30 Ekim 2007
BELKİ gözümden kaçmıştır ama ben kendi hesabıma, Kandil Dağı’na ilişkin şöyle eli yüzü düzgün bir röportaja rastlamadım. Tabii Türk medyasını kastediyorum. Sebati Karakurt’un "Hürriyet"teki psiko-sosyolojik söyleşisini ise hariç tutuyorum.
Oysa, madem ki "savaş tamtamları" çalıyor ve madem ki o mıntıka ilk cephe olarak gözüküyor, o halde evlátlarımızın gönderileceği yeri en "kandil"le aydınlatmamız gerekiyor.
Şu melûn dağ ne herze bir yerdir, nicedir ve de nasıldır?
* * *
YUKARIDA "eli yüzü düzgün röportaj" dedim ya, bununla yörenin tarihi, siyasi ve bilhassa coğrafi özelliklerini yansıtan ve sorulara cevap arayan bir "toparlama"yı kastettim.
Tamam, gazeteci tabii ki o sorulara kesin yanıt getiremez. Yetkisi ve yeteneği yoktur.
Ancak aynı gazetecinin kalemiyle, fotoğrafıyla, kamerasıyla yansıtacağı tablo, şu an aramakta olduğumuz bazı cevaplara daha akılcı bir bakış açısıyla yaklaşılmasına hizmet eder.
Örneğin, bölgenin Türkiye sınırına bir taş atımlık mesafede bulunmasına ve bazı TSK kuvvetlerinin zaten hanidir Kuzey Irak’ta "dolandığını" (!) Bursa’daki sağır sultanın dahi bilmesine rağmen, nasıl olup da PKK hála "sızıntı eylemleri" gerçekleştirebilmektedir?
Tedhiş örgütünün orada barınabilmesinde hem Ankara "alargalığının; hem de Erbil "müsamáhákarlığının"ın belirleyici olduğu iddiaları doğru mudur?
* * *
DAHA ötesi, çoğu kimsenin gizli gizli düşünüp de açıkça söylemeye cesaret edemediği şu soruda ne derece kadar haklılık payı olabilir?
Yani, vur kaç pususu kuran teröristlerin insanlarımızı katlettikten sonra ve haniyse el kol sallayarak tekrar Kandil Dağı’na sığınabilmesinden, taktik askeri yanlış mı sorumludur?
Ve nihayet, Allah göstermesin ama, sıcak bir savaşla aynı dağa karşı taarruza geçildiği takdirde, hamáset edebiyatının öne sürdüğü gibi etraf bir çırpıda darmadağın mı olacaktır?
Yoksa aksine, önce ordumuzun, sonra yurdumuzun, sonra da bütün milletimizin pis ve çirkef bir batağa saplanması ihtimali mi gündeme gelecektir?
Bu soruların cevabını hiçbirimiz kesinkes bilmiyoruz ve muhtemelen de bilemeyiz.
* * *
OYSA, dediğim gibi, eğer şu mendebur dağda gerçekleştirilmiş "eli yüzü düzgün" röportajlar olsaydı, "doğruya en yakın"a cevaplara ulaşmak şansımız yükselecekti.
Onların nesnel olarak anlattıklarından yola çıkarak, muhasebeyi kendimiz yapacaktık.
Veya, devlet istihbarat birimlerinden edindiği bilgiyi "şura şöyledir; bura böyledir" diye kamuoyuna açıklayacaktı ki, devenin nalı! Hiçbir devlet böyle bir ahmaklığa düşmez.
O halde, kaldık bizim mesleğin "kaleme, deklanşöre, objektife kuvvet" neferlerine!
* * *
ANCAK, çok doğal olarak, tüm dünya medyası içinde o "eli yüzü düzgün" Kandil Dağı röportajlarını en s-o-n ve en z-o-r gerçekleştirebilecek olanı tabii ki Türk medyasıdır.
Oraya gidecek muhabire PKK’nın az çok "Te-Ce casusu" gözüyle bakacak olması; medya yönetimin RTÜK sansürler mi kaygısı; yazıişlerinin milli duyguları rencide eder mi endişesi falan, yerinde ve nesnel bir cevap arayan gazetecilik bizler için imkánsıza yakındır.
Dolayısıyla da, bunu başaramadı diye Türk medyasını eleştirmek büyük haksızlık olur.
* * *
NE var ki, dünyadaki bazı organlar o "eli yüzü düzgün" röportajları gerçekleştirdiler.
Ve de Kandil Dağı tasviriyle, sorularda doğru cevaba yaklaşmamız için kandil yaktılar
Yani, dolaylı ipuçlarını sunarak, Ankara’yı "alargalık"; TSK’yı "taktik yanlışlık" ve Erbil’i de "müsamahákárlık"la suçlayan iddiaları çürüttüler. Açıkçası, hepsini ak-la-dı-lar!
Söz konusu röportajların bir tanesinden yola çıkarak, bunu yarın açıklayacağım.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2007
Nitekim, zaten adı üzerinde ve de saklısı, gizlisi yok! İşte "tekil"den "üni"; ve işte, "şekil"den "forma"! Mübarek sözcük daha kelime etimolojisinden itibaren buram buram totalitarizm; olmadı otoritarizm; en azından şablonlu bir disiplin anlayışı kokuyor. Üniformayı severim.
Biliyorum, bu girizgáhı yaptım ya şimdi derhal "Haydaa, başımıza bir militarist kesilmediğin kalmıştı, hele şükür işte artık ona da bulaştın" diye bana kalayı basacaksınız.
Estağfurullah! Daha neler!
O halde, yanlış anlaşılmaya son vermek için hemen şunu eklemem gerekiyor: Efendim, burada üniforma sözcüğünü kullanırken onların askeri, zapti, resmi; háttá daha geniş olarak, yarı-resmi olanlarını kastetmedim.
Yani demek istiyorum ki, doktorlardan hemşirelere; postacılardan "bady guard"lara; yahut otel kapıcılarından makam şoförlerine; hatta ve hatta sünnet çocuklarına uzanan bilûmum tekdüze kıyafetler bile, yukarıda "sevdiğimi" söylediğim kategoriye girmiyorlar.
Ancak tekrar yanlış anlaşılmasın, bu tür bir giyinme tarzının çoğu defa bir zorunluluk oluşturduğunu tabii ki biliyorum.
Ama yine de n’apim, bunlar o bilhassa "sevdiğim" üniformalara dahil bulunmuyorlar.
MÜFLONLU DERİ CEKETİM
Fakat, inkár edecek değilim, çocukluğumun Heybeliada’sında bahriyelilere gıptayla baktığım doğrudur. Hele hele, o küçük tören kılıçlarını kuşanmalarına bayılırdım.
Ancak, ecdád mesleğine yönelik bu sevda çok kısa sürdü ve defteri çabucak kapattım.
Artı, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan pilotlarının giyindiği müflonlu deri ceketler de çok hoşuma giderdi. Hálá da gider.
Zaten, on yılı geçti ki, papele kıyıp bunların pek bir fiyákalısını mağazadan aldımdı.
Verdiğim para helál-i hak olsun, kışta kıyamette ve de hemen her Allah’ın günü sırtıma geçirmeme rağmen o sırtımda hálá paralanmadı.
Ne var ki, söz konusu ceketi ben blucinin veya kadife pantolon üstüne giyiyorum. Altına da pötikare gömlek ve lacivert süveter giyip, boynuma frapan atkı bağlıyorum.
Hiçbir şekilde "nizámi" bir üniformaya benzemiyor.
Dolayısıyla, şu kesin ki, örneğin telsizci olarak bu alarga kıyafetle bir bombardıman tayyaresine binmiş olsaydım, kaptan durumu fark ettiği an, bilmem kaç fitte bile olsa lombozu derhal açar ve bombanın yerine beni aşağı atardı.
Sonra, emsálsiz Charlotte Rampling’in Nazi üniformalı Dirk Bogarde tarafından kendisine revá görülen eziyetlere itaat etmekten sonsuz haz ve doyum aldığı o "Gece Bekçisi" filmini daha ilk gördüğüm an estetik bir başyapıt olarak algıladığım da doğrudur.
Hatta sonra CD’sini bile edindim ki, arada bir tekrar bakıyorum.
Oysa, tabii ki hiç kimseye ve hiçbir şeye karşı önyargım yok ve olamaz ama, kendi hesabıma konuşursam, öyle üniformalı, kırbaçlı, derili, lateksli türden "sado-mazo" fantazmalar cinsellik álemimde yer tutmadı ve de cázibe kapımdan içeri girmedi.
Nitekim, hiç belli mi olur, o sırım boylu ve o Lorelei memeli Alaman kadın polislerine ez kaza karakoldan başka bir yerde "işim düşecek" (!) dahi olsa, en önce üniformalarını, coplarını, tabancalarını, kelepçelerini paşa paşa gardıroba asmalarını tercih ederim.
"Tam teçhizát" (!) nöbet durumları beni hiç ilgilendirmiyor, artı, koltukaltlarını temizlemeyi de unutmasınlar.
BURAM BURAM OTORİTARİZM
Daha artı, bizzat kendimin bilfiil yaşamış olduğu ve parkayla postala pek bir meylettiğim o "cinnet yılları"na bir de, aynı cinneti satır be satır doğrulayan ve George Orwell’den Antonio Gramsci’ye yahut Victor Serge’den Aleksandır Soljenitsin’e uzanan kitábiyatı eklerseniz, üniformalara karşı neden dehşet bir ihtiyatla yaklaştığımı daha iyi anlarsınız.
Nitekim, zaten adı üzerinde ve de saklısı, gizlisi yok!
İşte "tekil"den "üni"; ve işte, "şekil"den "forma"!
Mübarek sözcük daha kelime etimolojisinden itibaren buram buram totalitarizm; olmadı otoritarizm; en azından şablonlu bir disiplin anlayışı kokuyor.
Bendenizin artık o taraklarda hiç mi hiç bezi bulunmadığına göre de, hadi Hadi Bey, tabanları yağlayınız ve konfeksiyoncu tezgáhına koşunuz.
Aman aman, ister bez kepinin üstündeki komünist yıldızıyla Mao "Kızıl Muhafız"ı olsun; ister sırmalı apoletinin altındaki demir haç nişanıyla Hitler "feldmareşal"i olsun; isterse de parlak palaskasının yanındaki Nagant piştovuyla Stalin başkomutanı olsun, onlar bana üniformalarıyla gölge etmesinler, başka ihsán istemem.
En pejmürde kıyáfete razıyım, yeter ki benimkisi "tekil şekilli" olmasın!
Yine biliyorum, şimdi de, "Be adam, láfa önce ’üniforma severim’ diye başladın. Ama sonra kadı kızında kusur keşfederek bütün üniformalara bir kulp taktın. Káh biçimidir, káh fikridir diyerek de hepsini reddettin. Bizimle alay mı ediyorsun? Çıkart bakalım şu ağzındaki baklayı" diye tam bir zılgıt çekeceksiniz.
Yalan söylemiyorum, gerçekten de çok sevdiğim bir üniforma şekli var ama, bütün sevilen şeyler gibi bunu da öyle bir çırpıda ayağa düşürmemek gerekiyor.
Dolayısıyla, çatlasanız da patlasanız da; oflasanız da puflasanız da ben ağzımdaki o baklayı ancak gelecek pazar çıkartacağım efendim!
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2007
EN önce, PKK demokratikleşmeyi engelleyen bir barikattır. Baraj değilse de, settir. Ve burada "demokratikleşme" derken, kavramın içine tabii ki Kürt sorununun "meşru kimlik - eşit yurttaş - ortak vatan" ekseninde çözümlenmesini de dahil ediyorum.
Öyledir, çünkü PKK, kendisini Kürt aidiyetten hisseden insanlarımızın o aidiyeti tescil ettirmek ázminde de onların önüne en büyük mania ve en yüksek duvar olarak dikilmektedir.
Dolayısıyla, mutlaka bertaráf edilmesi ve mûsibetin asgáriye inmesi gerekmektedir.
Türk veya Kürt, bu, bütün "demokrasi güçleri" açısından kesin bir zorunluluktur.
* * *
HAYIR hayır, sivri akıllı komplo teorisi uydurup, tedhiş örgütünün statüko güçleriyle zımnen anlaştığı gibisinden bir ahmaklık yumurtlayacak değilim. Bunlar yalandır ve iftirádır.
Ancak, paralamaya çalıştığı Marksist lügati kullanırsak, PKK’nın hem "objektif", hem de "sübjektif" olarak aynı güçlerin değirmenine su taşıdığı baştan sona kadar doğrudur. Objektif, yani nesneldir; zira TBMM’ye giren Kürt temsilciler dahil, 22 Temmuz’un yarattığı demokratik atmosferi zehirleyen her gelişme bugün o statükoya hizmet etmektedir.
Ve tabii ki, bir de PKK hizmet etmektedir.
Çünkü birinciler, kaybettikleri, en azından konumunu yitirdikleri mevzileri tekrar ele geçirebilmek için mutlaka bir "sıradandışı durum"un doğması gerektiğinin farkındadırlar.
* * *
SONRA, sübjektif yani öznel olan nokta da şudur ki, PKK askerlerimizi katlederek ve oraya buraya terör saçarak bu "sıradandışılık"ı yaratmak için canla başla çalışmaktadır.
Hesaplamaktadır ki, Türk milliyetçisi tepkiye Kürt milliyetçisi tepki çelişkileri tam zıt kılacak; dolayısıyla, kıvılcım iç bünyede etnik savaş tutuşturacak; dışarıda ise Ankara onun istediği batağa saplanarak uluslararası tecride kayacaktır. PKK bile bile ládes demektedir.
Üstelik, bu tür mikrokozmos ve kapalı devre örgütler varoluşları için "ileriye kaçış" ve "gemileri yakmak" kumarına oynadıklarından, "strateji" (!) kendi mantığında doğrudur.
Nitekim, cenazeler ertesindeki gösteriler ve toplumda yükselmekte olan "militarist hava", söz konusu "strateji"nin (!) hiç de yabana atılamayacağını ortaya koymaktadır.
* * *
O halde, bir defa daha tekrarlayalım: Evet, başta Kürt sorununun çözümü olmak üzere, PKK Türkiye demokratikleşmesinin önündeki e-n büyük ve e-n hayati engeldir.
Yani, bugün "statüko"dan da önce gelen ve ondan çok daha tehlikeli bir engeldir.
Çünkü, söz konusu "statüko"ya biberon biberon "mama veren" ve kaşık kaşık "kuvvet şurubu" içiren cadaloz çocuk bakıcısı, bizzat o PKK’nın tá kendisidir.
Bertáraf edilmesi ve musibetinin asgáriye indirilmesi bir demokrasi yükümlülüğüdür.
* * *
TAMAM da, nasıl bertaráf edilecektir? Hangi biçimde omurgası kırılacaktır?
Genelde "statüko"nun benimsediği ve zaten PKK’nın en çok istediği yöntemle mi?
Hayır! Böyle bir şey onun kurduğu lánet pusuya düşmekten başka bir anlam taşımaz.
Ancak, tabii ki alnımda enáyi yazmıyor, zapti güç kullanılır. Kullanılacaktır da.
Ama yerini, yurdunu, yordamı ve derecesini çok soğukkanlı biçimde ben seçmeliyim.
Çünkü, tedhiş örgütünün yalnız inini, mağarasını, mazgalını değil, özellikle "objektif" ve "sübjektif" planlarını berhava etmek zorundayım. Zeminini dinamitlemekle yükümlüyüm.
Yani, bırakın etnik savaş kışkırtması ve uluslararası tecrit tuzaklarını, PKK’nın dikiş tutturamayacağı demokrasiyi çok daha güçlü kılmalıyım ki, bugün Kandil Dağı’na üç bin adam devşirebiliyorsa, yarın ancak üç yüz; öbürsü gün ise topu topu otuz adam devşirebilsin
Evet, PKK demokrasinin önündeki en büyük barikattır ve onu aşmanın yöntemi de, aynı barikatın kerpiç ve kof tuğlalarını demokrasi denizinin selleriyle yıkmaktan geçmektedir.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2007
TOPRAĞI bol olsun, daha üç - beş yıl önce ve 102 yaşında ölen dev Alman yazar Ernst Jünger, eski Prusya "sağ"ının "muhafazakár devrimci" kanadında mensuptu. Háttá bir ara "nasyonal bolşevik" denilen kesimle de flört etmişti.
Ancak hemen ekleyeyim ki, sonsuz büyük onurudur, Nazizmle asla uzlaşmadı.
* * *
İŞTE o Jünger ilk edebi şöhretini, en ön cephede ve "namlu ağzı" olarak katıldığı; defalarca yaralandığı ve sayısız madalyayla ödüllendirildiği 1. Harp sayesinde edinmiştir.
Deneylerini "Çelik Fırtınaları" ve "Ateş Ve Kan" adlarını taşıyan iki otobiyografik kitapta kağıda dökmüştür ki, modern Cermen edebiyatının başyapıtları arasında yer alırlar.
Ama Ernst Jünger, yine bizzat yaşadıkları dehşet tecrübelerden sonra artık savaşkár ruhu tamamen reddeden pek çok çağdaşının aksine, muharebelerden bileylenmiş olarak çıktı.
Örneğin, "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" romanıyla şiddet "defteri kapatan" diğer dev Alman yazar Erich Maria Remarque’nin tam tersine, yukarıdaki eserlerinde cengáverliği, kahramanlığı, fedakárlığı, háttá şövalyeliği hád safhada kutsadı.
Artı, her iki otobiyografinin de geri planında daima "şiddetin estetiği" temasını işledi
* * *
SONRA Alman yazar, bu defa "Savaş Ve Muharipler" başlığı altında kaleme aldığı denemede, yukarıdaki kitapların romanesk içeriğini eni konu teorize etti. Felsefiyatla donattı.
Zaten çoktandır faşizmle gerdeğe girmiş İtalyan "fütüristler"e benzer biçimde, bizzat kendi "estetik dinamikler"inden ötürü, "modern şiddet"in insanı cezbettiği tezini işledi.
Böyle bir "içsel tecrübe"nin bireyi olgunlaştırdığını ve "özgürleştirdiğini" kaydetti.
Modern şiddetle de, ilk kez 1. Harp’te uygulanan ve şu kadar yüz kilometre menzile gülle fırlatan "Şişman Bertha" toplarından; askerlerin zehirli gazlara karşı taktığı maskelere, sanayi toplumunun topyekûn yarattığı ve ürettiği "teknik savaş" yöntemlerini kastediyordu.
Dolayısıyla, durumu "yeni uygarlık" diye tanımlayan Jünger o savaşa metafizik, háttá mitolojik bir boyut kattı. Böylesine "maddi" bir uygarlığın ancak böylesine "manevi" bir savaşla aşılabileceğini ve bunun da insanı "içsel kurtuluş"a ulaştırdığını kaydetti.
Diyelim ki, zaten daima estetik boyutla donatılan Yunani efsanelerin, Japon şogunların Töton şövalyelerin, Moğol cengáverlerin o "asil savaş kültürü"nü "modernize etmiş" oldu.
* * *
EĞER burada láfı Ernst Jünger felsefesiyle uzattıysam, tabii ki asla onun irádi tercihlerine değil ama, yapmış olduğu saptamaların bir çoğuna katıldığımdandır.
Çünkü, evet ve de eyvah, savaşın daima bir "estetik cázibesi" oldu. Hálá da var!
Artı, yine eyvah, o "içsel kurtuluş" dürtüsü de daima hüküm sürdü. Hálá da sürüyor!
Zaten o "dayanılmaz cazibe" değil midir ki, örneğin vurdulu kırdılı filmleri her yerde böylesine rağbetkár kılıyor. Kahramanlık romanlarını böylesine çok sattırtıyor.
Daha beteri, yine aynı "dayanılmaz cazibe" değil midir ki yine her yerde kitleleri hámaset edebiyatıyla sokağa döküyor. Onları hayáli ve fiili savaşlar uğruna seferber ediyor.
Üstelik de şimdilerde, 1. Harp’in artık çok köhne ve çok ilkel kalan "modern şiddet" tekniği falan değil, 21. Yüzyılın "postmodern şiddet" teknolojisi hüküm sürüyor.
Rambo komandolar, leyzır tüfekler, güdümlü bombalar savaşı "sanallaştıkları" (!) ölçüde, yeni şövalyelerin, yeni cengáverlerin, yeni şogunların efsanesini üretiyorlar.
* * *
HALBUKİ Jünger esas özde ve irádi tercihte yanıldı. Kendisi bulaşmasa bile "Çelik Fırtınaları"nda yücelttiği savaş daha sonra Nazi tayfunlar estirdi. Korkunç ejderhalar yarattı.
"Ateş Ve Kan" kutsadığı şiddet insanlığı "kan gölü" bir dünyaya sürükledi.
Oysa dün de "cephede yeni bir şey şok"tu; bugün de yok ve yarın da olmayacak!
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2007
BAZI Batı dillerinde hanidir yerleşiklik kazanmış olan yukarıdaki deyim, en kötü durumda dahi umudu yitirmemek ve iyimserliği korumak gerektiğini vurgular. Biraz, Türkçe’deki "çıkmayan candan ümit kesilmez" sözüne tekábül eder.
İfadenin kökeni ise Lehistan’ın 18. yüzyıl nihayetlerine doğru Prusya, Rusya ve Avusturya arasında üçüncü bir defa daha bölüşülmesine uzanır.
İtalya’ya kaçan subaylar mazurka ritmiyle söylenen ve "Polonya ölmedi daha/Bizler yaşadıkça" diyen ünlü marşı bestelemişlerdir ki, bu irádi ve azimkár meydan okuyuş o tarihten itibaren Avrupa kolektif hafızasına mal olmuştur.
Başka bir deyişle, Silezya ovasının halkı kaderciliği reddeden bir ási ruhla özdeşleşir.
* * *
ZATEN, aynı döneme ilişkin aynı kolektif hafıza kısmen bizde de mevcuttur.
Nitekim, Dersaadet’teki elçilerin el etek öptüğü cuma selámlıklarında ve yaklaşık bir asır boyunca, sadrazamlar kasten, artık mevcut olmayan bir Lehistan’ın sefirini sormuşlardır.
Reis-ül küttáb da her defasında ve daima, "devletlû yoldadır" cevabını vermiştir.
Yani, başta milli şair Adam Mikyeviç olmak üzere Leh mültecilere zaten kucak açan imparatorluğumuz, diğer Avrupa ülkeleri gibi, hem diplomatik dengelerden, hem de halkının yurtseverliğine beslediği saygıdan dolayı Polonya’nın "yutulmasını" kabullenmemiştir.
Her halükárda da, Çarlık Rusya’sına başkaldıran sayısız isyánkárları; Nazi tanklara çala kılıç direnen romantik süvarileri; ve nihayet, komünist rejime eğilmeyerek onu yıkan ásileri, Leh ulusunun yukarıdaki yurtseverliğini tüm dünya nezdinde dillere destan kılmıştır.
Selámlıyoruz.
* * *
SELÁMLIYORUZ da, hayatın şeyleri; hele hele ulusların kimlikleri, ne sırf "ak", ne de sırf "kara" oluyorlar. Zamana ve mekána göre bazen biri, bazen diğeri ağır basıyor.
Ve, esas olarak da daima "gri" tonlardaki bir ortalama hüküm sürüyor.
Nitekim, "açtırtma kutuyu, söyletme kötüyü" misáli, yukarıdaki "ak" Polonya’nın bir de "kara" yönü oldu ve var!
Yani, Leh milletine maya çalan ve tutturan ama gericilikte had safhaya vararak o "kara"nın bile ötesindeki "kapkara" çehreyle sırıtan Katoliklik; dolayısıyla, Kilise’nin çok uzun süre halka empoze etmiş olduğu "antisemit" Yahudi nefreti; bu nefreti işgal sırasında Nazilerle zımni işbirliğine, en azından uzlaşmaya götüren suç ortaklığı; ve tabii ki, aynı "papaz etkisi"ninden ötürü, boşanmadan kürtaja, çağdaş insanın yaşantısını belirleyen aşamaların "günáh" (!) kimliği, Polonya madalyonunun diğer yüzünü oluşturdular.
* * *
YUKARIDA "di"li geçmiş kullandığım için öyle çok eskilere uzandığım sanılmasın.
Zira Polonya’nın diğer yüzü daha düne kadar, yani pazar akşamına kadar iktidardaydı.
Fakat neyse ki, söz konusu "kara"nın en "zifiri kara"sı Varşova’dan kışkışlandı.
Hani şu koltukları çift taraflı işgal etmiş olan ve "lánet ikizler" diye anılan Kaczynski kardeşler var ya, henüz sırası gelmediği için Lech vaftiz ismini taşıyan cumhurbaşkanlığından sepetlenemedi ama, işte onun Jaroslaw biraderi başbakanlıktan devrildi. Tepetaklak oldu.
"Liberal sağ"ı seçen ahali, AB bünyesinde "belá" kesildiği yetmezmiş gibi bir ülkeyi karanlığa sürükleyen Kaczynski biraderlerden ilk planda olanını, nihayet başından def eyledi.
Tekerine durmadan çomak sokulan aynı AB de tabii ki rahat nefes aldı ama, bilhassa, eski Lehistan en azından şimdiki aşamada yeni bir moderniteye doğru kavis çizmiş oldu.
Komünist zelzeleyle Katolik "günahkárlık" arasında yaşadığı travmayı bir nebze aştı.
Dolayısıyla, ikinci mısrayı "sağduyu yaşadıkça" diye değiştirmek kaydıyla, şimdi tekrar "Polonya daha ölmedi" marşı söylenebilir ve de deyimi kullanılabilir.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2007
İŞTE, 19 Ekim 2007 "tezkere"si TBMM’den geçti. <br><br>Oysa, 1 Mart 2003’de geçmemişti. Yani, Irak Savaşı öncesi ABD’ye "operasyonel kolaylık" sağlanmasını; buna karşılık da Türkiye’ye bölgede "manevra marjı" tanınmasını öngören belge Meclis’te reddedilmişti.
* * *
"ABA altından sopa" hesabı, ben şimdiki "tezkere"ye ilke olarak karşı değilim.
Ama, ülkemin esenliği ve ulusumun mutluluğu için bütün kalbimle ümit ve temenni ediyorum ki, teori pratiğe geçmesin! İş "fiiliyat"a dökülmesin!
Çünkü aksi takdirde; hele hele muhtemel bir "pratik"in ölçüsü kaçtığı takdirde, sonuçlarını şimdiden kestiremeyeceğiz bir bádireye sürüklenmek rizikosu çok yüksektir.
Zaten böyle bir gelişme de PKK’nın hin ve hain tuzağına düşmek anlamına gelecektir.
* * *
ÖTE yandan, bugünkü "tezkere"nin "fiili uygulaması"na ne denli soğuk bakıyorsam, bunun tam tersine, 1 Mart 2003 "tezkere"sinin teorisine de, pratiğine de o denli sıcak durdum.
"Barışperestlik" histerisine ve "savaş kışkırtıcısı", "ABD uşağı", "vatan haini", "satılmış" küfürlerine rağmen sayısı sınırlı bir kaç kalemle birlikte, cereyana göğüs gerdim.
Söz konusu "tezkere"nin mutlaka onaylanması gerektiğini, aksi takdirde Türkiye’nin Kuzey Irak’ta "müdahil taraf" olamayacağını vurguladım, Son şansın kaçacağını söyledim.
Ama n’apim, milletin temsilcileri karşısında boynum kıldan ince, malûm, geçmedi.
* * *
DOLAYISIYLA, bunun hemen ertesinde ve kasten ironik bir "Artık Kuzey Irak mı?" başlığını attığım 5 Mart 2003 tarihli yazımda, yine ironik bir dille şu tahlili yaptım;
"Havada bulut, sen bunu unut, TBMM’nin ret kararından sonra Türkiye’nin yeni bölge oluşumlarında söz sahibi olmak hakkı ve şansı kalmamıştır (...)
"Mucize gerçekleşip savaş patlamasa bile Irak’ı mutlaka gasp edecek ve bölgeyi şekillendirecek olan ABD, Ankara’nın ’Kürt politikası’na artık izin vermeyecektir (...)
"Israr ettiğimiz takdirde de bu kez karşımıza peşmerge değil ’Coni’ çıkacaktır".
Dikkatinizi çekiyorum, bu makale daha savaş başlamadan önce yazılmıştı.
* * *
SONRA ertesi gün, "savaş kışkırtıcısı" ve "ABD uşağı" küfürlerine "hayalle gerçeği ve ütopyayla reelpolitiği karıştırmayalım" diye cevap verip, şöyle devam ettim:
"Vicdánen ve siyaseten reddettiğim bir savaş benim iradem dışında mukadder olduğuna göre, ülkemin çıkarları için ona ’’bulaşmam" gerekiyorsa, ’bulaşırım’.
Bu, şu an mevcut bölge ve dünya konjonktürünün dayattığı bir ’’gerçek"tir!
Tuzu kuru olmayı ve ABD’ye yallah çekmeyi başta ben isterdim. Mümkün mü?
Sen hem Apo’nun yakalanmasından Kopenhag Zirvesine, her başın sıkıştığında ’’yetiş Sam Amca" diye can yeleğine sarılacaksın, ama hem de faturaya yan çizeceksin".
Çizersen, o da bu kez önüne bezirgán faizli yeni fatura koyar. Hacizle ödetir.
Kaldı ki, sana "savaşa gir" diyen yok ve de Saddam’ın encamı üzerine vazife değil.
* * *
VE ne gariptir ki, Türkiye Irak’ta müdahil olsun diye 2003 "tezkere"sini savunan bizlere dün "vatan haini", "satılmış", "ABD uşağı" diyen küfürbazlar bugün de aynı kişiler.
Şu farkla ki, tekrar cereyana göğüs germek cesaretini göstererek şimdiki "tezkere"nin rizikolarına dikkat çektiğimiz için ve sanki hayat onları yalanlamamışmış gibi, hem kel, hem fodul hesabı, bu hazretler bizlere yine aynı küfürleri savuruyor ve yine aynı iftiraları atıyorlar.
Dolayısıyla, yahu "hainlik", ey "satılmışlık", ey "uşaklık", sizler hangi maskaralık sınırında pusu kuruyorsunuz?
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2007
Yedi tepeli şehrimin divánesi olduğumdan mıdır nedir bilemiyorum, bana sorarsanız, bu inekler İstanbul’a yaraştıkları ölçüde diğer hiçbir yere yaraşmıyorlar! Biliyorum biliyorum, aslında çaktırmadan, "eh, iki ayaklı inekler kentine tabii ki onların dört ayaklıları yakışır" demek istediğim gibi bir iftirá atacaksınız. Háşá! Aslında ben bu inekleri görmüştüm. Hayır, kırda meráda otlayanları kastetmedim. Daha neler, sabah akşam tarla bayır dolaştığım mı var ki, bir de öküz trene bakarmış gibi onların memelilerini gözetleyeceğim.
Sözünü ettiğim inekleri, hani geçen pazar burada da bahsini açmış olduğum ve iki buçuk aydan beri İstanbul’u bir kır senfonisinin notalarıyla şenlendiren heykeller oluşturuyor.
İşte, daha önce diğer bazı Batı kentlerinde de bunların aynısını görmüştüm.
Çok da hoşuma gitmişti. İçimden, yaratıcılarına, "aklınızla bin yaşayın" demiştim.
Fakat, yedi tepeli şehrimin divánesi olduğumdan mıdır nedir bilemiyorum, bana sorarsanız, bu inekler İstanbul’a yaraştıkları ölçüde diğer hiçbir yere yaraşmıyorlar!
Biliyorum biliyorum, bunu söyledim ya, şimdi mutlaka günáhıma gireceksiniz.
Yani, mecázi bir çağrışım yaptığımı iddia ederek, İstanbullularla büyükbaş hayvanlar arasında zoolojik bir ilişki kurduğumu öne süreceksiniz.
Sonra da, aslında çaktırmadan, "eh, iki ayaklı inekler kentine tabii ki onların dört ayaklıları yakışır" demek istediğim gibi bir iftirá atacaksınız.
Háşá!
ÖKÜZ KELİMESİ CUK OTURUR
Evet háşá ve dört çocuğumun başı üzerine; üstelik de ayağımı kaldırmadan yemin ediyorum ki, aklımın kenarından ve köşesinden dahi asla böyle bir şey geçmedi.
Sadecene, gerçekten de, inek heykellerinin kent peyzajımızla son derece uyumlu bir atmosfer oluşturduğunu kastettim. O kadar!
Dolayısıyla, lütfen öküz altında buzağı aramayı bırakın ve kendi komplo teorilerinize beni de bulaştırmaya niyetlenmeyin.
Kaldı ki, eğer hakikaten böyle bir niyet taşıyor olsaydım, şehrimizdeki andavallıları tanımlamak açısından çok daha cuk oturacak olan yukarıdaki "öküz" kelimesi varken, boş yere zavallı ineklerin günáhına girmezdim.
Nitekim de rahmetli anneannem, anlayışı kıt böyle bir andavallının arkasından ya "házá öküz" ya da "öküz aleyhisselám" derdi ki, işin içine ineği karıştırdığını hiç duymadım.
Zaten de Türkçede öyledir!
Öyledir, zira en başta okul argosundaki "inek" ve "ineklemek" deyimleri olmak üzere, söz konusu hayvanla esas olarak çalışkan ve çalışmakta olan öğrenciler kastedilir.
Kabul, o çalışkanlığa rağmen belirli "anlayışsızlık" ve bilhassa "zeká düşüklüğü" de çağrıştırılır ama, bunu vurgulayan temel zoolojik benzetmeyi "öküz" kelimesi oluşturur.
Zaten de değişik dillerin büyükbaşlara ilişkin mecázi anlamları çok farklıdır.
Örneğin Fransızlar aynı sözcüğü bize "kel aláká" gelen anlamlarda kullanırlar.
"İnek" ünlemi ve ondan oluşmuş deyimler Voltaire lisánında, beklenmedik bir olumsuz gelişme veya sürpriz bir abartı karşısındaki hayreti ifade eder.
Elektrik faturası o ay pek mi tuzlu geldi, evin madamı "yok inek" diye feryádı basar.
Yahut, yine beklenmedik anda sırtınızdan vuran kişiye "inek postu" láfı reva görülür.
Doğrusu, kartezyen mantığa sahip oldukları iddia edilen Fransızların, tüm ömrü hayatı boyunca çayırda yavaş yavaş ve daima yeknesak şekilde otlayan inekçikle, sürpriz bir durum ve kalleş şahıs arasında nasıl ilişki kurabildiklerini ben de anlayabilmiş değilim!
İNEĞE HAKARET YOK
Sonra, aynı Fransızların da kullandığı ama bilhassa İngilizcede, en ciddi gazetelerin borsa haberlerine dahi yansıyan bir "süt ineği" tábiri vardır ki, bu, çok daha mantıki geliyor.
Aşağı yukarı bizdeki "sağılacak inek" anlamına gelir ve haniyse ahmak biçimde para dağıtan şahıs, şirket ve kurumlar için tanımlar.
Buna karşılık, matador millet olduğu için İspanyollarda "boğa" kelimesiyle üretilmiş sayısız deyim olmasına rağmen, "inek gibi ağır" láfının dışında, zavallı hayvanı aşağılayan pek fazla tábir yoktur.
Artı, inanılmayacak şey, Hollanda ineklerinin bütün dünyaya nám salmış olmasına rağmen Felemenkçede de hemen hiç yoktur.
Fakat bunu daha anlayışla karşılamak gerekiyor, çünkü cimriliği ve bezirgánlığı en az o inekler kadar meşhur olan Hollandalıların ekmek kapısına, daha doğrusu süt memesine hakaret etmeyecek kadar da akıllı oldukları su götürmez.
Ve tabii bütün bunlara, eti budu haydi haydi dolgun ama öyle ahım şahım albenisi olmayan kadınlara hemen tüm lisanlarda "inek" denildiğini de eklemek gerekiyor.
Nereden nereye ve de vah vah!
Nereden nereye, çünkü işte inek heykellerinin şehrimize nasıl yakıştığını açıklayacaktım ki, iftiranıza marûz kalınca kendimi savunmak zorunda kaldım.
Kelime etimolojisi ve hayvanat zoolojisi falan derken, ipin ucunu kaçırdım.
Sonra tabii ki vah vah, zira, belki bir tek ineğin kutsal addedildiği Hindistan dilleri hariç, hemen hemen diğer bütün lisánlarda zavallı dört ayaklıyı aşağılayan; her halükárda da onu asla yüceltmeyen deyimleri gördükçe, içim cız etti ve hálá ediyor.
Ve şimdi hem sizin iftiranıza, hem de inek günáhkárlarına meydan okuyorum.
Eğer param çıkışırsa, ay sonundaki açık artırmada onlardan birini haraç mezat alacağım ve baş köşeye yerleştireceğim ki, hepinize nispet olsun.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2007
TEZKERE çıktı ya, Ankara’dan ziyade diğer iki başkentin etekleri sevinçten uçuyor. Biri Arabi yálelli, ötekisi de Acemaşirán beste tegánni ederek, haniyse zil takacaklar.
Tabii ki Şam’ı ve Tahran’ı kastediyorum!
Birincisinin riyakárlığı kör kör parmağım gözüne sırıttığından, ilkin ondan başlayalım.
* * *
FARKETMİŞSİNİZDİR, üç gündür ála ve váláyla ağırlayarak bir kuş sütü ikrám etmediğimiz Suriye Devlet Başkanı Beşar Edad’ın ağzından bal aktı.
Yani, o Suriye halkını hiç aralıksız tam otuzyedi yıldan beri dehşet bir diktatorya altında inim inin inleten "Esád Hanedanı"nın son küçükbeyi enfes kelámlar buyurdu.
Hoşumuza gidecek; gururumuzu okşayacak, sırtımızı sıvazlayacak hangi láf varsa, lebbedek, hazret onların binini bir paraya makina gibi sıralıyıverdi.
Ne Türkiye’nin "bölünmez bütünlüğü"; ne PKK’nın "kalleş teröristliği"; ne de Irak’ın "toprak yekpáreliği" kaldı ki, şeytan, tut şunun alnına kocca bir bûse kondur diyor.
Allaallah, Allaallah!
* * *
ÖYLE, zira insaf, o PKK elebaşısı daha düne kadar Şam’da ikámet etmiyor muydu?
Adresindeki zilin üstünde ismi bile yazarken ve de adamları tamamen Suriye denetimindeki Lübnan Bekaa’sında at oynatırken; artı, aynı örgütün militanları bir kevgir gibi kullandıkları Suriye sınırı üzerinden ülkemiz topraklarına melánet saçarken, aynı Suriye aynı PKK’nın tek hámisi ve tek "ağbisi" sayılmıyor muydu? Bunu cümle álem bilmiyor muydu?
Daha artı, "muhaberat" hafiyeleri duymadan bir sivrisineğin dahi vızıldayamayacağı Suriye’de hükümet Ankara’nın her uyarısına, "ne münasebet efendim, bende böyle birileri yok, başka kapıya" diye cevap vererek, havaya bakıp ıslık çalmıyor muydu?
Ancak neden sonra ve de canına tak diyen Türkiye "tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" düstûru gereği nihai ültimatomu dayatınca, artık yelkenleri metazori mayna etmek zorunda kalan Esád oligarisi Apo’yu ve ávenesini sepetlemek acizliğine düşmedi mi?
Ve şimdi şu "desteksiz" desteğe bir bakın ki, pederinin mirasını devralan ve sürdüren mahdûm bey aniden irşada eriyor ve, "aman yiğidim, hadi gözünü seveyim şu Irak’ı bir pataklayıver" diye Ankara "tezkere"sine arka çıkarak, dün kara dediğine bugün ak diyor.
* * *
ÖTE yandan, emperyal gelenekten süzüldüğü için tabii ki Şam kadar "desteksiz" atmıyor ve "sinyal"i káh Ankara ricáline fısıldayarak, káh da diplomatik koridorlara üfleyerek veriyor ama, TBMM’deki "tezkere"ye en çok sevinen ikinci başkent de Tahran’dır.
Ve, atom sevdası yüzünden kritik durumda olan İran’ın yaklaşımı son derece klasiktir.
Yani "düşmanımın düşmanı, dostumdur" ilkesine eksenlidir ve o düşman ABD’dir.
Çünkü, TSK’nın Irak müdahelesi bir yandan Beyaz Saray’ı zora sokacağından; diğer yandan da Türkiye’ye stratejik kart kaybettireceğinden, derdi başından aşacak Washington belirli bir süre için İran’ı "topun ağzından" çekmek zorunda kalacaktır. Geri plana alacaktır.
Dolayısıyla, ortalığın "kızışması" sayesinde bir taşla iki kuş vuracak olan Tahran hem nükleer programda zaman kazamış, hem de karşı kamptaki gedikten yararlanmış olacaktır.
* * *
ZATEN aslına bakarsanız, Lübnan’daki suikastlerin faili olduğu için tüm uluslararası camia tarafından tecrit edilen ve kendine yegáne müttefik olarak Tahran’ı bulabilen Şam’ın şimdi aniden "Türkiye destekçisi" (!) kesilmesi de aynı hesaplar üzerine oturuyor.
Ve, iki başkent bunu gayet eşgüdümlü bir politikanın "eksen"i olarak uyguluyorlar.
Ne diyeyim, Allah ülkemizi İran-Suriye eksenli "tezkere"lerden korusun ki, amin!
Yazının Devamını Oku