göstermeyen, söylem veya eylemlerinde şiddet dürtüsüne hemen kapılan, düşünmekten ve tartışmaktan hoşlanmayan insanların sayısı çok artmış, radikal politik eğilimler prim yapmıştır.
Eğitim sistemimizin hazin sonuçlarını politikada, genel anlamda bürokraside, yargıda ve hatta bilim kuruluşları olması gereken üniversitelerimizde görüyoruz. Medya gittikçe magazinleşerek daha fazla nüfuz kazanırken sayısı sürekli artan özel televizyon kanallarının önemli bir kısmı siyasi ve sosyal kutuplaşmaları sürekli tahrik ediyor ve dünyayı reddederek içimize kapanmamız çağrısını yapıyor.
Peki içimize kapanınca ne yapacağız? Ülke daha mı fazla güçlenecek, toplum daha mı ileri gidecek? Uzak tarihimizin şanlı sayfalarını büyük bir özlemle tekrar tekrar birbirimize ballandıra ballandıra anlatarak mı kaçınılmaz küreselleşme gerçeğine ayak uyduracağız?
* * *
Toplumumuzdaki bu süreç, aynı zamanda çok ciddi problemlerimize gerçekçi teşhisler koymamızı, hatalarımızı görerek bunları düzeltme yoluna girmemizi de engelliyor. Söylemlere bakarsanız bugün karşılaştığımız kritik sorunların kaynağı hep dışarıda. Bu görüşe kapılınca sorunların çözümünü de dışarıdan bekliyoruz.
Evet, karamsarlık ilham eden gelişmeler az değil. Fakat iyimserlik nedenlerini de görmezlikten gelemeyiz. Türkiye’de son 30-35 yılda katettiğimiz mesafe küçümsenecek gibi değildir. Bütün iniş çıkışlara rağmen demokrasimiz güçlenmiştir. Ekonomimiz dünyaca takdir edilen bir büyüme hızı ve dinamizm kazanmıştır.
Türkiye dünyaya açılmış ve tanınmış ekonomistlerin vurguladığı gibi küreselleşmeye birçok ülkeden daha fazla ayak uydurmuştur. Yolumuz güçlüklerle dolu olsa bile Avrupa Birliği üyeliği vizyonu devam etmekte, politik, ekonomik ve sosyal reformlarımıza ivme vermektedir.
Türkiye uluslararası politika ve güvenlik denkleminde kendi çıkarlarını koruyabilecek bir konumdadır. PKK’ya karşı Kuzey Irak’a askeri müdahalemize hiçbir ciddi itiraz gelmemesi, gücümüzün ve itibarımızın çok anlamlı bir göstergesidir.
* * *
Zannediyorum ki, iyimserlik için önemli bir sebep daha var. Çok yanılmıyorsam medyadan yansıyan sürekli kriz ve toplumsal kutuplaşma tablosu kamuoyumuzun büyük bir çoğunluğunun algılamasına uymuyor.
Sağduyu, gerçekçilik, toplumsal dayanışma geleneği hálá galebe çalıyor. Bir noktayı daha belirtmek de belki yararlı olur.
Genellikle dünyanın bizi algılaması da bizim kendi iç algılamamızdan çok farklı. Çok daha olumlu.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2007
AB zirvesinin Sonuç Bildirisi’nin Türkiye’ye ilişkin paragrafında "katılım" ve "üyelik" ifadelerinin çıkartılması için Fransa’nın diretmesi Türkiye’de büyük tepki ile karşılandı. Sarkozy Türkiye’nin önünü kesmek amacı ile daha önce de bir Akil Adamlar Komitesi’nin kurularak AB’nin coğrafi sınırlarının saptanmasını istemişti. Bu girişiminde başarılı olamadı ve böyle bir komite değil, fakat sınırlar meselesi gündeminde bulunmayan ve yetkileri enerji, çevre ve terörle mücadele gibi konularla sınırlandırılmış bir "Düşünce Grubu" ile yetinmek mecburiyetinde kaldı.
Sarkozy 35 müzakere başlığından Türkiye’nin tam üyeliği ile bağlantılı saydığı beş başlığı da askıya aldırtmıştı. Aslında bu önlem ona Türkiye’nin üyeliğini istediği kadar bloke etmek imkánını veriyordu. Sonuç Bildirisi’nde "katılım" kelimesinin çıkartılması olsa olsa Türkiye’nin üyeliğine muhalefetinin bir kere altını çizmekten ve Türkiye’nin infialini tahrik etmekten başka bir işe yaramaz.
* * *
Şunu da belirmek gerekir ki Sarkozy’nin tutumuna biraz daha ılımlı yaklaşanlar yok değil. Onların görüşü şöyle: Fransa Cumhurbaşkanı’nın bugünkü bütün eylemlerini iç politika açısından değerlendirmek doğru olur.
Sarkozy’nin içerde stratejisinin başlıca hedefi radikal sağı temsil eden Milli Cephe’nin aldığı oyların tümünü kendisine çekmektir. Türkiye ve göçmenler konusundaki sert politikalarını bu açıdan izah etmek mümkündür. Sarkozy Türkiye söz konusu olduğunda AB zirvesinin sonuç bildirisinde "katılım" sözcüğünü çıkarmak için ısrar ediyor, fakat aynı zamanda yeni başlıkların açılmasını engellemiyor.
İktidara geldikten hemen sonra dış politikada Dışişleri Bakanı’ndan çok daha nüfuzlu olan Diplomatik Müşaviri’ni Ankara’ya gönderdiği ve onun, Türk hükümetine, "Ermeni Soykrımı"nı inkár etmeyi suç sayan yasa tasarısının Senato’dan geçmesinin engelleneceği teminatını verdiği unutulmamalıdır. Bu ılımlı görüşü benimseyenler bir ölçüde haklı olabilirler mi? Bunu zaman gösterecekir.
* * *
Türkiye’nin AB’ye katılım süreci müzakerelerin başladığı andan itibaren zaten ağır bir ipotek altındadır. Bunun tek nedeni tabii Fransa’nın tutumu değil. Gümrük Birliği’nin Güney Kıbrıs’a teşmil edilmemesi nedeniyle de sekiz başlık askıda ve bu sorunun çözülmesi imkánı gözükmüyor.
Türkiye sorunu aşmak için Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüm süreci başlatılmasına çaba harcıyor ve BM Genel Sekreteri’nin Güney Kıbrıs ile KKTC’yi yeniden müzakere masasına getirmesini talep ediyor. Oysa Genel Sekreter’in iki taraf da çözüm iradesi göstermedikçe bir atılım yapmaya hiç niyeti yok.
2008 Şubat’ında Güney Kıbrıs’ta yapılacak seçimlerin bugünkü siyasi tabloda büyük bir değişiklik yapması olasılığı da pek kuvvetli değil. Karşılaşılan açmaz son zamanlarda iki bağımsız devlet formülünün ağırlık kazanmasına yol açtı.
O kadar ki Güney Kıbrıs artık çok olası gözüken Kosova’nın bağımsızlığının Kıbrıs için emsal oluşturmasından ciddi endişe duyuyor. İki devlet formülü KKTC için kuşkusuz en ideal çözüm olur. Fakat Güney Kıbrıs’ın telaşı yersiz. Bugünkü düşünce modelimiz değişmedikçe böyle bir çözüm konusunda mesafe alamayız.
* * *
Bu karamsar tabloda müzakere sürecini dolaylı olarak etkileyen başka unsurlar da var, Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesi ve azınlıkların dini hakları gibi. AB Komisyonu’nun 2007 İlerleme Raporu bütün bu konularda geçen raporlardan çok farklı değil. Reform sürecinin yavaşladığı özellikle belirtiliyor.
Tek olumlu gözlem 22 Temmuz genel seçimleri ve Cumhurbaşkanı’nın seçimine ilişkindir. Komisyon bu sonuçları Türkiye’de işleyen bir demokrasinin mevcut bulunduğunun kanıtı olarak algılamıştır. Bu önemli başarıdan ne yazık ki tam istifade edemiyoruz.
AB ile ilişkilerimizi olumsuz etkileyen çok önemli bir unsur da en sorumlu kişilerden gelen ve kamuoyumuzu etkileyen bitmez tükenmez AB aleyhtarı söylemlerdir. Kendi hatalarımızı görmeyerek karşılaştığımız sorunlarda AB’yi sürekli günah keçisi olarak göstermek acaba neye yarıyor? Sorumluluktan mı kurtuluyoruz?
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2007
BUSH 2008 sonunda başkanlığının ikinci dönemini de bitirerek siyaset sahnesinden çekilecek. Bush’un Amerikan tarihinin en tartışmalı başkanlarından biri olarak değerlendirileceği kesin. Yalnızca dış politikada ve savunma politikasında değil, ekonomide de halefine içinden çıkılması çok zor bir miras bırakacak.
Bu nedenle yeni başkanın Demokrat adaylardan biri olması ihtimali çok yüksek ve bunlar arasında, kişiliği kamuoyunda çok sempati uyandırmıyorsa da, en önde gelen şimdilik Hillary Rodham Clinton.
* * *
Foreign Affairs Dergisi, kasım/aralık sayısında Hillary Clinton’ın ve Cumhuriyetçi adaylardan John McCain’in makalelerine yer veriyor. McCain, Irak konusunda Bush kadar, hatta neredeyse daha şahin. Demokrat adayların Irak’tan çekilmek gerektiği yolundaki görüşlerine şiddetli tepki gösteriyor. Ona göre Irak’tan çekilmek, tarihi bir hata teşkil eder ve bundan sadece bir parti değil, bütün Amerikan vatandaşları yıllarca olumsuz etkilenir.
Clinton’a göre ise ABD’nin kaybettiği dünya liderliğini tekrar ele geçirmesi, Irak savaşına son verilmesine bağlıdır. Clinton aslında senatör sıfatıyla Irak savaşına başlangıçta destek vermekten geri kalmamıştı, fakat şimdi savaşın "ABD’nin askeri gücünü zayıflattığını, stratejik kozlarını tükettiğini, dikkatin ve kaynakların Afganistan’a odaklanmasını engellediğini", ABD’yi müttefiklerinden uzaklaştırdığını ve Amerikan halkını böldüğünü ileri sürüyor.
Clinton’ın amacı, ABD kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesinden dolacak boşluğu yoğun bir diplomatik inisiyatifle doldurmak. Türkiye’nin, İran’ın, Suudi Arabistan’ın ve Suriye’nin Irak’taki sivil savaşın dışında kalmaları sağlanırsa siyasi istikrarın korunabileceğine inanıyor. Clinton’ın görüşleri bir hayli karmaşık. Ona göre Amerikan kuvvetleri Irak’tan çekilecek, fakat El Kaide terörüne karşı özel kuvvetler mücadeleyi sürdürecekler.
Kuzey Irak’ta ABD askeri mevcudiyeti de belki bir şekilde devam edecek: "Kuzey Irak’ta gelişen kırılgan, fakat gerçek demokrasi ve nisbi barış ve güvenliği korumak üzere o bölgede bazı kuvvetler bırakmak konusunu inceleyeceğim. Fakat bu olasılığı, PKK’ya karşı önlem alınacağı ve Türkiye ile sınırın ihlal edilmeyeceği anlayışıyla ele alacağım."
* * *
Clinton, Afganistan üzerinde de önemle duruyor. Afganistan’daki askeri gücün takviye edilmesine taraftar. Afganistan’da Taliban tekrar iktidara gelirde El Kaide’nin de onunla birlikte geri döneceğinden emin. Afganistan’da halen göz yumulan ve Taliban’ı finanse eden uyuşturucu ticaretine karşı etkin tedbir alınmasını öneriyor.
İran konusunda ise Clinton, Bush’un Tahran ile diyaloğu reddetmesini eleştirmekle beraber böyle bir açılım için oldukça kapsamlı koşullar ileri sürüyor: "İran nükleer silah programını sona erdirmek iradesini gösterirse, terörizmi desteklemekten vazgeçerse, Irak’ın istikrarının sağlanmasında yapıcı bir rol üstlenirse, Tahran’a dengeli bir motivasyonlar paketi sunabiliriz."
Clinton ayrıca, İran uluslararası yükümlüklerine uymazsa, bütün opsiyonların saklı tutulacağını vurguluyor. Bush’tan çok farklı bir tutum değil.
* * *
Bütün politikacıların seçim kampanyasında söyledikleri ile iktidara geldikten sonraki icraatı arasında çelişki bulunması yadırganamaz. Clinton da kuşkusuz seçildiği takdirde politik yaklaşım ve tutumlarında ayarlamalar yapacaktır.
Yine de Demokratların yönetiminde tek taraflılığın zemin kaybedeceği, daha geniş bir uluslararası işbirliğinin aranacağı, bazı lobilerin etkisinin bir ölçüde azalacağı, özellikle Bush devrinin ilham kaynağı olan yeni muhafazakárların nüfuzlarını kaybedeceği söylenebilir.
Bu kadarı bile ABD ve dünya için hayırlı olacaktır.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
İSTİHBARAT servislerinin zaman zaman hükümetlerin siyasi amaçlarına hizmet eder nitelikte raporlar hazırladıkları kimsenin meçhulü değildir. Bu alanda CIA, özellikle sabıkalı sayılır. Mart 2003’te Irak’a karşı girişilen saldırıdan bir süre önce, Dışişleri Bakanı Colin Powell, BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği brifingde, bu saldırının haklı olacağını kanıtlamak gayesiyle, Irak’ın kimyasal ve biyolojik silahlara sahip bulunduğunu ve nükleer silah imal etme programını yeniden başlattığını, CIA’nın verdiği bilgilere dayanarak ileri sürmüştü.
Brifing sırasında CIA Başkanı da hiç renk vermeden arkasında oturuyordu. Oysa Powell daha sonra konseye asılsız bilgiler vermek mecburiyetinde bırakıldığını açıklamak zorunluluğunu hissetti. Irak savaşı başlayınca Başkan Bush, 16 istihbarat servisi arasında eşgüdümü sağlamak üzere bir Milli İstihbarat Konseyi (MİK) kurdu.
İşte bu konsey, 3 Aralık’ta sunduğu raporda İran’ın nükleer silah programını 2003’te durdurduğunu bildirerek herkesi şaşırttı. Çünkü daha 2005 yılındaki raporunda MİK tam tersini ifade ediyor, İran’ın bir an önce bir nükleer bomba imal etmek için yoğun çaba harcadığını belirtiyordu.
Bu iki rapor arasındaki çelişkiyi izah için Başkan Bush, iki sav üzerinde durdu: Amerikan istihbarat servisleri büyük bir keşifte bulunmuştu ve uluslararası toplumun İran üzerindeki baskısı etkili olmuştu! Büyük keşfin, İranlı subaylar arasındaki bir konuşma hakkında ele geçirilen bilgiler olduğu daha sonra anlaşıldı.
* * *
MİK’in raporu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Baradei’nin daha önce ABD tarafından kuşkuyla karşılanan raporunu da tamamlıyor. Baradei, bunda İran’ın sayısı 3000’e varan santrifüjlerle uranyum zenginleştirme sürecine devam ettiğini, fakat bu programın sadece elektrik üretimine mi, yoksa aynı zamanda nükleer silah imaline de mi yönelik olup olmadığının saptanamadığını belirtmişti. Demek oluyor ki bu saptamayı şimdi MİK yaptı ve nükleer silah programının askıya alındığı sonucuna vardı.
MİK raporuna beklenebileceği gibi İsrail inanmak istemezken İran raporu sevinçle karşıladı. Başkan Bush ise ikircikli bir tutum sergiledi. Bir yandan rapordaki saptamayı politikasının başarısı olarak nitelerken diğer yandan İran’ın nükleer silah imal etmesine imkán verecek bilgilere sahip olduğunu, dolayısıyla tehdit bertaraf edilmediğinden İran’ın tehlikeli bir devlet olmaya devam ettiğini söyledi.
NATO ve AB dışişleri bakanları da 6 Aralık’ta, İran’a karşı diplomasi ve yaptırım baskısını kombine eden politikanın sürdürülmesi konusunda anlaştılar.
Bu karmaşık tablodan hareketle bir değerlendirme yapmak kolay değil. Ancak Irak’ta nisbi iyimserliğe yol açan gelişmeler ve Ortadoğu konusundaki Annapolis toplantısının arka planı göz önünde tutulduğunda, Bush yönetiminin iktidardaki son yılında daha esnek ve daha az ideolojik bir politikaya yönelmek istediği düşünülebilir.
Bu kapsamda Bush görevden ayrılmadan önce İran’a karşı bir hava ve füze saldırısının büyük olasılıkla artık gündemden düştüğü de ileri sürülebilir. Peki, bazı koşullar yerine geldiğinde İran’a karşı bir açılım politikası mümkün müdür? Olabilir. Churcill’in bir sözünü hatırlıyorum: "Amerikalılar her zaman doğru yolu seçerler, fakat bütün öbür yolları tükettikten sonra."
* * *
Amerika’nın İran politikasında şimdi değilse bile 2008’den sonra köklü bir değişikliğin Türkiye açısından sonuçları üzerinde fikir yormakta yarar vardır.
ABD’nin daha esnek politikası, kuşkusuz İran ile gittikçe gelişmekte olan ilişkilerimizde rahatlık sağlar. Bir açılım politikası ise ister istemez başka soruları akla getirir; özellikle Irak, genellikle de bölge dengeleri açısından.
Yazının Devamını Oku