İlter Türkmen

AKP’yi kapatma davasının çeşitli yansımaları

22 Mart 2008
YARGITAY Başsavcısı’nın AKP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği iddianamede, bu belgeyi kaleme alanların dünya görüşünü ve uluslararası meseleleri nasıl algıladıklarını gösteren ifadeler var. Başsavcı örneğin kapatma gerekçesini aynı zamanda Avrupa kamu düzeni çerçevesine oturtuyor: "Avrupa kamu düzeni çerçevesinde yer alan Türkiye yönünden, açıklanan kapatma nedenleri, hem bu bütünün bir parçası olmasının, hem de ayrıca kendi hukuk düzeninin bir gereğidir."

İyi de Avrupa ülkelerinin ve AB Komisyonu’nun temsilcileri Başsavcı’nın açtığı davanın Avrupa’nın demokratik prensipleri ile uyum halinde olmadığını, Avrupa demokrasilerinde hükümete ve siyasi partilere ilişkin sorunların çözüm yerinin mahkeme salonları değil, fakat parlamento olduğunu belirtmekte gecikmediler.

Hatta bazı Avrupalı siyasi liderler daha da ileri giderek, AKP’nin kapsamlı demokratik reformlar gerçekleştirmek amacıyla sarf ettiği çabaları övdüler. Diğer taraftan Avrupa kamu düzeninin parçası olmanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne öncelik vermeyi gerektirdiği de göz önünde bulundurulmalıdır.

* * *

Başsavcı’nın, iddianamesinde, öngördüğü serbest seçimlerin köktendincilere iktidar kapısını açacağı anlaşıldığı için siyasi yönü tamamen rafa kaldırılan Büyük Ortadoğu (BOP) Projesi’ne de değinilmiş:

"90’lı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve bölgemiz için ürettiği ılımlı İslam ve onun siyasi hedefi BOP."

Bu bağlamda ilkönce "küreselleşmenin merkez güçleri"nden ABD dışında hangi ülkelerin kastedildiğini bilmek gerekir. Bunlar arasında mutlaka AB de var. Demek oluyor ki AB bir yandan bizim arzuladığımız bir laik kamu düzeni oluşturuyor diğer yandan da Türkiye’de ılımlı İslam’ı yerleştirmeye çalışıyor!

Peki, o zaman iddianame niçin Türkiye’yi AB kamu düzeninin bir parçası olarak görmeye devam ediyor? Bu çelişkiler kuşkusuz iddianamenin temel dengesini etkilemez, fakat ne de olsa izahı zor bir kavram kargaşasına ve komplo teorisi iptilasının ne kadar yaygın olduğuna delalet eder.

* * *

Anayasa Mahkemesi Yargıtay Başsavcısı’nın talebine uyarak davayı kabul ederse iç politikada uzun bir çalkantı devrine gireceğimiz kesindir. Anayasa Mahkemesi’nin önünde türban meselesi ile bağlantılı Anayasa değişikliklerinin iptali davası da var. Kapatma davası başlatılırsa iki dava da Türkiye’nin bütün iç ve dış icraatını bloke edecektir.

Oysa hükümetin bütün dikkatini ve enerjisini terörle mücadele, Kürt sorunu, enerji projeleri, sosyal problemler, AB üyelik süreci, Irak’ın istikbali, dünyadaki olumsuz ekonomik gelişmeler ve bunların Türk ekonomisi üzerindeki etkileri ve yeni bir aşamaya gelen Kıbrıs meselesi üzerinde yoğunlaştırması gerekir.

* * *

Anayasa Mahkemesi’nin iki dava konusunda da nasıl hareket edeceği tabii bu aşamada öngörülemez. Her iki konuda da siyaset ile hukuk arasında çok hassas bir etkileşim mevcut. Belki de bir kere daha hukukun zorlanarak türban konusundaki Anayasa değişikliklerinin iptali, buna karşılık kapatma davasının reddedilmesi bir çıkar yol olabilir.

Mahkemenin kararlarının önlenmesi amacıyla Anayasa’da değişiklikler yapılması gibi riskli bir yola gidilmesinin başarı şansı ve sonuçları hakkında ise bugünkü koşullarda bir tahminde bulunmak çok zor.

Fakat bütün bu olası gleişmelerden bağımsız olarak kurumlar ve siyasi partiler arasında ve siyasi partilerin kendi aralarındaki gerginlik azaltılmalıdır.

Normal demokratik sürecin sekteye uğraması iktidar partisinin olduğu kadar muhalefet partilerinin de çıkarına değildir. Bütün partilerin hiç değilse en temel konularda bir oydaşmaya varmaya çalışmaları ülkenin şiddetle ihtiyaç duyduğu çatışmasız ve dingin bir ortamın yaratılmasına hizmet edecektir.

Partilerden bugünkü kritik durumda daha sorumlu hareket etmelerini beklemek hakkımız değil mi?
Yazının Devamını Oku

Yargıçlar cumhuriyeti olmayalım

18 Mart 2008
TÜRK yargı sistemi hiç değilse Batı sistemlerinden bazı alanlarda oldukça farklı. ABD’de ve Avrupa’da savcılar Adalet Bakanı’na bağlı iken bizde bağımsızlar. Yargıtay Başsavcısı, Anayasa Mahkemesi’nde demokrasi kurallarıyla pek bağdaşmayan ve sonuçları ülkeyi siyasi istikrarsızlığa sürükleyebilecek bir dava açarken bile Adalet Bakanı’na haber vermek gereğini duymuyor. Yüksek yargı kurumları başkanları ve başsavcıları, belirli bir algılama ve zihniyet kalıbı yansıtan siyasi demeçler vermekte bir sakınca görmüyorlar. AB ülkelerinde ise Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak yetkisi yok.

Örneğin, Fransa’da bu yetki yalnızca cumhurbaşkanı, başbakan, ulusal meclis ve senato başkanları ile muayyen sayıda milletvekili veya senatöre verilmiş. Yargının kuvvetler ayrımı dengesinde aşırı ağırlıklı bir konuma gelmemesine dikkat edilmiş.

* * *

Bizde son zamanlarda yüksek yargı kurumları, çok yadırganan ve endişe uyandıran davranışlar içine giriyorlar. Danıştay Başsavcısı, 27 Mayıs müdahalesini "devrim" olarak niteleyebiliyor ve Menderes ile iki bakanın idam edilmesini onaylayabiliyor. Yassıada’daki yargılamanın cereyan tarzının ve verilen idam kararlarının milli bellekte ve vicdanda ne kadar ağır bir yara açtığının galiba farkında değil.

Anayasa Mahkemesi ise daha birkaç gün önce, yabancı yatırımcıların Türkiye’de kurdukları veya iştirak ettikleri şirketlerin taşınmaz mülkiyet ve sınırlı ayni hak edinmelerine imkán veren "doğrudan yabancı yatırımlar"yasasındaki hükmü iptal etti. Mahkeme kararla birlikte gerekçesini açıklamaya da lüzum hissetmedi.

Oysa Anayasa’nın 153. maddesi, "İptal kararları, gerekçesi yazılmadan açıklanamaz" diyor. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’ya uymazsa hukuk devletinden nasıl bahsedilebilir? Kaldı ki hukuki mülahazaların ötesinde mahkemenin kararının ekonomik sonuçları üzerinde de durulmalıdır.

Türkiye’ye son üç yılda giren doğrudan yabancı yatırım miktarı 50 milyar dolarla rekor düzeye varmıştır. Her ne kadar karar altı ay sonunda yürürlüğe girecekse de yabancı yatırımcıları şimdiden, sürekli şekilde ürkütmesi ve ekonominin büyümesini yavaşlatması tehlikesi ciddidir.

Yargıtay Başsavcısı’nın "laikliğe aykırı fiillerin odak noktası haline geldiği" suçlamasıyla AKP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açması ise, mahkeme ne karar verirse versin, yargı ve demokrasi arasındaki etkileşim açısından büyük bir açmaza sürüklendiğimizi kanıtlıyor.

Başsavcı, AKP’nin kapatılması isteğiyle yetinmiyor, Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil AKP’nin 71 üyesine beş yıllık siyasi yasak getirilmesini talep ediyor. Cumhurbaşkanı’nın Anayasa gereğince ancak vatana ihanet suçundan azledilebileceği de anlaşılan bu arada gözden kaçmış.

* * *

Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcısı’nın görüşlerini benimserse Başbakan ile birlikte çok sayıda AKP milletvekilinin milletvekilliği düşer. Türkiye kendisini büyük bir siyasi ve ekonomik istikrarsızlık ile belki de şiddet ortamı içinde bulur. Terörle mücadeleyi sürdürmek çok zorlaşır, Kürt meselesine çözüm bulmak imkánsız hale gelir.

Tabii Avrupa Birliği’nin adını bile unutmaktan başka çare kalmaz. Türkiye, bölgesinde ve dünyada demokrasiyle kendini yönetemeyen bir devlet imajı yaratır. Peki tekrar seçime gidilirse ve AKP başka isim altında yeniden çoğunluğu elde ederse ne olacak? Sil baştan mı?

O zaman seçimlere hiç gerek yok, partiler programlarını Yargıtay Başsavcısı’na sunsunlar, o da hangisinin iktidara layık olduğuna karar versin! Böylelikle, seçimlere, TBMM’ye ve Cumhurbaşkanı’na da ihtiyaç kalmaz!

AKP’nin kuşkusuz yanlış icraatı, saplantıları ciddi siyasi hataları ve üslup sorunu var. Fakat iktidardayken hatanın cezası, demokrasilerde seçimi kaybetmektir. Son gelişmeler, yeni bir Anayasa ile yargının demokrasi içindeki işlevi yeniden tarif edilmeden Türk demokrasisinin çok kırılgan olmaya devam edeceğini göstermiştir.
Yazının Devamını Oku

Artık ileriye bakalım

15 Mart 2008
KUZEY Irak’ta PKK’ya karşı girişilen 21-29 Şubat operasyonu, her bakımdan başarıyla sonuçlanmasına rağmen, ne yazık ki hırçın bir muhalefetin yıkıcı kampanyası nedeniyle lüzumsuz ve yıpratıcı bir polemiğin konusu haline geldi. Bu kısır tartışmaları artık geride bırakarak ileriye bakmak zamanı gelmiştir. Muhalefetin bundan sonra yapıcı olmaya çalışarak hepimizi şaşırtmasını temenni ederiz.

Şubat operasyonu hedefine ulaştıysa da PKK’ya karşı silahlı mücadelenin sonuna gelinmiş değildir. Ne var ki bu mücadeleye paralel olarak terörün temelini teşkil eden sorunu çözmek için siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel açılımlarda bulunmanın kaçınılmaz olduğu gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır.

"Siyasi" sözcüğü tepki veya alerji doğurmamalıdır. Siyasi yaklaşım, PKK veya onun sözcüleri ile müzakere anlamına katiyen gelmez. Söz konusu olan tek taraflı açılımlar, önlemler veya PKK ile mücadelede diğer ülkelerin desteğini sağlamaya yönelik girişimlerdir.

* * *

Örneğin, seçim barajının indirilmesi tek taraflı bir politik tasarruf olur. TBMM Başkanı’nın ve arkasından Cumhurbaşkanı’nın DTP milletvekillerini kabul etmekle gösterdikleri basiret de siyasi nitelik taşır. Teröre son vermek için Irak ve PKK’yı finanse eden ve onun propagandasını yapan kuruluşlara müsamaha gösteren ülkeler nezdinde yapılan girişimler de elbette politiktir.

Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin Ankara’ya daveti de politik bir girişim değil midir? Siyasi açılım bağlamında Başbakan’ın, PKK’yı terör örgütü olarak ilan etmedikçe DTP ile konuşmayı reddetmesi, parti politikası kaygılarına dayansa bile, Cumhurbaşkanı’nın ve Meclis Başkanı’nın davranışları ile arasına mesafe koyması iyi olmamıştır.

* * *

Kürt sorununun nasıl çözümlenebileceği konusunda çeşitli düşünce merkezleri de araştırma yapmaktan geri kalmıyor. Bunlardan ABD’deki "Amerikan Dış Politikası Milli Komitesi" adına David Phillips’in hazırladığı 15 Ekim 2007 tarihli rapor oldukça ilgi çekici.

Raporda tepkimizi çekecek öneriler eksik değil. Fakat bazı tahliller ve önerileri incelemekte zannedersem yarar var. Mesela, Phillips, Avrupa’daki PKK finans ve propaganda altyapısının dağıtılması için 25 AB üyesi ülkenin katıldığı "Avrupa Terörle Mücadele Grubu"nun, PKK’nın gayrimeşru gelirlerini ortaya çıkarmak amacıyla soruşturma açmasını öneriyor.

Ayrıca "BM Terörle Mücadele Komitesi"nin, PKK örgütlerini barındırdığından şüphe edilen BM üyesi ülkelerinden, PKK’ya mali yardımların kesilmesi için sarf ettikleri çabalar hakkında rapor vermelerini talep etmesi gerektiğini belirtiyor.

Mali yardımlar çok kere nakit olarak Erbil Havalimanı’na gelen yolcular vasıtasıyla PKK’ya ulaştırıldığından bu trafiğin önlenmesi lüzumuna da işaret ediyor.

Phillips’in raporunda kuşkusuz ekonomik ve sosyal alanda yatırımlar çok önemli yer işgal etmektedir. Phillips bu bağlamda Güneydoğu’daki süratli nüfus artışının özellikle kadınları mağdur ettiğini ve fakirliği artırdığını kaydederek aile planlaması programlarına yer verilmesinde fayda görüyor.

Nihayet Phillips, Irak ile aramızdaki terörle mücadele anlaşmasının ancak Kuzey Irak yönetiminin de işbirliğine katılmasıyla işleyebileceğini, Türkiye ile bu yönetimin sonunda ister istemez aralarındaki çıkar birliğinin bilincine varacaklarını vurguluyor.

* * *

Başbakan’ın Güneydoğu’ya 12 milyar dolarlık yatırım planlandığını ve TRT kanallarının birinden Kürtçe ve başka bazı dillerde yayın yapılacağını açıklaması, şüphesiz bir ilk adım olarak sevindiricidir. Fakat bu atılımlarla yetinilmemeli, hukuki ve kültürel alanda daha başka açılımlar üzerinde durulmalıdır.

Kültürel alanda Kürtçe öğreniminin, yeterli talep varsa, seçmeli ders olmasına imkán hazırlanması, hukuki alanda da ifade özgürlüğünü engelleyen yasa hükümlerinin değiştirilmesi ve genel olarak yasaların yargı tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun bir yönde yorumlanması gerekir.
Yazının Devamını Oku

Rusya’da başkanlık seçimi demokrasi ve otokrasi

11 Mart 2008
2 Mart’ta Rusya’da yapılan başkanlık seçiminin sonucu çoktan belliydi. Seçim kampanyasında en ufak bir heyecan yoktu. Putin’in dediği olacaktı. ABD’de ise başkanlık seçimi süreci neredeyse bir yıldan fazla sürüyor. Adaylar kıyasıya bir mücadele içine giriyorlar. Bu mücadelenin, bitmez tükenmez tartışmaların, sarf edilen on milyonlarca doların sonucunda en iyi adayın kazandığı da söylenemez.

2000 yılındaki tartışmalı seçimde, örneğin Al Gore kazansaydı belki ABD, Irak macerasına sürüklenmez, ABD ekonomisi bazen trilyonlarla ifade edilen savaş masraflarının altında ezilmez, Ortadoğu’da bugünkü kaos yaşanmaz, global terör kendisine geniş bir serbest alan bulamazdı.

Ne var ki demokrasilerde seçim yoluyla iktidar değişikliği her zaman mümkün. Tarihinin gösterdiği gibi Rusya ise 20. asırda otokrasiden, belki bütün diğer ülkelerden daha fazla eziyet çekti, on milyonlarca insan öldürüldü, birkaç kuşak inanılmaz mahrumiyetler altında yaşadı, komünizm ideolojisi ceberrut bir devletin zırhı haline geldi.

Sovyetler Birliği çöktükten sonra esen demokrasi rüzgárının ömrü de uzun olmadı. Putin kendisine Çar unvanı verilmesini haklı gösterecek merkezi ve otoriter bir sistem tesis etti.

* * *

Rusya’da 2 Mart seçimleri elbette demokratik değildi. Devletin bütün medyayı elinde tuttuğu, muhalefetin serbestçe kampanya yapamadığı bir ülkede demokratik seçimlerden bahsedilemez. Fakat seçimler serbest olsaydı dahi Putin’in adayı Dimitri Medvedev’in seçileceği kesindi.

Bunu nedeni, Yeltsin devrinde mevcut olan demokrasinin Rusya’ya siyasi istikrarsızlık, kaos, fakirlik ve ekonomik çöküntüden başla bir şey getirmemesi ve Rus halkını büyük bir düş kırıklığına sürüklemesidir.

Putin’in iktidara gelmesiyle istikrar sağlanırken, ekonomi, petrol ve gaz fiyatlarındaki tırmanış ile büyük bir ivme kazandı. O kadar ki bazı rakamlara imrenmemek zor. Rusya’da halen bütçe fazlası GSYH’nin % 4’ü, kamu borcu % 8’i düzeyinde, döviz rezervleri 500 milyar doları buluyor, 150 milyarlık bir istikrar fonu mevcut.

Yıllık büyüme yıllardan beri % 6.6 oranında. Yatırımlar % 20, reel ücretler % 15 oranında artıyor. Milyarder ve milyonerler gittikçe çoğalırken gelişen orta sınıf da ekonominin canlılığına katkıda bulunuyor. Fakat madalyonun öbür tarafını görmek lazım.

Demografi geriliyor, 1998’den beri nüfusta 8 milyonluk bir azalma oldu; ekonomi, enerji ve hammaddeler üzerindeki devlet kontrolüne dayanıyor. Şirketlerin kapitalizasyonunun % 40’ı devletin tekelinde.

Putin’in aktifinde yalnızca ekonomi yok. Çeçenistan sorununu bir şekilde halletti ve Rusya’yı yeniden uluslararası alanda ağırlığı olan, gerekirse tehdit politikası güdebilecek bir ülke haline getirdi. Avrupa’nın Rus gazına gittikçe daha bağımlı hale gelmesini siyasi güce çevirmek için baskı yöntemlerinden kaçınmadı.

Avrupa’da konuşlandırılacak füzesavarlar konusunda ABD’ye karşı çıktı. Konvansiyonel silahlar konusundaki taahhütlerini askıya aldı. Ukrayna ve Gürcistan’ın istikrarını sarsacak hareketlere girişti. Kosova’nın bağımsızlığını engellemeye çalıştı.

Yine de Putin, dış politikasında gerilimi çok ileri götürmemeye dikkat etti ve gerektiğinde esneklik gösterebileceğini kanıtladı.

Putin beklendiği gibi şimdi başbakan olursa, Medvedev ile arasındaki görev bölümünün nasıl gerçekleşeceği merak konusu. Anlaşılan Medvedev bir kukla rolüne razı olacak kişilikte değil. Putin’in takımındakilerin çoğu gibi KGB kökeninden gelmiyor.

Sağlam bir formasyonu var. Roma hukuku profesörlüğü yapmış iyi bir hukukçu. Nispeten liberal eğilimli. Putin’in oligarkların tamamını tasfiye etmek politikasını yumuşatmaya çalışmış.

Evet, Putin’in prestiji ve kişiliği şimdilik çok ağır basıyor. Fakat Medvedev ne de olsa yetkileri çok geniş olan başkanlık makamına oturacak. Hemen değilse bile yavaş yavaş koltuğuna ısınacaktır.
Yazının Devamını Oku

Hristofyas ile çözüm daha mı kolay?

8 Mart 2008
Güney Kıbrıs’ta başkanlığa bir komünistin seçilmesi dünya kamuoyunu şaşırtırken aynı zamanda 44 yıldır süregelen Kıbrıs sorununun çözümü konusunda ihtiyatlı bir iyimserliğin ortaya çıkmasına neden oldu. 2004 yılında Dimitris Hristofyas’ın lideri bulunduğu AKEL Annan planına ilkönce olumlu bir yaklaşım sergileşmiş, fakat referandum arifesinde Papadopulos’un tutumunu benimseyerek plana aleyhte oy verilmesi kararını almıştı.

Hristofyas’ın verdiği sözde durmaması o tarihte daha Başbakan olan Mehmet Ali Talat’ta büyük bir düş kırklığı yaratmıştı. Bu defa Hristofyas, Kıbrıs’ta iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyonu öngören bir çözüme taraftar olduğunu tekrarlayıp duruyor. Talat ile Hristofyas yakında bir araya gelecekler. Müzakere sürecini tekrar başlatmak perspektifini değerlendirecekleri gibi Lefkoşa’nın Türk ve Rum çarşılarını birleştiren Lokmacı Kapısı’nın açılması gibi güven artırıcı önlemleri de ele alacaklar.

* * *

Türkiye ve KKTC, kapsamlı çözüme yönelik müzakereler başlayabilirse, bunların Annan Planı parametreleri çerçevesinde kalmasını kuşkusuz tercih ederler. Papadopulos’un desteği ile seçilen Hristofyas’ın ise Annan planına çok sıcak bakmaması sürpriz değil. Ancak unutmamak gerekir ki Kıbrıs’ta iki taraf aynı devlet çatısı içinde yaşayacaklarsa iki bölgeli gevşek bir federasyon formülü kaçınılmazdır.

1980’li yıllardan beri BM genel sekreterlerinin sundukları bütün çözüm önerileri, aslında, Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş ile Makarios’un 12 Şubat 1977’de üzerinde mutabakata vardıkları belgeye dayanır. Bunda amacın bağımsız, iki bölgeli, iki toplumlu federal bir cumhuriyet olduğu saptanmıştı. Maraş bölgesinin her çözüm modelinde kilit bir unsur olarak ortaya çıkmasının tarihi de çok eskidir.

19 Mayıs 1979’da Denktaş ile Makarios’un halefi Kipriyanu 10 maddelik bir belge üzerinde anlaşmışlardı. Bunda "Maraş’ın BM gözetimi altında iskána açılmasına öncelik verileceği" belirtiliyordu.

* * *

BM Genel Sekreteri Güvenlik Konseyi’nin kararlarna dayanan İyi Niyet Misyonu çerçevesinde Kıbrıslı Türklerle ile Rumlar arasında yeni bir müzakere sürecini AB’nin de desteği ile muhtemelen başlatmak isteyecektir.

Ancak sürecin kolay olacağı zannedilmemelidir. Annan Planı birleşik bir Kıbrıs’ın, Kıbrıslı Türkler ile Rumların, beraberce AB’ye girmelerini öngörüyordu. Planın son versiyonunda taraflar üzerinde mutabakata varamadıkları için plan metninde bulunan eksiklikleri de Kofi Annan kendi inisiyatifi ile doldurmuştu.

Türkler lehine AB müktesebatında deregasyonlar içeren Annan planı ayrıca Türkiye’nin AB üyesi olacağı varsayımına dayanıyordu. Türkiye AB üyesi olduktan sonra da Ada’da bir miktar kuvvet bulundurabilecekti.

Şimdi Güney Kıbrıs artık AB üyesi olduğu için yeni koşulları göz önünde tutmak gerekebilecek. Tabii Türk tarafının da referandumda olumlu oy vermekle beraber Annan planında tatminkár bulmadığı noktalar vardı. Onlar da gündeme gelebilir.

* * *

Kıbrıs meselesi sadece uzun vadeli olarak değil, fakat kısa ve orta sürede de Türkiye’nin AB sürecini menfi etkiliyor. Hukuki yükümlülüğümüze rağmen Güney Kıbrıs’a Gümrük Birliği hükümlerini uygulamadığımız, gemilerine ve uçaklarına limanlarımızı kapalı tuttuğumuz için üyelik müzakerelerinde sekiz önemli başlık bloke edilmiş durumda.

16 Şubat tarihinde "Kosova ve KKTC"başlıklı yazımda vurguladığım gibi AB sürecini canlandırmak için bu konuda bir atılım düşünmek zamanı gelmiştir. Böyle bir atılım Hristofyas’ın seçiminden sonra karşılaştığımız yeni ortamda bize ayrıca büyük avantaj sağlar.

* * *

Çözüm için müzakereler başlayacak olursa Türkiye ile KKTC arasında bir görev taksimi üzerinde de düşünmek faydalı olur. Bırakalım KKTC Garanti ve İttifak anlaşmaları ve sair güvenlik konuları dışında müzakereleri tamamen kendi yürütsün. Kaderi hakkında kendisi karar versin.
Yazının Devamını Oku

Düğmeye kim bastı?

4 Mart 2008
"GÜNEŞ" harekátının beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir süratle sona ermesi, kaçınılmaz olarak işin içinde yine Amerikan parmağı bulunduğu iddialarına yol açtı. Komplo teorisi profesyonellerine ve amatörlerine, yeminli ABD ve Batı karşıtlarına yine gün doğdu. Ellerindeki en büyük sav, tabii ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in bir gün önce Ankara’yı ziyaret etmesi, operasyonun bir iki hafta içinde bitirilmesi gerektiğini ifade etmesi, Başkan Bush’un da aynı gün Savunma Bakanı’nın çağrısını tekrarlamasıydı. Hemen ertesi günü Kuzey Irak’tan askerlerimizin çekilmeye başlaması, ABD’nin talebine uyduğumuzun en güzel kanıtı değil miydi?

Genelkurmay’ın açıklamasında, "TSK’nın bu kararına içeriden veya dışarıdan herhangi bir etki söz konusu değildir" denmesi bile inandırıcı görülmedi. Kuzey Irak’tan ABD’nin uyarısı üzerine çekildiğimiz yolunda yaratılan efsane, daha öncekiler gibi, herhalde uzun ömürlü olacak.

* * *

Oysa, Genelkurmay’ın açıklamasına inanmamak için ciddi ve mantıki bir neden yoktur. Evet, ABD’nin de, AB ülkelerinin de uzun sürecek ve daha kapsamlı bir operasyonu desteklemeyecekleri biliniyordu. Fakat Genelkurmay’ın planı da zaten sınırlı bir çerçevede tutulmuştu. Genelkurmay daha başından beri az miktarda kuvvetle kapsamı dar bir harekátın söz konusu olduğunu gizlememişti.

Amacın bazılarının hayal ettiği gibi PKK’yı tamamen tasfiye etmek ve hatta bunun ötesinde Barzani’ye bir ders vermek olmadığı aşikárdı. Ne var ki, bazı hükümet üyeleri ve hatta Bağdat’a Irak hükümetine bilgi vermek üzere giden heyetin başkanı bile, harekátın çok daha kapsamlı olacağı yolunda ifadeler kullanmaktan geri kalmadılar.

Koordinasyon noksanı denebilir mi? Belki de. Fakat operasyonun gerçek niteliğini hükümetin dışında olanlar bile anladıktan sonra yönetimin içindekilerin yanlış algılamalara kapılmalarına ve kraldan fazla kral kesilmelerine ne demeli?

Harekátın ABD’nin talebiyle durdurulmadığının kanıtları çok. Bir kere ABD, bir iki haftalık süreden bahsetmişti. Böyle dediği için mi küsüp hemen çekildik? Olacak şey değil.

İkincisi, daha sonraki yalanlamalara rağmen, "Ulusal Sesleniş" konuşmasının ambargolu metninde "Planlanan hedeflere ulaşıldıktan sonra en kısa sürede askerlerimiz geri dönecektir" ibaresinin yer alması, Başbakan’ın geri çekilmeden hiç değilse son dakikaya kadar haberdar olmadığını açıkça göstermektedir.

Bunu nasıl izah edeceğiz? Gates’in Başbakan’ı atlayarak "derhal çekilin"talebini yalnızca Genelkurmay Başkanı’nın kulağına fısıldadığına mı hükmedeceğiz? Genelkurmay Başkanı da bunun üzerine Başbakan’a haber bile vermeden birliklerimize çekilme emri mi verdi?

Genelkurmay Başkanı, bir başka devletin "talimatı"na uymak sorumluluğunu tek başına mı üstlendi? Bu şekilde hareket etmiş olabilir mi? Bu ağır sorumluluğu hükümetle paylaşmak istememesi düşünülebilir mi? ABD’nin emriyle hareket ettiğimizin kanıtı yoktur ve olamaz.

Türkiye bugünküne oranla çok daha zayıf olduğu devirlerde bile hayati milli çıkarlarına ilişkin konularda başka ülkelerin baskısı altında hareket etmemiştir. Bugün bu zaafı gösterecek değildir. Genelkurmay Başkanı çekilme emrinin gizli tutulmasının, kuvvetlerimizin güvenliğini korumak kaygısından kaynaklandığını da vurgulamıştır. Bu kaygı da herhalde yadırganamaz.

* * *

Güneş operasyonu, askeri bakımdan olduğu kadar siyasi ve diplomatik açıdan da çok başarılı geçmiş ve PKK’ya ağır zayiat vermekle kalmamış, Kuzey Irak’taki Kürt liderlerine PKK’ya hoşgörüyle davranmaya ve ona destek vermeye devam ettikleri takdirde yeni müdahalelere ileride de katlanmak mecburiyetinde kalacakları mesajını iletmiştir.

Denklem PKK’nın aleyhine dönmüştür. Zorlama yorumlarla başarımızı gölgelemeyi bir tarafa bırakalım.

Bundan sonra vakit geçirmeden bu başarıdan hareketle PKK terörüne tamamen son verecek atılımlar üzerine odaklanalım.
Yazının Devamını Oku

Operasyon ve sonrası

1 Mart 2008
ARALIK ayından beri sürdürülen hava operasyonlarından sonra PKK’ya karşı Şubat 21’de başlatılan kara harekátının şimdiye kadar askeri, siyasi ve diplomatik bir başarı teşkil ettiği rahatlıkla söylenebilir. Askeri planda çok sayıda mağara, barınak ve sığınak, hafif silah mevzileri, uçaksavar mevzileri ve ulaştırma tesisleri tahrip edilmiş, 240 terörist öldürülmüştür.

Bu sonuçlar yanılmıyorsam 1990’lı yıllarda çok daha fazla kuvvetle girişilen kapsamlı operasyonlarda elde edilen sonuçlardan bile daha iyidir. Bu seferki harekátın planı da çok isabetliydi. Nispeten sınırlı bir alanda yalnızca piyadeler ve özel kuvvetlerle, terör örgütüne ağır kayıplar verdirilmiştir.

Operasyon siyasi ve diplomatik bakımdan da bir başarıdır. Geçen 5 Kasım’da Başbakan Erdoğan’ın Washington’daki temaslarında varılan anlaşma çerçevesinde ABD’nin istihbarat, gözetim ve keşif desteğinden yararlanılmış, sadece ABD değil, AB kurumları ve üyeleri de Türkiye’nin kendisini teröre karşı savunma hakkını teslim etmişlerdir.

Harekát, aynı zamanda, gerek Irak hükümetine, gerek Kuzey Irak bölgesinin Kürt liderlerine, PKK’nın topraklarında serbestçe hareket etmesine bundan sonra göz yumarlarsa ağır bir bedel ödemek mecburiyetinde kalacaklarını göstermiştir.

* * *

Türkiye başından beri operasyonun yalnızca PKK’ya yönelik olduğunu ve kuvvetlerinin görevi yerine getirdikten sonra Irak topraklarında kalmayacağı teminatını Irak hükümetine vermişti. Harekátın kapsamı, kuvvetlerimizin uzun süre sınır ötesinde kalmasını zaten pek gerektirmiyor.

Kandil Dağı’na kadar uzanmak mümkün değil. Sınır boyunca bir tampon bölge oluşturmak hedefi galiba yok. Gerek ABD, gerek AB yine de harekátın uzamasından endişe ediyorlar ve özellikle kuvvetlerimizle peşmergeler arasında bir çatışma olasılığından kaygı duyuyorlar.

ABD Savunma Bakanı Robert Gates, evvelki akşam Ankara’ya gelmeden önce, Kuzey Irak harekátının süratle bitirilmesi, bir veya iki haftadan fazla sürmemesi gerektiğini söyleyeceğini, PKK sorununun sadece askeri yöntemlerle değil, ekonomik ve siyasi inisiyatiflerle çözülebileceğini belirtmişti.

Başkan Bush da onu teyiden Türk kuvvetlerinin mümkün olan en kısa zamanda geri çekilmesi gerektiğini ifade etti. Türk makamları ise bir tarih vermek istemediler. Gates’in yine de Ankara’da süre konusunda genel bir fikir edindiğini varsaymak yanlış olmaz.

Operasyonlar bittiğinde elde edilecek sonuç özlü olacak, fakat PKK’nın Kuzey Irak’taki aktif mevcudiyetini yok etmeyecektir. Bundan sonra PKK’nın Kuzey Irak’ta barınamaması çok geniş ölçüde Irak hükümetinin ve fiilen Kuzey Irak yönetiminin tutumuna bağlı kalmaya devam edecektir.

Son zamanlarda ABD ile arasındaki sürtüşmeler dolayısıyla Barzani’nin pozisyonunun sarsıldığı yolunda haberler çıkıyorsa da bunlara ne kadar güvenilebileceği belli değildir. Barzani’ye ne kadar kızarsak kızalım PKK’yı Irak’tan atmak için onu da hesaba katmaktan başka çare gözükmemektedir.

Dolayısıyla kısmi bir açılım politikası opsiyonu üzerinde düşünmek yerinde olur. Tarih boyunca meseleler sadece dostlarla değil, muhasımlarla da temas kurularak çözüme kavuşturulmuştur. Dış politikada duygusallığa yer yoktur.

* * *

Kuşkusuz sorunun daha geniş boyutu da ihmal edilemez. Amaç sadece Kuzey Irak’tan PKK’yı çıkarmak olamaz. Türkiye’de PKK’ya katılımlara son vermek ve bir entegrasyon politikası çerçevesinde Kürt sorununu çözmek icap eder.

Siyasi çözümden kasıt, hiçbir zaman terör örgütüyle müzakere anlamına gelemez. Fakat onu etkisiz hale getirecek siyasi davranışlar ile ekonomik, sosyal ve kültürel projelere mutlaka ihtiyaç vardır.

Her açılımda "üniter devlet elden gidiyor" yaygaralarıyla bir yere varılamaz. Üniter devlet sistemi içinde yapılabilecek o kadar çok şey var ki...

* * *

Bu yazı, Genelkurmay Başkanlığı’nın harekátın bittiğine dair açıklamasından önce yazılmıştır. Ancak Genelkurmay’ın açıklaması, yazıdaki genel değerlendirmeyi etkileyecek nitelikte değildir.
Yazının Devamını Oku

Kosova ve Türkiye

26 Şubat 2008
SOĞUK savaş sonrasındaki parçalanma sürecinde en kanlı gelişmeler Yugoslavya’dan kopmalar sırasında yaşandı. Teker teker Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna ve en son olarak da Karadağ bağımsız devletler olarak tanındılar. Kosova, Federal Yugoslavya’nın federe devletlerinden biri değildi, Sırbistan’a bağlı bir özerk bölgeydi. Rusya’daki Tataristan ve Çeçenistan gibi. Dolayısıyla prensip olarak Sırbistan’dan ayrılma hakkı bulunmamaktaydı. Fakat Sırbistan’ın Kosova’daki bağımsızlık hareketine karşı giriştiği tenkil ve mezalim, 1999’da NATO’nun hava müdahalesini tetikledi.

Kosova’dan çekilmek mecburiyetinde kalan Sırp kuvvetlerinin yerini bir BM yönetimi ve bir NATO gücü aldı. Yine de, 10 Haziran 1999 tarihli BM Güvenlik Konseyi kararı, Kosovalıların otonomi ve "self determination" hakkını tanırken, Federal Yugoslav Cumhuriyeti’nin, yani artık bugünkü Sırbistan’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne BM üyelerinin saygı göstermek yükümlülüğü altında bulunduklarını belirtmişti.

* * *

1999’dan beri köprülerin altından çok sular aktı. BM himayesi altında Kosova’da bağımsızlık tutkusu gittikçe kuvvetlendi. Kosova’nın tekrar Sırbistan’ın egemenliğine terk edilemeyeceği kanaati yaygınlaştı. Sırbistan uluslararası alanda gittikçe daha yalnız kaldı.

ABD ve AB, bunun üzerine Kosova’nın BM denetimi altında bir bağımsız devlet haline gelmesinin kaçınılmaz olduğu görüşüne vardılar. Avrupa Birliği üyeliği cazibesinin Sırbistan’ın mukavemetini kırabileceği umuduna kapıldılar. BM Özel Temsilcisi ve eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Marti Ahtisaari’nin başkanlığında kurulan bir heyet, Kosova’nın uluslararası denetim altında bağımsız bir devlet olmasını öngören bir plan hazırladı.

Fakat Sırplar, Ahtisaari’nin ve daha sonra başka BM temsilcilerinin girişimlerine rağmen planı kabul etmeyince, Kosova’nın resen bağımsızlık ilan etmesine ABD ve bazı AB devletleri tarafından yeşil ışık yakıldı.

17 Şubat’ta bağımsızlık ilanını takiben ABD ile AB ülkelerinin bir kısmı ve Türkiye bu bağımsızlığı tanırken Sırbistan, Rusya, Çin, İspanya, Romanya, Slovakya, Yunanistan ve Güney Kıbrıs tanımayı reddettiler.

Kosova’nın bağımsızlığını çok sayıda devlet tanısa bile, ona bu aşamada BM üyeliği yolu kapalı; çünkü genel kurul üyelik konusunda ancak Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi üzerine karar alabiliyor. Çin ve Rusya veto haklarını kullanabilecekler.

Bu durumda Kosova, tam bağımsızlık statüsü için uzun süre beklemek mecburiyetinde. 1999’dan beri aldığı iki milyar dolarlık yardıma rağmen ekonomisi de çok kırılgan. İşsizlik ve fakirlik oranı % 40. Ne var ki potansiyel zenginlikleri önemli. Kurşun, çinko, kobalt, gümüş ve altın madenlerine, Avrupa’nın ikinci en büyük linyit rezervine sahip.

* * *

Kosova’yı tanımaktan kaçınan devletlerin hemen hepsinde ayrılıkçı hareketler veya potansiyel tehlike olarak algılanan azınlıklar var. Güney Kıbrıs ise Kosova’nın bağımsızlığının KKTC için bir emsal teşkil etmesinden korkuyor ve Yunanistan tarafından destekleniyor.

Peki, Türkiye, Sırbistan ile ilişkilerinde uzun süreli bir gerginliği göze alarak Kosova’yı ilk tanıyanlar arasına girerken hangi saiklerle hareket etti? KKTC için emsal düşüncesinin büyük payı olabilir mi?

Zannetmiyorum; çünkü Kıbrıs meselesini çevreleyen denklem çok değişik. Buna karşılık Kosova’nın bağımsızlığı, Kuzey Irak’ın olası bağımsızlığı ve Yukarı Karabağ’ın bağımsızlığı açısından gerçekten emsal teşkil edebilir.

Muhtemelen, Kosova’nın nüfusunun çok büyük çoğunluğunun Müslüman olması, Türkiye’de neredeyse Kosova’nın nüfusundan daha fazla Kosova asıllı bulunması, Kosova ile son yıllarda artan ekonomik ilişkiler, Kosova Türklerinin de bağımsızlık taraftarı olmaları gibi nedenler acele tanımaya yol açtı.

Kararın bazı komplikasyonlar yaratıp yaratmayacağını zaman gösterecek.
Yazının Devamını Oku