19 Nisan 2008
HAFTA başında Washington’da Türk Amerikan İş Konseyi ile Türk-Amerikan Konseyi’nin ortaklaşa yaptıkları toplantıda, evvelki yıllara nazaran çok belirli bir iyimserlik havası esiyordu. Bu değişikliğin başlıca nedeni kuşkusuz PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta girişilen son operasyonun ABD’nin desteği ve işbirliği ile gerçekleştirilmesiydi. Bir başka neden geçen yıl ilişkiler için çok büyük bir tehlike teşkil eden ’Ermeni soykırımı’ tasarısının Temsilciler Meclisi’nde oylanmasından Başkan Bush’un ve yönetimin çabaları sayesinde vazgeçilmesidir.
Cumhurbaşkanı Gül’ün ve Başbakan Erdoğan’ın arka arkaya yaptıkları ziyaretler de karşılıklı güvenin kurulmasına ve işbirliği zemininin yaratılmasına katkıda bulunmuştur.
* * *
Irak savaşından sonra çok yaygın bir medya kampanyasının da etkisiyle oluşan şiddetli Amerika aleyhtarlığı, ilişkilerimizin Türkiye’nin de çıkarlarına uygun düşen yönlerinin de tamamen göz ardı edilmesi sonucunu vermişti.
Oysa iki ülke arasında gerçekten stratejik olarak nitelendirilebilecek ortaklık yine de bir şekilde devam etmiş ve şimdi yeni bir ivme kazanmıştır. Bu bağlamda savunma endüstrisi alanındaki gelişmeler özel bir önem taşıyor.
İki tarafın bu alanda beraberce yürüttüğü projelerin mali portesi 17 milyar dolar. 7 milyar dolar tutarında yeni projeler ayrıca gündemde. Yeni F-35 savaş uçağı projesi özellikle dikkat çekici. Türkiye bu uçağın gövdesini inşa edecek ve hava kuvvetlerine yüz F-35 katacak.
Helikopter konusunda da benzer bir proje söz konusu, fakat başka ülkelerle işbirliği opsiyonu şimdilik elde tutuluyor. Ortadoğu’daki Amerikan kuvvetlerinin lojistik ihtiyaçlarının bir kısmının Türkiye’den sağlanması üzerinde de duruluyor.
* * *
Enerji işbirliğinde yeni sahalar açmak olasılığı var. ABD’nin geniş ölçüde politik desteği ile inşa edilen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı yılda 50 milyon ton petrol naklediyor. Şah Deniz gazını Türkiye’ye getiren boru hattı da işletmeye açıldı.
ABD Hazar bölgesi gazını Viyana’ya kadar taşıyacak olan Nabucco projesine de destek veriyor, fakat bu projenin gerektirdiği gaz miktarı daha bulunmuş değil. Amerikalılar Irak gazının Türkiye üzerinden geçirilmesini öngörüyorlar.
Petrol ve gaz dışında ABD Türkiye’de inşası planlanan nükleer santrallara da ilgi duyuyor, fakat galiba bu alanda Japonların veya Fransızların şansı daha fazla.
* * *
Ekonomik alana gelince, karşılıklı ticaret hacmi 12 milyar dolar. Çok büyük bir rakam değil ve Türkiye’nin ABD’ye ihracatı azalma eğiliminde. Buna karşılık geçen yıl Türkiye’ye gelen direkt yatırımlar 4 milyar doları bulmuş. Türkiye’deki toplam Amerikan direkt yatırımlarının tutarı 10 milyar dolar, bütün yabancı direkt yatırımlarının yüzde 10’u kadar.
Ekonomik alandaki en dikkat çekici gelişmelerden biri de Türk ve Amerikan şirketleri arasında artan ortaklıklardır. En büyük inşaat şirketlerimiz Amerikalı ortakları ile birçok ülkede beraber çalışıyorlar. Diğer şirketlerimiz de ortaklık ilişkileri içindeler. Koç Holding ile Ford ve Doğuş ile General Electric arasındaki ortaklıklar bunlara en güzel örnek.
* * *
İlişkilerdeki somut gelişmeleri yansıtan bu tablo ABD’ye karşı kamuoyumuzun genel eğilimini ne kadar değiştirebilir? Irak savaşının başından beri cereyan eden olaylar karşısında, televizyon dizilerinin, sansasyon filmlerin, komplo teorilerinin ve medyanın hiç değilse bir kısmının yayınlarının tesiri ile Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığı Arap ülkelerine oranla dahi çok güç kazandı ve ister istemez hükümetin politikasını da zaman zaman etkilemekten geri kalmadı.
Kamuoyunun desteği olmadan bir politikanın başarı şansı yoktur. Dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerindeki gelişmelerin ışığında özellikle Dışişleri Bakanlığı’nın kamuoyunu doğrudan aydınlatmaya ve yanlış algılamalara meydan bırakmamaya daha fazla önem vermesi gerekir.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2008
GENELKURMAY Başkanlığı’nın bir biriminde hazırlandığı anlaşılan Mart 2006 tarihli andıç, bir süreden beri medyanın bir kısmında tartışma konusu. Bir deniz piyade albayı tarafından kaleme alınarak amirlerine sunulan andıcın içeriğinde bol bol yanlış bilgilerden ve komplo teorilerinden esinlenilmiş genellemeler ve değerlendirmeler mevcut. Bu andıcın Genelkurmay’ın sorumlu mevkilerinde bulunanlar tarafından ciddiye alınmış olması ihtimali bence hiç yok. Birçok kurumda, istihbarat, araştırma veya planlama alanlarında çalışan görevliler zaman zaman işgüzarlık veya üstlerini etkilemek güdüsüyle gerçeklerden ve akılcılıktan uzaklaşan rapor ve belgeler hazırlarlar. Bunların çoğu tabii rafa kaldırılır.
* * *
Mart 2006 tarihli andıcın asıl önemi, ortaya koyduğu ürkütücü zihniyettir. Andıcın yazarı, medyada duyduğu veya okuduğu her dedikoduya, her uydurma habere, sansasyon yaratmak için komplo teorisyenlerinin sağduyu ile alay eden hezeyanlarına inanmış, birbirinden çok farklı düşüncelere sahip insanları aynı sepetin içine koymuş, inanılmaz bir ilişkiler yumağı yansıtan şemalar çizerek Türkiye’yi iç ve dış düşmanların tutsağı gibi göstermiştir.
Bu düşmanların sergilenmesinde ırkçılıktan çekinmemiş, "Sabetay" diye adlandırdığı bir grubu da şemasına dahil etmiştir. Peki bu gruba mensup olduğunu varsaydığı insanlar hakkında bilgi toplamak zahmetine katlanmış mıdır? Hayır, çünkü katlansaydı onların içinde tarih boyunca Türkiye’ye çok büyük hizmetler yapmış kimseler bulunduğunu fark ederdi, belki de utanırdı.
İran’daki İslamcı devrimin ilk yıllarında sık sık Tahran’a giderdim. İranlı devrimciler "şeytan"ları kategorilere ayırırlardı. En büyük şeytan ABD idi, onu Rusya takip ederdi. Andıç yazarının şeytanları çok daha fazla sayıda. Bunlardan birini yakından tanıdığım için ondan kısaca bahsedeceğim.
Yazar Costas Carras’ı, tehlikeli gördüğü Türk-Yunan Forumu’nun kurucusu olarak tanıtıyor. Biraz araştırsaydı forumun Türk kurucusunun Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmış merhum Oramiral Güven Erkaya olduğunu ve Türk Dışişleri Bakanlığı’nın grubun çalışmalarını desteklediğini öğrenirdi.
Erkaya’nın vefatından sonra ben de yakın zamanlara kadar forumun üyesi oldum. Carras’ı iyi tanırım. Türk-Yunan dostluğuna inanır, Ege sorunlarının makul bir çözümünü ve Türkiye’nin AB üyeliğini destekler. Ama Kıbrıs konusunda bizimle görüşü uyuşmaz. Annan Planı’na muhalifti.
Aslında andıcın yazarı da o planı şeytani bir ürün olarak görüyor ve planı özetleyen bir çalışma yaptığı için TESEV’i suçlamıyor mu? 2004 yılında yapılan referandumda Kıbrıs Türk halkının Annan Planı’nı destekleyerek self-determinasyon hakkını tescil ettirmek gibi çok önemli bir avantaj kazandığı bu arada unutuluyor.
* * *
Andıcın içeride teşhis ettiği başlıca tehdit, sivil toplum. Bu tanıma birçok düşünce merkezi, Türkiye’nin en güzide üniversitelerinden bazıları giriyor. Dış tehdit odakları ise NATO müttefikimiz ABD, üyesi olmaya çalıştığımız AB ve George Soros’un finanse ettiği Açık Toplum Enstitüsü. Soros’un günahları sayılamayacak kadar çok. Bir kere Yahudi asıllı, uluslararası piyasalarda büyük bir spekülatör.
Muazzam bir serveti var. "Sinsi" siyasi hedefler peşinde koşuyor, örneğin Gürcistan’da demokrasiyi teşvik ederek onun Rusya’nın baskısına boyun eğmesini önlemeye çalışıyor! Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye’de branşı var.
Desteklediği ve halen dünyanın en ünlü düşünce merkezi haline gelen "Uluslararası Kriz Grubu", Türkiye’nin AB üyeliğine sürekli destek veriyor ve Kıbrıs Türkleri üzerindeki izolasyonların kalkması gerektiğini savunuyor.
Türkiye şu sırada çok zor bir aşamadan geçiyor. İçinde bulunduğu bunalımdan demokrasisini, ekonomisini, toplumsal barışını, bölgesindeki ve dünyadaki konumunu zedelemeden nasıl çıkacağı belli değil.
En az ihtiyacımız olan şey, Türkiye’nin kendine güvenini sarsacak safsatalardır.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2008
BU satırları yazdığım sırada AB Komisyonu Başkanı Barroso’nun ziyaretinin Ankara kısmı bitmiş olduğundan, İstanbul’daki temaslarını beklemeden bir değerlendirme yapmak mümkündür. Barroso’nun özellikle TBMM’de yaptığı konuşmanın çok etkileyici olduğunu peşinen belirtmek gerekir. Komisyon Başkanı konuşurken, AKP’yi kapatma davası konusunda bir şeyler söylemesi olasılığından şüphelenen muhalefet sıralarındaki milletvekillerinin müteyakkız ve sert bakışları dikkati çekiyordu. Fakat sonunda onlar da alkışlarını esirgemediler.
Barroso her şeyden önce AB’nin nasıl bir kurum olduğunu çok güzel tarif etti: AB bazı alanlarda egemenliklerini bir araya getiren bir ulus devletler topluluğuydu. Bu devletler tek başına hareket edeceklerine güçlerini birleştirdikleri takdirde çok daha etkin ve başarılı olacaklarına inanmışlardı: "Bundan elli yıl önce vizyon sahibi liderler, Avrupalı milletler ve halklar arasında yüzyıllarca süren savaş, nefret ve önyargıları aşma kararını aldılar."
Barroso’nun bu sözleri bizim için çok önemli; çünkü Avrupa Birliği’ne bakış açımız genellikle onun tanımlamasına uygun değil. Devletler arasındaki ilişkileri sonu gelmeyen bir çıkar ve güç çatışması olarak görmeye çok yatkınız. AB’ye girdiğimiz takdirde egemenliğimizi ve ulus devletimizi kaybedeceğimiz endişesi de bir hayli yaygın. Oysa AB içinde hiçbir ulus devlet milli, tarihi ve kültürel kimliğini kaybetmedi. Egemenliklerin bir araya gelmesi de bir zaaf değil, güç unsuru oldu.
* * *
Barroso, Türkiye’nin Avrupalılık kimliğine gereken vurguları yapmaktan da geri kalmadı. Ünlü Venedikli ressam Veronese’in Kanuni Sultan Süleyman’ı, İmparator 5. Charles’ı ve Fransa Kralı 1. François’yı aynı masa etrafında gösteren tablosundan bahsederek, Türkiye’nin daima Avrupa jeopolitik sahnesinin bir aktörü olduğunun altını çizdi. General De Gaulle’ün Türkiye’nin jeopolitik önemi hakkında söylediklerine atıfta bulundu.
Türkiye’nin üyelik sürecinde kestirme bir yol olmadığını, Avrupa’nın kıstaslarına uymak için Türkiye’nin yapacağı reformları değerlendirmenin komisyonun görevi olduğunu hatırlatan Barroso, ifade özgürlüğü ve ceza yasasının 301. maddesi üzerinde ısrarla durdu.
Türkiye’deki laiklik tartışmalarına değinerek her ülkenin bu konuda kendi iç oydaşmasını bulması gerektiğini, Avrupa Komisyonu’nun türban meselesinde bir görüşü olamayacağını, ancak herkesin inanç ve görüşlerine saygı gösterilmesi lüzumuna inandığını, başka bir deyimle türban konusunda seçimin kadınlara ait olduğunu söyledi.
Barroso’nun, müzakere sürecinin ilerlemesine ve sonuçlanmasına en önemli engellerden biri olan Kıbrıs konusuna ağırlık vermesi şaşırtıcı değildi. Bir yandan kapsamlı bir çözüm için çağrıda bulunurken, diğer yandan Gümrük Birliği Protokolü’nün tarafımızdan uygulanması gerektiğini, bunun bir yükümlülük teşkil ettiğini belirtti. Kıbrıs konusunda statükonun muhafazası dışında bir politika üretemezsek üyelik sürecinin tıkanacağından şüphe duymamalıyız.
* * *
Barroso, Meclis’teki konuşmasında kapatma davasına değinmekten kaçınmak basiretini gösterdi. Fakat bu konudaki görüşlerini nasıl olsa daha önce açıklamıştı. Gerek kendisi, gerek Olli Rehn ve AB Konseyi Dış Politika Sorumlusu Solana, kapatma davası açılmasının Avrupa hukuku prensipleriyle uyuşmadığı görüşünde oldukları konusunda hiçbir tereddüt bırakmadılar.
Barroso’nun TBMM’deki konuşması, AB üyelik sürecinde hálá mevcut olan fırsatlar kadar bu alandaki riskleri de daha iyi anlamamıza hizmet etmelidir.
Problemleri erteleyerek ve sürüncemede bırakarak bir yere varamayacağımızı, AB üyeliği gerçekten bir öncelikse siyasi cesaret isteyen çok çetin kararlar almanın kaçınılmaz olduğunu artık idrak etmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2008
GEÇEN hafta Bükreş’te yapılan NATO zirve toplantısı, Rusya ile ilişkiler, ittifakın genişlemesi, AB-NATO denklemi, füze savunması, Kosova ve Afganistan gibi çok önemli konuları ele aldı. Bu konuların, güvenliği ve ittifak içindeki konumu bakımından Türkiye’yi çok yakından ilgilendirdiği kuşkusuzdur. Ne var ki, yine içimize kapandığımız bir devre geçirdiğimizden Bükreş zirvesi hakkında resmi kanallardan kapsamlı bir değerlendirme gelmiş değildir.
Kamu diplomasisini ihmal etmemizin hayali algılamalara ve ideolojik yorumlara yol açarak dış politikamızın esnekliğini çok ciddi ölçüde engellediğini, sorunlarımıza çözüm arayışlarını bloke ettiğini bakalım ne zaman idrak edeceğiz.
* * *
Bükreş’te, genişleme bağlamında, Hırvatistan ve Arnavutluk’un üyelik süreçleri başlatıldı, Makedonya hakkında Yunanistan’ın isim saplantısı yüzünden karar verilemedi. Başkan Bush’un bütün ısrarlarına rağmen, Rusya’yı tahrik etmek istemeyen Almanya ve Fransa’nın tutumları yüzünden Ukrayna ve Gürcistan "Üyelik Eylem Planı" uygulaması kapsamına alınamadılar.
Toplantı bildirisinde bu ülkelerin NATO’ya katılmaları konusunda ittifakın kararlılığı vurgulanmakla yetinildi.
Bükreş’te zirveden sonra yapılan NATO-Rusya Konseyi toplantısında genişlemeye şiddetle muhalefet eden Putin, "NATO kime karşı" diye sormuş? Economist Dergisi buna doğrudan şu cevabı veriyor: "Rusya’ya karşı." Yanlış bir cevap sayılmaz.
Soğuk Savaş sonrasında NATO, terörizm ve kitle imha silahlarının yayılmasına karşı mücadeleyi başlıca hedefi olarak saptamışsa da, NATO’nun stratejik amacının Rusya’nın açık veya gizli ihtiraslarını da frenlemek olduğu yadsınamaz.
Rusya bugün Sovyet devrinde gerçekleştirdiği hegemonyanın nostaljisinden tamamen kurtulamamış, enerji politikasının da gösterdiği gibi emperyal dürtülerini sık sık sergileyen, otoriter bir devlettir. Özellikle Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya katılmalarını hazmedebileceğe benzemiyor.
Düşünün ki bu iki ülke NATO üyesi olurlarsa, Rusya Karadeniz’de kendisini NATO ülkeleriyle çevrilmiş bulacak. Her nedense bazı statejistlerimiz bunu Türkiye bakımından da çok lehte yorumlamıyorlar. Anlaşılır gibi değil. Soğuk Savaş devrinde Türkiye, Karadeniz’i hepsi komünist olan ülkelerle paylaşırken daha mı iyi idi?
Rusya’nın, tarihi politikasından vazgeçmemekle birlikte, Putin yönetiminde çok pragmatik bir yaklaşım içinde olduğunu belirtmek gerekir. Putin, Başkan Bush ile şahsi dostluk ilişkileri kurabildiği gibi, örneğin Afganistan’daki NATO gücünün ikmali için Rusya topraklarının kullanılmasını kabul ediyor.
Bükreş’ten sonra iki başkan Soçi’de buluştuklarında, özellikle füze savunması konusundaki görüş ayrılıklarını aşamadılar, fakat aralarındaki diyaloğun devamını sağlayacak bir çerçeve anlaşması imzaladılar.
NATO zirvesinde, Rusya’ya rağmen, ADB’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde füze savunması tesisleri kurmak politikası da onandı. NATO ayrıca bütün müttefik ülkeleri kapsamına alacak bir füze savunma sistemi geliştirecek. Böyle bir sisteme Türkiye’nin de ihtiyaç duyduğu aşikárdır.
* * *
NATO bildirisinde transatlantik işbirliği ve dayanışmaya da kuvvetli vurgu var. Fransa, bir yandan Avrupa Birliği’nin kendi savunma yapılanmasını ve politikasını güçlendirmesini, hatta ayrı bir AB Komutanlığı ihdas etmesini önerirken, diğer yandan Afganistan’a Taliban ile savaşacak ek asker gönderiyor ve NATO’nun askeri kanadına dönmeye hazırlanıyor.
Buna karşılık ABD, bağımsız bir AB savunma sistemine muhalefetine son veriyor. NATO gittikçe bir ABD-AB ortaklığı haline gelecekse bizim de AB ve NATO politikalarımızı bu gelişmeye uydurmamız gerekecektir.
Şimdiye kadar AB üyeliğimize pek güvenlik ve savunma açısından bakmıyorduk, bu görüş açısını artık yeni bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2008
YARGITAY Başsavcısı’nın AKP’nin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvurunun ve bu başvurunun kabulünün AB siyasi çevreleri ile medyasında eleştirilmesi, hatta Olli Rehn’in müzekere sürecinin kesilebileceğini ifade etmesi, bizde büyük tepkiyle karşılandı. Avrupa küstahlıkla itham edildi, "AB işimize karışmasın" dendi. İyi de Avrupa’ya ateş püskürenler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Refah Partisi’nin kapatılmasını ve türbanın üniversitelerde yasaklanmasını onaylayan kararlarını sürekli dermeyan etmekten de geri kalmıyorlar.
AB’nin bu sefer değişik bir tutum içinde olmasını duygusallığa kendimizi kaptırmadan irdelemeliyiz. AB AKP’nin kapatılmasını Avrupa hukuk devleti kavramı ile uyumlu bulmuyor, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’nun saptadığı kıstaslara uygun olarak ancak şiddetle mevcut anayasal sistemi değiştirmeye girişen veya şiddeti savunan partilerin kapatılabileceği görüşünü savunuyor.
* * *
Avrupa medyası kapatma davasının bir "yargı darbesi" teşebbüsü teşkil ettiği görüşünü bile benimsiyor. %47 oy ile iktidara gelen bir partinin mahkeme kararı ile kapatılması olasılığını Avrupa’da ve ABD’de yadırgamayan yok.
Olli Rehn’e yönelik tepkilerin biri de AB’nin çifte standart uyguladığı savıdan kaynaklanıyor. 2000 yılında Avusturya’da Jörg Haider’in lideri bulunduğu aşırı milliyetçi "Özgürlük" partisinin seçimleri kazanmasından sonra, AB’nin, bu partinin hükümet koalisyonuna katılmasını önlemek amacı ile yaptırım uyguladığı ve hatta Haider’in başbakanlığını önlediği inancı var.
Olay tabii böyle cereyan etmedi. Jörg Haider’in başbakan olması değil, "Halk partisi" ile koalisyona katılması söz konusu idi. AB bir üye devlete karşı kolektif önlemler uygulayamazdı, fakat üye ülkeler münferiden Avusturya’ya karşı tepkilerini diplomatik jestler ve boykotlarla gösterdiler.
Sonuçta Jörg Haider hükümete şahsen katılmaktan vazgeçti, fakat partisi koalisyon ortağı olarak kaldı. Tabii Jörg Haider ve partisi konusunda AB ülkeleri arasında ortak menfi bir görüş vardı. AKP için böyle bir durum mevcut değil. Haider demokrasi için bir tehdit sayılıyordu. Dini yaklaşımları ve dürtüleri tasvip edilmese bile AKP’nin demokrasi için bir tehdit oluşturduğu algılaması mevcut değil.
Meselenin hukuki ve siyasi yönü bir tarafa, içinde bulunduğumuz krizden nasıl çıkacağımız üzerinde durmak gerekir. Söz konusu olan yalnızca AKP’nin kapatılması değil, fakat Başbakan’ın, bazı bakanların ve çok sayıda milletvekilinin, hatta Cumhurbaşkanı’nın beş yıl süreyle siyasi faaliyetlerden men edilmesidir.
Anayasa Mahkemesi Yargıtay Başsavcısı’nın talebine uygun bir karara varırsa ülke yönetiminin mefluç hale geleceği ve bunun çok kapsamlı ve uzun süreli siyasi ve ekonomik yansımaları olacağı aşikárdır.
Profesör Mümtaz Soysal geçen salı NTV’de bu yolda bir gelişmenin "çok büyük bir felaket" olacağını sanmadığını" söyledi. Felaket olacak da boyutu belli değil! Ferahlatıcı bir öngörü sayılmaz.
* * *
Son günlerdeki uzlaşıcı yaklaşımlara rağmen, AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nin olası bir kararını önlemek amacı ile Anayasa’yı değiştirmeye teşebbüs etmekten ve referanduma başvurmaktan tamamen vazgeçtiği söylenemez.
AKP böyle bir girişimde bulunduğu takdirde ise bölünme ve kutuplaşma daha da tehlikeli bir düzeye gelir. Yargı ile Yürütme arasında sürekli çatışma bütün sistemin meşruiyetini çökertir. Demokrasi imkánsız hale gelir. Türkiye artık kendisini yönetemiyor diyenlar haklı çıkarlar.
Demokrasi tarihimizin, askeri müdahaleler dahil, en kritik bir devresine giriyoruz. Askeri müdahale yıllarında hiç değilse ülke yine bir yönetime sahipti. Şimdi uzun bir belirsizlik ve dalgalanma süresi, arkasından da kaos tehlikesi ile karşı karşıyayız. Yargı da AKP de büyük bir tarihi sorumlulık altında.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2008
NATO’nun 3-4 Nisan tarihlerinde Bükreş’te yapılacak zirve toplantısı, ittifakın zor ve çetrefil sorunlarla karşı karşıya bulunduğu bir zamana rastgeliyor. NATO, Soğuk Savaş sonrasında, Avrupa’da olduğu kadar ittifakın sınırlarının ötesinde de operasyonel misyonlar üstlendi. Halen bu misyonları yürüten NATO birliklerinin asker mevcudu 60 bin düzeyinde. NATO’nun Kosova’daki görevi, özellikle bağımsızlık ilanından sonra daha da kritik bir hale geldi. Fakat asıl çetin sınav Afganistan’da.
Orada NATO kuvvetlerinin bir kısmı, çatışma olmayan bölgelerde normal barışı koruma görevi yaparken Amerikalı, Kanadalı, İngiliz ve Hollandalı birlikler Güney’de ve Doğu’da Taliban ile çarpışıyorlar. Bu çarpışmalarda geçen yıl ölen askerlerin sayısı 230’u buldu.
* * *
Taliban’a karşı savaşan ülkeler, müttefiklerinin büyük bir kısmının bu fedakárlığa katılmamalarına karşı tepkililer. Kanada başka ülkeler de kendileriyle aynı safta savaşmadıkları takdirde kuvvetlerini çekeceğini bildirdi. Şimdi anlaşılan Fransa, bin kişilik bir kontenjanla savaşanlar grubuna iştirak edecek.
NATO zirvesinde Taliban ile mücadeleye daha geniş katkı çağrıları yapılacaktır. Bunların muhatapları arasında tabii olarak Türkiye de var. Ancak Amerikalıların şimdiye kadar Türkiye’den, özellikle Başkan Yardımcısı Cheney’nin ziyareti sırasında, ayrıca somut bir talepte bulunmadığı anlaşılıyor.
Ankara ise bildiğimiz kadarıyla halen Kabil bölgesinde konuşlandırılmış 800 kişilik birliğinin sayısını, misyon değişikliği olmadığı takdirde, artırmaya kapıyı kapatmıyor, fakat muharip birlik göndermek istemiyor.
Bu tutumun Türkiye’nin içinde bulunduğu özel koşullar ve bilhassa PKK ile mücadelenin boyutu ışığında anlayışla karşılanması gerekir. Ne var ki meseleye bir başka açıdan da bakmak mümkündür. ABD ile AB arasında güvenlik alanında işbirliğinin artma eğiliminde olduğu bir devirde Türkiye’nin çıkarı, Batı ile en önemli bağını teşkil eden NATO’nun ve transatlantik işbirliğinin güçlenmesidir.
Türkiye’nin prensipte tehlikeli bölgelerdeki uluslararası güçlere katılmamak gibi bir siyaseti olduğu da söylenemez. 2003 yılında, 1 Mart tezkeresinin reddini takip eden aylarda, Irak’ın en tehlikeli bölgelerinde koalisyon güçlerine katılacak oldukça büyük bir kuvvet göndermeye talip olduğumuz unutulmamalıdır.
Dolayısıyla, Afganistan’da, hem NATO içinde hem de NATO-AB askeri işbirliği çerçevesinde konumumuzu pekiştirecek bir rol oynamak opsiyonunu peşinen bertaraf etmek eğiliminin isabeti tartışılabilir.
NATO zirvesinde ikinci önemli konu, ittifakın genişlemesidir. Arnavutluk ve Hırvatistan’ın ittifaka katılmaları konusunda sorun yok. Makedonya’nın üyeliği ise Yunanistan, devletin ismini kabul etmediği için şimdilik bloke durumda. Asıl problem, ABD’nin desteklediği Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğinden kaynaklanıyor.
Birçok NATO ülkesi, Rusya için ağır bir provokasyon teşkil edeceği düşüncesiyle bu iki ülkenin üyelik süreçlerinin başlatılmasına sıcak bakmıyor. Özellikle ilk Rus devletinin beşiği olan Ukrayna’nın üyeliğine Moskova’nın tepkisiz kalması beklenemez.
* * *
NATO’nun gündeminde füze savunması da var. Bu konuda, ABD’nin İran füze tehdidine karşı ikili destek arayışlarından ayrı olarak, ittifak içinde henüz somut aşamaya gelmemiş bazı çalışmalar başlatılmış.
Cheney’nin ziyareti sırasında medya spekülasyonlarının aksine Türkiye’de bir radar kurulması istenmemiş. Buna karşılık Türkiye’nin kendi savunması için Patriot füzesavar füzelere ihtiyacı devam ediyor.
NATO gelecek yıl 60 yaşına basacak. Bükreş zirvesini takiben ittifakın 1999’da saptadığı "Stratejik Konsept"inde gerekli ayarlamalar üzerinde durulacak. İttifakın kuvvetli ve etkili olması ve küresel dengelerde ağırlığını muhafaza etmesi, kuşkusuz Türkiye’nin de yararınadır.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2008
TÜRKİYE’nin içinde bulunduğu çok boyutlu krizin bölgemizde ve dünyada imajımızı zedelememesi beklenemezdi. Her şeyden önce Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa Mahkemesi’nde açtığı kapatma davasını hukuk devleti kavramı ve demokrasi prensipleri ile bağdaştıran bir tek resmi tepkiye veya medya yorumuna rastlanmadığı vurgulanmalıdır.
Fakat imajımızı menfi yolda etkileyen gelişme bundan ibaret değil. Nevruz kutlamalarında polisle göstericiler arasındaki çatışmalar ve şiddet kullanımı da Batı televizyonlarına geniş ölçüde yansıdı. Bunlara üniversitelerdeki olaylar ve bir türlü bütün yönleriyle aydınlanamayan "Ergenekon operasyonu" eklenince Türkiye’nin kriz içinde kriz yaşayan bir ülke görünümünde olduğu yadsınamaz.
Türkiye’nin birbirinden ayrı, fakat birbirini etkileyen birçok fay hatlarıyla bölünmüş ve kutuplaşması gittikçe derinleşen bir ülke olarak algılanması kimseyi şaşırtmamalıdır.
* * *
Bu koşullar altında, Türkiye’nin daha da müzminleşmeden Kürt sorununun çözümünün gerektirdiği yaratıcı bir politikaya yönelmesi, demokrasisinin güçlenmesi ve ekonomisinin istikrar içinde gelişmesi açısından hayati önemde olan AB vizyonunu muhafaza etmesi, bu vizyonu gerçekleştirmek için üyelik sürecini canlı tutması, AB üyelik süreci ile Kıbrıs sorunu arasındaki bağlantıyı göz önünde bulunduran bir çözüm arayışına yönelmesi hemen hemen imkánsız gözükmektedir. İçimize kapanarak yarattığımız travmalarla yuvarlanıp gitmemiz tehlikesi ciddidir.
Bugünkü kilitlenmeyi aşmamızda sivil toplum kuruluşlarının çok yerinde sağduyu ve itidal çağrıları ile Cumhurbaşkanı’nın gerilimi yatıştırıcı yaklaşımları ne derecede etkili olabilir? Sivil toplum kuruluşları "herkes bir adım geri atsın" diyorlar. Fakat siyasi partilerin hiçbirinde böyle bir eğilim görünmüyor.
CHP kıyasıya muhalefetine devam ediyor, siyasi amaçlarını Anayasa Mahkemesi’ne başvururuyla elde etmek tutkusundan vazgeçmiyor. Son olarak AB politikamız açısından çok önemli olan Vakıflar Kanunu’nun iptali için de Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Türban ile ilgili Anayasa değişikliğinin mimarlarından olan MHP ise şimdi krizden yararlanmak peşinde.
Kaldı ki, siyasi partilerin tutumunda nispi bir yumuşama olsa bile ok yaydan çıkmış bulunuyor. Çözümün anahtarı artık Anayasa Mahkemesi’nin elinde. Mahkemenin Anayasa değişikliklerinin iptali ve kapatma davaları konusundaki kararları krizin derinleşmesinde veya aşılmasında başlıca unsuru teşkil edecek.
* * *
Bu bağlamda 22 Mart tarihi yazımdan bir alıntı yapmak istiyorum: "Anayasa Mahkemesi’nin iki dava konusunda da nasıl hareket edeceği tabii bu aşamada öngörülemez. Her iki konuda da siyaset ile hukuk arasında çok hassas bir etkileşim mevcut. Belki de bir kere daha hukukun zorlanarak türban konusundaki Anayasa değişikliğinin iptali, buna karşılık kapatma davasının reddedilmesi bir çıkar yol olabilir."
Anlaşılan benzer formüller üzerinde şimdi duranlar var. Anayasa Mahkemesi’nin bu yönde kararlar alması kuşkusuz tartışılacaktır. Türbanla ilgili davada iptal kararı alınması Anayasa ile pek bağdaşmaz, fakat siyasi bakımdan bir çıkış yolu oluşturur.
İptal davasının reddi ise hukuk açısından sorun yaratamaz. AKP, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bloke etmek için yeni Anayasa değişikliklerinin peşine düşerse ve referanduma başvurursa buhranın daha da derinleşeceği unutulmamalıdır.
Sağduyu, itidal ve pragmatizm galebe çalarsa Türkiye’nin gerçek ve çağdaş bir demokrasi olmasını sağlayacak yeni bir Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası üzerinde vakit geçirmeden çalışmaya başlanmalıdır.
Bugünkü Anayasa’nın kıskaçlarından kurtulamazsak buhrandan buhrana sürükleniriz.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2008
TÜRKİYE’nin gündemi halen AKP’yi kapatma davasının ve "Ergenekon soruşturması"nın inhisarında. Bu iki dava ve aralarındaki ilişki ve etkileşim hakkındaki algılama farklarının yarattığı kriz siyasi, kurumsal ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor. Devamlı çekişme ve çatışma içinde olan bir ülke, sorunlarına çare bulamaz,uzun vadeli hedeflerini gerçekleştiremez. Türkiye’nin sorunları ise, kısa zamanda çözüme kavuşturulmadıkları takdirde gittikçe daha fazla müzminleşecek niteliktedir.
Özellikle ekonomik ve sosyal alandaki uzun vadeli hedeflerin gerçekleştirilmesi, her şeyden önce teşhislerin doğru olmasına ve bunlara göre politikalar belirlenmesine bağlıdır.
* * *
Türkiye’nin son yıllardaki ekonomik büyümesi tatminkár olmuşsa da bu büyümenin arka planındaki tablo endişe vericidir. TÜSİAD’ın yeni açıkladığı"Türkiye’de hane halkı: İşgücü, gelir, harcama ve yoksulluk açısından analizi", nüfusun % 17.8’inin yoksulluk sınırında bulunduğunu, TÜİK’in 2007 yılı için % 9.9 olarak açıkladığı işsizlik oranının, iş bulmaktan ümidini kesenler, iş aramayanlar ve mevsimlik çalışanlar hesaba katıldığı takdirde % 20.3’e çıktığını belirtmektedir.
İşgücünün yaklaşık % 61’i lise altı eğitime sahiptir. Okur yazar olmayanlar da ilave edilirse bu oran % 66’yı buluyor. Göze çarpan bir husus da işsizlerin istihdam edilenlere göre daha iyi bir eğitim seviyesine sahip olmalarıdır.
Diğer taraftan, 2002-2004 döneminde ortalama % 16.8 olan tasarruf eğilimi, 2005 yılında % 10’a kadar gerilemiş. En üst düzeyde bile tasarruf oranının önemli ölçüde azaldığını da TÜSİAD raporu hatırlatıyor.
Rapordaki bilgi ve gözlemlere, Türk ekonomisindeki büyüme hızının yavaşlama trendine girdiğini, dünyadaki olumsuz gelişmelerin Türkiye’yi etkilemekten geri kalmadığını, gittikçe artan ödemeler dengesindeki açığın finansmanının çok güçleşebileceğini eklemek gerekir.
Nüfus politikası kuşkusuz ekonomik parametrelerle yakından ilgilidir. Hızlı bir nüfus artışının gelişme yolundaki ülkelerin çoğunda ne kadar tahribat yaptığı ortada. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarında uzun savaşların sonucu olan nüfus azalmasını telafi etmek amacıyla doğumların teşvik edilmesi tabii çok yerindeydi. Fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki nüfus patlaması karşısında artış hızının kontrol edilmesi isabetli olacaktı.
1965’te bu politika resmen benimsendiyse de fiilen etkili önlemler alınamadı. "100 milyonluk bir Türkiye" nakaratı devam etti. Nüfus, askeri ve ekonomik güçle özdeşleştirildi.
Oysa bugün nüfusu 70 milyon değil, 40-45 milyon olsaydı, Türkiye, fert başına geliri daha yüksek, tarım ürünleri bakımından dışarıya muhtaç bulunmayan şehirlerindeki nüfus yığılmasının yarattığı problemlerle daha rahat başa çıkabilen, çocuklarını daha iyi eğitebilen, sosyal bakımdan daha dengeli ve dolayısıyla politik kutuplaşmalara daha az müsait, hatta savunmasına daha fazla kaynak ayırabilen bir ülke olurdu.
* * *
Başbakan’ımızın bu gerçekleri bir tarafa bırakarak aile başına en az üç çocuk çağrısı yapması, haklı olarak çok yadırgandı. Tayyip Erdoğan, tutumunu nüfus artışının yavaşlamasından ve nüfusun yaşlanmasından duyduğu endişeye dayandırıyor.
Oysa böyle bir kaygı şimdiki aşamada haklı görülemez. 17 Mart tarihli Milliyet Gazetesi’nde Prof. Dr. Ayşe Akın’ın ifade ettiği gibi doğurganlık hızı % 2.2’ye düştüyse de nüfus daha uzun yıllar % 1.8 oranında artmaya devam edecek. Ayşe Akın’a göre, halen yaşlı nüfusumuz en fazla % 5-6 oranında, % 10’u geçene kadar endişelenecek bir durum yok.
GSYH yeterli ölçüde artmazsa, eğitim seviyesi yükselmezse, çevrenin yozlaşması, su ve enerji darboğazları gibi sorunlar çözümlenmezse, gelir dağılımı daha dengeli hale getirilmezse, hızlı nüfus artışı ancak siyasi, ekonomik ve toplumsal istikrarsızlıkla sonuçlanır.
Yazının Devamını Oku