4 Aralık 2007
AB-Kıbrıs etkileşimi tabii çok gerilere, Yunanistan’ın AB’ye üye kabul edildiği 1981 yılına kadar gidiyor. O tarihten itibaren Yunanistan’ın, üyeliğini Kıbrıs konusunda Türkiye üzerinde baskı yapmak için kullanacağı açıkça ortaya çıkmıştı. 1995 yılında Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin kurulması karşılığında Güney Kıbrıs ile üyelik müzakerelerinin başlaması sağlandı. 1999’da Helsinki zirvesinde Türkiye’ye katılım adaylığı statüsü tanınırken, zirvenin sonuç bildirisinde, çözüm olmasa dahi Güney Kıbrıs’ın üyeliğe kabul edilebileceği vurgulandı.
Aralık 2002 Kopenhag zirvesinde ve Mart 2003’te BM Genel Sekreteri’nin KKTC ve Güney Kıbrıs’ın temsilcileriyle Lahey buluşmasında, meselenin Annan Planı temelinde çözümlenerek, federal bir yapı çerçevesinde, Kıbrıs Türklerinin de AB’ye girmesi ve Türkiye’nin üyeliğini bloke eden Kıbrıs engelinin bertaraf edilmesi fırsatı göz göre göre kaçırıldı.
Rumların, AB ile Katılım Antlaşması’nı henüz imzalamadıkları için planı reddetme imkánına sahip olmamalarından doğan bu fırsat kaçırılmasaydı, ileride, AB içinde Kıbrıs’ın tamamen birbirinden bağımsız iki devlete bölünmesi opsiyonu da açılmış olacaktı. 2004 Nisan’ında yapılan referandumda ise Güney Kıbrıs’ın ret oyu vermekle kaybedeceği bir şey artık kalmamıştı; çünkü üyeliği kesinleşmişti. 1 Mayıs’ta AB’ye katıldı.
* * *
Denebilir ki, statüko devam ettiğine ve KKTC son üç yılda önemli ekonomik ilerleme gerçekleştirdiğine göre problem nerede. Bir bakıma doğru. Bugün KKTC her zamandan daha fazla refaha kavuşmuş durumda. Türk ordusunun Ada’da mevcudiyeti sayesinde güvenlik kaygısı da yok. Aslen Kıbrıslı olan Türkler, üstelik AB vatandaşı statüsü kazandılar.
"Kıbrıs Cumhuriyeti" kimlik cüzdanıyla Avrupa’da seyahat edebiliyorlar, AB ülkelerinde çalışma ve yerleşme hakları var, çocukları Avrupa üniversitelerinde özel ücret indirimlerinden yararlanabiliyor, Güney Kıbrıs’ta çalışma imkánlarından ve sağlık hizmetlerinden istifade edebiliyorlar. Annan planına benzer bir plan yeniden referanduma sunulsa bu sefer ret oyu kullanmaları şaşırtıcı olmayacak.
Bazı sorunlar da kendiliğinden yavaş yavaş çözüm yoluna giriyor; örneğin mülkiyet sorunu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Kuzey Kıbrıs’taki Tazmin Komisyonu’nu ilk başvurma mercii olarak kabul ettiğinden beri Rumlardan komisyona 300 kadar başvuru geldi. Başvuranlar tazminat karşılığında mülkiyet haklarından vazgeçmeyi peşinen kabul ediyorlar.
Güneyde taşınmazı bulunan Türkler ile kuzeyde taşınmazı bulunan Rumlar arasında takas da yapılabiliyor. Güney Kıbrıs’ta taşınmazı bulunan Türkler de AİHM’ye müracaata başladılar. Bu arada gayrimenkul fiyatlarının tırmanması meselenin çözümünde piyasanın rolünü de öne çıkardı.
* * *
Demek oluyor ki bundan sonra Kıbrıs meselesinin çözümsüz kalması, öncelikle Türkiye’nin AB sürecini olumsuz etkileyecek. Sorun Türkiye’nin yolunu iki şekilde tıkamaktadır. Kısa ve orta vadede Rum gemi ve uçaklarının deniz ve havalimanlarımızı kullanmaları hakkını da içeren Gümrük Birliği Protokolü’nün tarafımızdan onaylanmaması ve uygulanmaması, üyelik müzakerelerinde 8 müzakere başlığının (malların serbest dolaşımı, yerleşme ve hizmet verilmesi serbestisi, mali hizmetler, tarım ve kırsal kalkınma, balıkçılık, taşımacılık politikası, gümrük birliği ve dış ilişkiler) dondurulmasına yol açmıştır.
Protokolün uygulanmasına karşılık KKTC’nin izolasyonuna son verilmesi amacına yönelik "eylem planı"mızın içerdiği önlemlerin gerçekleşmesi olasılığı ise hemen hemen hiç yoktur. 8 başlık üzerinde müzakereler başlamadıkça üyelik süreci de tamamlanamaz.
Gümrük birliği dahil bütün sorunlar aşılarak müzakereler olumlu sonuçlansa bile Kıbrıs meselesi çözümlenmezse veya Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın iki tarafı arasında bir "modus vivendi" (çözüme varıncaya kadar geçici bir düzenleme) bulunamazsa yine üyelik kapısı kapalı kalır. Kıbrıs meselesinin bütün yönleri üzerinde bir beyin fırtınasına ihtiyacımız var. Uzun vadeyi yine gözden kaçırmayalım.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
BİR dostum "Kasım 1938-Dünya basınında Atatürk" başlıkı kitabı hediye etti. Kitap Atatürk’ün vefatını takiben 42 ülkenin basınında çıkan 300 kadar makaleyi içeriyor. Daha ilk sayfalarında yer alan İngiliz "The Times"gazetesinde 11 Kasım’da çıkmış olan yazı beni özellikle etkiledi.
Şimdiye kadar Atatürk hakkında çok şey yazıldı, fakat bu makaledeki kadar onun dehasını, siyasi vizyonunu ve başarılarını iki üç sayfa içinde en çarpıcı şekilde özetleyen bir yorum bulmak kolay değildir. Makalenin bazı kısımlarını bu sütunun sınırı içinde nakletmek istiyorum:
* * *
"Atatürk metaneti ve kararlılığı sayesinde her komutanın direnişini kırabilecek güçlükleri yenmesini bildi... Gelibolu Yarımadası’nda İngiliz işgal kuvvetlerine karşı verilen kahramanca mücadelede dengeleri işgalcilerin aleyhine bozan askeri dehası sayesinde uğrunda savaştığı davada muhteşem bir zafer kazandı. Fakat o, başka birçok meşhur generalin aksine, kazandığı zaferin muhakemesine gölge düşürmesine izin vermedi... O sorunlu bir mirasın várisiydi...
Türkiye neredeyse sekiz sene süren savaş nedeniyle büyük kan kaybına uğramışti. Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı’na sokan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hayatta kalan üyeleri Mustafa Kemal’e karşı kıskançlık duygusu içindeydiler. Panislamistler onun Türkiye’yi yeniden İslam yayılmacılığının merkezi yapacağını umuyorlardı. Türkiye’yi modernleştirmesi ve laikleştirmesi onu eleştirenleri şaşırttı.
Latin harflerinin kabulü, kadınların özgürlüklerine kavuşmaları, eski yönetim biçiminin tamamen ortadan kaldırılması, haberleşme, finans ve tarımdaki büyük gelişmeler ve yeni ve daha insancıl yasaların yürürlüğe sokulması arkalarında hep toplum desteği olan reformlardır.
Bazı Batılı liberallerin onun ilk günlerde kullandığı otoriter metotlara ve kurup gözettiği tek parti sistemine kuşku ile baktıkları doğrudur. Fakat bu detay ve metotların eleştirilmesi, onun gerçekleştirdiği devrimin Türk insanına, hiçbir kuşağın yaşamadığı kadar özgür, dopdolu ve güvenli bir yaşam sağladığı gerçeğini değiştiremez.
(...) Başarıları sadece ülkenin Avrupalılaştırılması ile sınırlı değildi. Her zaman ilham kaynağı olduğu ve bazen de bizzat yürüttüğü dış politika Türkiye’yi Batılı devletler arasında saygın bir konuma getirdi ve eski düşmanlarından yeni dostlar yarattı. Türk diplomasisi onun idaresi altında başarıdan başarıya koştu. 1936 Montrö Konferansı’nda Türkiye’nin savaşta kaybettiklerini müzakere yoluyla kazanması uzlaşmanın bir zaferiydi... Yakın zamanlarda ise eski ve yeni diplomatik metotların dahice bir bileşimi Türkiye’ye Hatay sancağını yeniden kazandırdı.
(...) Yeni Avrupa’nın savaş devriden sonrasında gördüğü hiçbir lider onun kadar çok şey başarmadı ve onun kadar büyük zorluklara göğüs germedi. Ölümü geride kalanları yas’a boğdu. Eski düşmanları ve şimdi de dostları olan ve Atatürk’e cesur bir düşman olarak hayranlık duyan İngiltere’nin, onun ölümü ile Türkiye’nin ve Avrupa’nın büyük bir insan kaybettiğinin bilincinde olması ve bundan üzüntü duyması Türk halkını en azından teselli edecektir."
* * *
Bu makaleden ilk çıkan sonuç, daha 1938’de, Atatürk’ün bir Avrupalı devlet adamı ve Türkiye’nin de, o devirde ekonomik gelişmişlik düzeyi çok düşük olmasına rağmen, Avrupa camiasının bir üyesi olarak algılandığıdır.
Atatürk’ün, yaşadığı dönemde revaçta olan totaliter rejimlerin hiçbirini benimsememesi ve İngiltere gibi bir demokrasinin hayranlığını kazanan reformlar gerçekleştirmesi onun vizyonunun yönüne de ışık tutar. Ona birtakım ideolojiler izafe edenlerin, söylemlerini tahrif edenlerin aksine, Atatürk, kendisinden sonraki kuşaklara, bugünkü Avrupa değerlerini ve kurumlarını özümsemeye götüren yolu açmak istemiştir. Ne yazık ki bir soru zihinleri tırmalamaktan geri kalmıyor:
Türkiye 1930’larda zihniyet bakımından bugünkünden daha mı Avrupalıydı? Diplomasimiz daha mı gerçekçi ve yaratıcıydı?
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2007
BUGÜN ABD’nin atılımı ile Annapolis’te toplanacak olan Ortadoğu Konferansı’ndan herhangi özlü bir sonuç çıkmasını bekleyen hemen hemen kimse yok. Hatta bundan sonraki girişimlere zemin hazırlayabilecek mütevazı bir ilerleme bile umut edilmiyor.
Konferanstan önce Filistin Özerk Yönetimi Başkanı ve El Fetih Lideri Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Olmert’in bir deklarasyonla Filistin meselesinin temel unsurları olan sınırlar, mülteciler ve Kudüs konularında ortak bir vizyonu yansıtmaları beklentisi vardı. Birbirleriyle çok iyi anlaşan Olmert ve Abbas birkaç kere buluştular, fakat bir uzlaşıya varamadılar.
Olmert’in İsrail’in bir "Yahudi devleti" olduğunun kabul edilmesini ısrarla istemesi, açmazın önemli bir yönüydü. İsrail Yahudi devleti diye nitelendirilince Filistinli mültecilerin geri dönmesine set çekilmiş olacaktı. Annapolis Konferansı’nın bir bahtsızlığı da gerek Filistin’in, gerek İsrail’in büyük siyasi bölünmeler içinde kıvranmakta oldukları bir zamana rastgelmesidir.
Ekonomik ambargo kıskacında bulunan Gazze’de kontrol HAMAS’ın elinde. Hamas konferans sürecinin tamamen dışında kalıyor ve HAMAS’ın lideri, "Bu konferans ölü doğdu. Filistinlilerin 1948’de İsrail’in kurulması ile kaybettikleri topraklarından ve evlerine dönmek hakkından hiçbir zaman vazgeçmeyiz" diyor. İsrail’de ise Olmert’in politikalarına karşı muhalefet gittikçe sertleşiyor.
* * *
Başkan Bush iktidara geldiğinden beri Filistin-İsrail ihtilafının çözümüne hiçbir zaman büyük bir ilgi göstermemişti. 2003’te kabul edilen üç aşamalı "Yol Haritası" da káğıt üzerinde kaldı. İlk aşamada öngörülen terör ve şiddete son verilmesi, Filistin halkının hayatının normalleşmesi ve Filistin topraklarında Yahudi yerleşim merkezleri inşasının durdurulması hedeflerinin hiçbirine ulaşılamadı.
Tersine Filistin halkının yaşam koşulları gittikçe daha fazla bozuldu. İkinci aşamada ise 2004-2005 yıllarında geçici sınırlar içinde bir bağımsız Filistin devleti kurulacaktı! Tabii söz konusu olmadı. Unutmamak gerekir ki Başkan Bush’un 2001 yılında yaptığı ilk işlerden biri, selefi Clinton’ın ortaya koyduğu çözüm modelini rafa kaldırmak olmuştu.
Clinton’ın görevinden ayrılmadan önce Aralık 2000’de Arafat’a ve Başbakan Barak’a sunduğu öneri, bundan önceki ABD önerilerinden daha fazla Filistinlilerin lehindeydi. Filistinlilere Gazze ile beraber Batı Yakası’nın yüzde 94-96’sı bırakılacaktı. İsrail, 1967 sınırlarına dahil toprakların yüzde 1 ile yüzde 3 oranında bir kısmını da Filistinlilere devredecekti.
İsrail kuvvetleri üç yıl içinde Filistin topraklarından çekilecek ve yerine uluslararası bir güç gelecekti. Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olması kabul ediliyor ve Harem-i Şerif üzerinde Filistin’in egemenliği tanınıyordu; İsrail özellikle Lübnan’dan sembolik miktarda Filistinli mülteciyi kendi topraklarına kabul edecekti.
Filistin sınırları dışındaki diğer mültecilerin ise yeni Filistin devletine nakledilmeleri için uluslararası yardım imkánları araştırılacak ve mültecilere tazminat ödenecekti.
* * *
Clinton’ın önerilerinden sonra İsrailli ve Filistinli müzakereciler Ocak 2001’de Taba’da bir araya geldiler ve sınırlar, güvenlik, mülteciler ve Kudüs konularını görüştüler. Toplantılardan sonra yayımlanan ortak bildiride, tarafların bundan önce hiç bu kadar bir çözüme yaklaşmadıkları belirtiliyordu.
Ne var ki bazı konularda müzakerelerin sonuçlandırılması mümkün olamamıştı. İsrail’de yapılacak seçimlerden sonra tarafların tekrar bir araya gelmeleri kararlaştırılarak müzakerelere ara verildi. Seçimlerde ise Şaron kazanacaktı. Taba mutabakatı da rafa kaldırıldı.
Annapolis Konferansı hakkındaki yegáne olumlu haber, Suriye’nin, anlaşılan Türkiye’nin de girişimlerinin etkisiyle konferansa katılmayı kabul etmesi oldu. Suriye’siz Ortadoğu’da barış olamayacağına göre onun mevcudiyeti belki bir ölçüde Annapolis’ten sonraki çabalar için daha elverişli bir psikolojik ortamın doğmasına yardım edebilir.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
IRAK savaşının bir sonucu, 2003’ten beri Türk-Amerikan ilişkilerinin zaman zaman ciddi krizlere yol açacak ölçüde bozulması olmuştur. O kadar ki Türk kamuoyu bugün çoğunlukla ABD’yi Türkiye’nin hasmı olarak algılıyor. İlişkilerin bu mecraya girmesinde kuşkusuz iki taraf hükümetlerinin sorumluluğu var.
ABD, 1 Mart tezkeresinden sonra Irak’taki gelişmelerin Türkiye’nin hayati çıkarlarını tehdit eden bir yön aldığını görmezlikten gelmiş, Türk hükümeti ise duygusal olduğu oranda tehlikeli bir anti Amerikanizm’in büyümesini önlemek için hiçbir şey yapmamış, hatta bazen popülizme kendini kaptırarak yangına körükle gitmiştir.
ABD ile karşılıklı güvene dayanan bir diyalog kurulamamıştır. Amerikan Kongresi’nde "Ermeni soykırımı" iddialarını destekleyen bir karar tasarısının her yıl gündeme gelmesi, sürekli gerginlik ortamını beslemekten geri kalmamıştır.
* * *
Son haftalarda ise ilişkilerin onarılması yönünde her iki taraf çaba harcıyor. ABD Temsilciler Meclisi’nde Dışişleri Komitesi tarafından kabul edilen Ermeni tasarısının oylanmak üzere Meclis Genel Kurulu’na gelmesinin önlenmesi her iki tarafın gayretleri sayesinde mümkün olmuş, bu suretle hiç değilse daha bir süre için bu konunun yeni bir tahribat unsuru oluşturmasına meydan verilmemiştir.
Başbakan Erdoğan’ın 5 Kasım’da Washington’da Başkan Bush ile yaptığı görüşmenin özlü ve yapıcı olduğu da gittikçe ortaya çıkyor. Irak’taki koalisyon güçlerinin komutanı General Petraeus ile Amerikan Genelkurmay Başkan Yardımcısı Cartwright’ın Ankara’da Türk askeri sorumlularıyla yaptıkları görüşmeden sonra Genelkurmay Başkanlığı, "Irak, ortak düşman PKK ile mücadelede süregelen işbirliği ve kapsamlı istihbarat paylaşımı gibi iki ülkeyi ilgilendiren ortak kritik konular görüşülmüştür" şeklinde çoktan beri unuttuğumuz üslupta bir açıklama yaptı.
Washington buluşmasının etkisini Irak hükümetinin ve Kuzey Irak yönetiminin söylemlerinde ve hatta eylemlerinde görüyoruz. PKK’nın Kuzey Irak’ta izole edilmekte olduğu anlaşılıyor. Kuşkusuz kesin bir değerlendirme yapmak için erken. Başlatılan işbirliğinin derhal netice vermesi beklenemeyeceği gibi verilen vaatlerin sonuna kadar tutulup tutulmayacağı ancak zamanla ortaya çıkacak.
Son gelişmelerin ışığında Türk-Amerikan ilişkilerinin ve ortak menfaatlerimizin yeni bir değerlendirmesi de yapılmalıdır. Türkiye’de ABD’nin PKK’yı desteklediği, Türkiye’yi parçalamak amacını güttüğü, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurmak ve buna Türkiye’nin güneydoğusunu da katmak istediği, "ılımlı İslam" söylemenin karanlık emelleri gizlediği kanaati yaygındır.
ABD’nin Irak macerasının Türkiye’ye çok zarar verdiği doğrudur; fakat bu macera asıl ABD’ye uzun yıllar altından kalkamayacağı kadar zarar vermiştir. ABD’nin Türkiye’yi zayıflatmak veya parçalamakla ne kazanacağı belli değildir. Türkiye’yi parçalamak isteyen bir devlet, Türkiye’nin AB üyelik sürecini neden kuvvetle desteklesin; iyi kullanılsaydı PKK terörüne ölümcül darbe vurması çok muhtemel olan Öcalan’ın yakalanmasına neden girişsin; Bakü-Ceyhan boru hattını ve Türkiye’nin bir enerji nakil merkezi haline gelmesi için neden çaba harcasın?
* * *
İran yetmiyormuş gibi Türkiye’yi Ortadoğu ve Avrasya dengelerinde kendisine hasım bir devlet haline getirmekle ABD ne kazanır? Diğer taraftan Türkiye’nin ABD ile ismi "stratejik ortaklık" olsun veya olmasın yakın işbirliğine ihtiyacı vardır. ABD artık bir şekilde Ortadoğu’da sürekli komşumuz olacaktır.
Uzun bir soğukluk devrinden sonra transatlantik ilişkiler yeniden önem kazanmaktadır ve bu gelişme Türkiye’nin AB süreci bakımından avantajlıdır. Türkiye’nin AB üyeliğine en fazla karşı gelen Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, bugün ABD’ye en yakın Avrupalı liderdir. Bu yakınlıktan istifade edebiliriz.
Kozları iyi ve zamanında kullanmak başarılı bir diplomasinin temel şartlarından biridir.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2007
YARGITAY Cumhuriyet Başsavcısı, Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kapatılması için geçen hafta Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. Başsavcı ayrıca aralarında sekiz milletvekilinin bulunduğu 221 DTP’liye beş yıl siyaset yasağı getirilmesini, bunların DTP’den veya başka bir partiden seçimlere katılmasının yasaklanmasını, DTP’ye üye kayıtlarının derhal durdurulmasını istedi.
Tabii başsavcının resen böyle bir dava açabilme yetkisine sahip bulunması, 1982 Anayasamızın diğer demokratik ülkeler anayasalarından çok farklı bir özelliğidir. Mesela Fransız Anayasası’na bakarsanız Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkının yalnızca cumhurbaşkanı, başbakan, ulusal meclis ve senato başkanları ile 60 milletvekili veya 60 senatöre verildiğini görürsünüz.
Nedeni, Anayasa hazırlanırken General De Gaulle’ün bir "yargıçlar iktidarı"oluşumundan duyduğu kaygıydı. Bizde ise yüksek yargı kurumlarının politikayı etkileyen kararlar almak eğiliminde oldukları ve bu kurumların başkanlarının siyasi dozajı yüksek konuşmalardan ve beyanatlardan kaçınmadıkları yadsınamaz.
22 Temmuz seçimlerinden önce Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini engelleyen ve hukuken Anayasa ile bağdaştırılması çok zor kararının, güdülen amacın tam tersi bir sonuç verdiği de hatırlanmalıdır.
* * *
Hukuki yönden bir nokta daha dikkati çekiyor. Yargıtay Başsavcısı’nın inisiyatifinden hükümetin ve Adalet Bakanı’nın hiç haberi olmamış. O kadar ki Bakan Şahin, "haberden pek mutluluk" duymadığını ifade etti. Bu durum da diğer Batılı demokratik ülkelerdeki düzenlemelerden çok farklı. O ülkelerde başsavcı, Adalet Bakanı’na bağlıdır, onun haberi olmadan önemli davalarda hareket edemez.
Başka bir ifadeyle, kamu davalarında taraf olan hükümettir. Zaten ABD’de Adalet Bakanı’nın sıfatı bile "başsavcı"dır. Yüksek yargı organlarımızın Batılı demokrasilerde geçerli kurallar ile uyuşmayan yetkileri, kararları ve davranış biçimleri, 1982 Anayasası’nın bir an önce değiştirilmesi gerektiğini bir kere daha göstermiştir.
İşin siyasi yönüne gelince; 1980’den beri şu veya bu şekilde DTP çizgisinde olan altı parti kapatılmış, fakat bu kapatmaların hiçbiri terörle mücadeleye katkıda bulunmamıştır. DTP’nin PKK’nın siyasi uzantısını teşkil ettiği, Öcalan’ı yücelttiği ve PKK’yı bir terör örgütü olarak tanımlamaya yanaşmadığı kuşkusuz doğrudur.
Son seçimlere aday olarak katılanların PKK tarafından tercih edilen kimseler olmaları da kuvvetle muhtemeldir. Buna karşılık DTP’nin, daha önce DEHAP ve HEP’in aksine, PKK ile bağlarını koparması ve onu terörist bir örgüt olarak tanımlaması yolunda Avrupa Birliği’nin yoğun baskısı altında bulunduğu da bir gerçektir. DTP uluslararası alanda kendisine müzahir bir siyasi ortam yaratamamıştır.
* * *
DTP’nin kapatılmasının ve üyelerinin siyasetten men edilmelerinin yararlı sonuçlar vermesi beklenemez. Aksine bu yolda Anayasa Mahkemesi’nin alacağı bir karar, DTP’ye oy veren bir milyondan fazla seçmeni radikalize edecektir. Teröre destek verseler de, siyasi sürece katılan partilerin zamanla faydalı bir işlevleri olduğu Kuzey İrlanda’da da gözlenmiştir.
Bizzat Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Başbuğ, geçen hafta terörün son bulması için PKK’ya katılımın engellenmesi ve aynı zamanda örgütün dağ kadrosunun çözülmesi gerektiğini söylemişti. DTP’nin kapatılması ve bütün üyelerine siyaset yasağı getirilmesi bu amaca hizmet eder mi?
Başbakan Erdoğan, "On binlerce, yüz binlerce vatandaşımızın oylarını alarak parlamento çatısı altına gelmiş olanlara karşı biz antidemokratik yolları seçmeyiz" demiş. Başbakan çok haklı. Üstelik AKP son seçimlerde demokratik yollardan Doğu ve Güneydoğu’da DTP’nin gücünü ciddi erozyona uğratmadı mı? Bu süreci tersine çevirmek kimin işine yarar?
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
CUMHURBAŞKANI Gül geçen hafta Ankara’ya bir ziyaret için gelen Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ı otelinde ziyaret etti diye kıyamet koptu. Herkes birdenbire teşrifat uzmanı kesildi. Bu tartışmalarda unutulan bir nokta vardı: Protokol insanlararası ve uluslararası ilişkileri yumuşatmak ve kolaylaştırmak amacına yöneliktir.
Katı ve değişmez kurallar içermemektedir. Uygulamada esnekliğe engel değildir. Kaldı ki devlet ve hükümet başkanları ve dışişleri bakanları arasında ilişkilerin gittikçe daha az şekilperest hale geldiği bir dönemde yaşıyoruz. Devlet başkanları spor kıyafetlerle bir araya geliyorlar, beraber jogging yapıyorlar, birbirlerine küçük isimleriyle hitap ediyorlar.
Ekselans sözcüğü neredeyse kaybolmak üzere. Frak artık hemen hemen hiç giyilmiyor. Fakat her nedense bizde protokol her yerden daha çok ciddiye alınıyor ve alınganlık sebebi oluyor.
* * *
Protokol kurallarına istisnalar da pekálá mümkündür. Eğer politik bir fayda sağlayacaksa bir misafire pekálá değişik şekilde davranılabilir. Unutmayalım, 2002 seçimlerinden sonra Tayyip Erdoğan daha Başbakan, hatta milletvekili bile değilken Washington ve Avrupa ülkeleri başkentlerinde Başbakan gibi karşılandı, bütün devlet ve hükümet başkanları onu muhatap kabul ettiler.
Kimse o ülkelerde protokol çiğnendi demedi. Suudi Arabistan Kralı’na ise her yerde şu veya bu şekilde özel itina gösteriliyor; çünkü Suudi Arabistan, Ortadoğu dengelerinde ağırlığı olan bir ülke, petrol zengini, ona bol bol silah satılıyor ve Suudi sermayesini cezbetmek çok kárlı. İş bu kadar basit.
Bizde ayrıca garip bir Suudi fobisi var. Kralın ziyareti sırasında Ecyad Kalesi’nin yıkılması hatırlatıldı, Suudi bayrağının 10 Kasım’da yarıya indirilmemesine ve kralın Anıtkabir’i ziyaret etmemesine büyük tepki gösterildi.
İranlılar da Anıtkabir’i ziyaret etmiyorlar, Ermenilere çok yakınlar, onlara pekálá müsamaha gösteriyoruz. İranlıların ve Suriyelilerin daha birkaç yıl öncesine kadar PKK’yı desteklediklerini, Suriyelilerin haritalarında Hatay’ı kendi toprakları içinde gösterdiklerini unutuyoruz, ama Ecyad Kalesi’ni unutamıyoruz.
Suudi bayrağına gelince, bunda Kelime-i Tevhid yazılı olduğundan yarıya indirilemezmiş. Genel uygulama böyle ise anlayışla karşılamak lazım. Bayrağın altında oturduğu için Cumhurbaşkanı’nın şeriatçı ithamı altında kalması ise artık olabileceği kadar zırva.
* * *
Suudi Arabistan’ın politikasının kendisine de zarar veren birçok yönleri eleştirilebilir, fakat Türkiye’ye hasım bir devlet olduğu iddia edilemez. Suudi Arabistan’ın Türkiye’ye dostane davranışları olmuştur. Suudi Dışişleri Bakanı hep Türkiye’nin dostu olarak kalmıştır.
Kıbrıs meselesinde BM Asamblesi’nde çok yalnız kaldığımız devirlerde Suudi Arabistan, Türkiye’yi desteklemiştir. Bugün de ekonomik menfaatlerimiz ve Ortadoğu politikamız Suudilerle dostluk ve işbirliğini gerektirir.
Türkiye halen Ortadoğu’da çok yapıcı ve proaktif bir rol oynamaktadır. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile Filistin Ulusal Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın Ankara’da buluşmaları ve TBMM’ye her ikisinin de hitap etmeleri, Batı Şeria’da kurulacak organize sanayi bölgeleri deklarasyonunun imzalanması uluslararası alanda büyük etki yapmıştır.
* * *
Kuşkusuz bu buluşma İsrail ile Filistin arasında bir ilk değil. İsrail Başbakanı, Mahmud Abbas ile çok kere bir araya gelmiştir. Türkiye’nin Filistin meselesinde tek başına arabuluculuk yapması da olanaksızdır. Ayrıca doğru da olmaz, kolaylıkla iki tarafla da kötü kişi oluruz.
Fakat Türkiye çözüm sürecine dahil olmak ve iki hafta sonra toplanması öngörülen Annapolis konferansına katılmak istemektedir. Bu konuda da Suudi Arabistan’ın desteği önemlidir.
Dış politikanın özü, protokol alınganlıkları veya duygusal tepkiler yüzünden zarara uğramamalıdır.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2007
BAŞBAKAN Erdoğan’ın ABD Başkanı Bush ile görüşmesinin sonuçları hakkında olumlu olumsuz bir hayli yorum yapıldı. Görüşmenin kamuoyuna intikal etmeyen yönleri mutlaka varsa da genellikle Türk tarafının Washington temaslarından oldukça tatmin olduğu izlenimindeyim. ABD’nin sadece PKK’ya değil, fakat Kuzey’deki Kürt yönetimini ve Barzani’yi de hedef alan geniş bir müdahaleye destek vermesi beklenmiyordu.
Başbakan Erdoğan da zaten Washington’da Türkiye’nin hedefinin PKK ile sınırlı olduğunu vurgulamaktan geri kalmamıştı. Başkan Bush ile PKK’ya karşı işbirliği konusunda varılan mutabakatın tam kapsamını ise ancak uygulama başladıktan sonra anlayacağız.
Şimdiden spekülasyonlarda bulunmak ve değerlendirmeler yapmakta bir yarar yok. Genelkurmay Başkanı da son açıklamalarında operasyon konusuna temkinle yanaştı. Kaldı ki, Güneydoğu’da kendi sınırlarımız içinde girişilen harekátın çok başarılı olduğu gözüküyor.
Dolayısı ile daha geniş bir güven ortamı içinde ve soğukkanlılıkla karar almanın şartları artık mevcut. ABD’nin eski BM Büyükelçisi Holbrooke ise büyük olasılıkla bir haftaya kadar Türkiye’nin sınırlı bir hudut ötesi operasyona başlayacağını söylüyor. Belki onun da bir bildiği var.
* * *
Washigton görüşmelerinden sonra Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek her nedense PKK’nın "Batı’nın babası belirsiz çocuğu" olduğunu iddia etti.
Hükümetin en önemli bir üyesinin Başbakan’nın Washington ziyareti sona erer ermez böyle bir ifade kullanması politik sorumluluk kavramı ile nasıl bağdaşır, bilemiyorum.
Çiçek PKK’nın 1978’de bir Marksist-Leninist örgüt olarak kurulduğunu ve TİKKO ve THKP-C gibi militani radikal solcu gruplarla ilişki içinde olduğunu bilmiyor mu?
Yeni kabinede Adalet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin ise. PKK baskınında teröristler tarafından kaçırılan ve sonra serbest bırakılan sekiz askerimiz hakkında "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Kurtulmuş olmalarından fazla sevinç duyamadım" dedi. Şahin’in sözlerini o zaman çok yadırgamıştık.
Fakat şimdi bir süredir internet sitelerinde dolaşan söylentilerin hiç değilse kısmen doğru olduğu anlaşılıyor. Yoksa bu sekiz asker Van’da tutuklanmazdı. Askerlerin akıbetinin bu olacağını PKK tahmin edemedi mi? Haklarındaki iddialar doğru ise sınır boyundaki bir birlikte ne işleri vardı? Bu soruların cevaplarını herhalde yakında öğreniriz.
* * *
Askeri müdahale yoluna gidilsin veya gidilmesinin Türkiye’nin Kuzey Irak yönetimine karşı tutumunda temel politikası ile çakışmayan bazı ayarlamalar yapılmalıdır.
Kuzey Irak’ta halen yürürlükteki Irak anayasasının öngördüğünün çok daha ötesinde bir fiili durumun mevcut olduğu aşikárdır. Yine de anayasa çerçevesini aşmayan ölçüde bu yönetimle bazı temaslar kurulması fiili durumu tanıma anlamına gelmez.
Kuzey Irak’a karşı açılım politikasına CHP lideri Deniz Baykal bile artık yeşil ışık yakıyor. Ne var ki Baykal’ın somut önerileri galiba biraz aceleye gelmiş. Mesela Irak’a düzenli su akışından bahsediyor.
Oysa Kuzey Irak’ın sıkıntısı yok. Hem akan sular ve hem de yeraltı suları bakımından bizden çok daha zengin. Bu zenginliğinden istifade ederek büyük tarım projeleri hazırlıyor ve bunun için yabancı sermaye buluyor.
Iraklı gençlerin Türkiye’de okutulması projesi de ne kadar gerçekçi olabilir? Orta Asya ülkelerinden 1990’lı yıllarda getirttiğimiz binlerce öğrenci ile tecrübemizin çok başarılı olmadığını unutmayalım.
Kuzey Irak politikamızda yeni bir sayfa açmak konusu cesaretle, dikkatle ve gerçekçilik ile ele alınmalıdır. Bu politikanın Türkiye’nin iç meseleleri ile kaçınılmaz etkileşimi de gözden uzak tutulmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2007
YAŞLILIK tabii kolay değil. İster istemez bazı sağlık problemleriniz oluyor. Telefonda bir iş için yaşınızı sorduklarında "Hay Allah, benim yaşımı ne yapacaklar?" diyorsunuz. Gençlerin size ne gözle baktığını merak ediyorsunuz. Dünyada yaşlılık ırkçılığının artmakta olduğuna ilişkin yazılar okuyunca biraz kızıyorsunuz. "Eskiden böyle değildi" diye düşünüyorsunuz. Bir isim veya kelimeyi hatırlayamadığınız zaman "Tamam, hafıza gitti" diye telaşlanıyorsunuz. Şunu da itiraf etmek gerekir ki yine de ülkemizde yaşlı olmak, aile bağları hálá kuvvetini muhafaza ettiğinden nispeten çok daha huzurlu. İki gün önce 80. yaş günümde hayatımın en mutu günlerinden birini bile yaşadım.
* * *
Yaş günüm için ailem, eski ve yeni meslektaşlarım, dostlarım bana ithaf edilmiş "kişiye özel" bir gazete sayısı hazırlamışlar. Hem yaşamımın bütün aşamalarını kapsayan zengin bir fotoğraf albümü, hem de yakınlarımın yanı sıra Türkiye’nin en kıymetli diplomat ve gazetecilerinin hakkımda kaleme almış oldukları yazılarla dolu. Eşsiz ve olabileceği kadar cömert bir hediye.
Bütün bir gün sayfalarına tekrar tekrar bakarak çok duygulandım. Gazeteye katkıda bulunan diplomatlar Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ertuğrul Apakan ve kendileriyle beraber çalıştığım büyükelçiler: Baki İlkin, Rıza Türmen, Daryal Batıbay, Cem Duna, Volkan Vural, Selim Kuneralp, Yalım Eralp.
Bir kısmını çoktan beri, bir kısmını daha sonra tanıdığım medya mensupları: Ertuğrul Özkök, özel gazetenin tasarımını ve baskısını üstlenen Sedat Ergin, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Semih İdiz. Hem akademisyen hem de gazeteci olan Soli Özel. Ve diplomat, politikacı ve sanatçı Gencay Gürün.
Hepsine minnettarım. Hayatımda kazandığım en şanlı bir ödüle beni layık gördüler.
30 Ekim tarihinde, artık yaşım bir hayli ilerlediği için yakında makalelerime son vermek mecburiyetinde kalabileceğimi yazmıştım. Ertuğrul Özkök, özel gazeteye katkısında bu yolda bir dilekçe verirsem bunu reddedeceğini söylüyor! Ne yapalım, emir büyük yerden, yazmaya devam edeceğiz!
* * *
Yaşlılığın iyi taraflarından biraz bahsedelim. Birkaç yıl önce ismini şimdi hatırlayamadığım ünlü bir yaşlı hanımla BBC radyosunda bir söyleşi dinlemiştim. Yaşamı ve başarıları gözden geçirildikten sonra kendisine "Peki ya istikbal" sorusu soruldu.
Cevabı unutmadım: "Ben zaten istikbalde yaşıyorum." Uzun yaşamanın mükáfatı. Bir de eski Fransız Cumhurbaşkanı Raymond Poincare’nin vecizesi: "Gençlik her gün düzeltilen bir kusurdur." Doğru mu, teselli mi? Siz karar verin.
Yazının Devamını Oku