Nitekim, zaten adı üzerinde ve de saklısı, gizlisi yok! İşte "tekil"den "üni"; ve işte, "şekil"den "forma"! Mübarek sözcük daha kelime etimolojisinden itibaren buram buram totalitarizm; olmadı otoritarizm; en azından şablonlu bir disiplin anlayışı kokuyor.
Üniformayıseverim.
Biliyorum, bu girizgáhı yaptım ya şimdi derhal "Haydaa, başımıza bir militarist kesilmediğin kalmıştı, hele şükür işte artık ona da bulaştın" diye bana kalayı basacaksınız.
Estağfurullah! Daha neler!
O halde, yanlış anlaşılmaya son vermek için hemen şunu eklemem gerekiyor: Efendim, burada üniforma sözcüğünü kullanırken onların askeri, zapti, resmi; háttá daha geniş olarak, yarı-resmi olanlarını kastetmedim.
Yani demek istiyorum ki, doktorlardan hemşirelere; postacılardan "bady guard"lara; yahut otel kapıcılarından makam şoförlerine; hatta ve hatta sünnet çocuklarına uzanan bilûmum tekdüze kıyafetler bile, yukarıda "sevdiğimi" söylediğim kategoriye girmiyorlar.
Ancak tekrar yanlış anlaşılmasın, bu tür bir giyinme tarzının çoğu defa bir zorunluluk oluşturduğunu tabii ki biliyorum.
Ama yine de n’apim, bunlar o bilhassa "sevdiğim" üniformalara dahil bulunmuyorlar.
MÜFLONLU DERİ CEKETİM
Fakat, inkár edecek değilim, çocukluğumun Heybeliada’sında bahriyelilere gıptayla baktığım doğrudur. Hele hele, o küçük tören kılıçlarını kuşanmalarına bayılırdım.
Ancak, ecdád mesleğine yönelik bu sevda çok kısa sürdü ve defteri çabucak kapattım.
Artı, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan pilotlarının giyindiği müflonlu deri ceketler de çok hoşuma giderdi. Hálá da gider.
Zaten, on yılı geçti ki, papele kıyıp bunların pek bir fiyákalısını mağazadan aldımdı.
Verdiğim para helál-i hak olsun, kışta kıyamette ve de hemen her Allah’ın günü sırtıma geçirmeme rağmen o sırtımda hálá paralanmadı.
Ne var ki, söz konusu ceketi ben blucinin veya kadife pantolon üstüne giyiyorum. Altına da pötikare gömlek ve lacivert süveter giyip, boynuma frapan atkı bağlıyorum.
Hiçbir şekilde "nizámi" birüniformaya benzemiyor.
Dolayısıyla, şu kesin ki, örneğin telsizci olarak bu alarga kıyafetle bir bombardıman tayyaresine binmiş olsaydım, kaptan durumu fark ettiği an, bilmem kaç fitte bile olsa lombozu derhal açar ve bombanın yerine beni aşağı atardı.
Sonra, emsálsiz Charlotte Rampling’in Nazi üniformalı Dirk Bogarde tarafından kendisine revá görülen eziyetlere itaat etmekten sonsuz haz ve doyum aldığı o "Gece Bekçisi" filmini daha ilk gördüğüm an estetik bir başyapıt olarak algıladığım da doğrudur.
Hatta sonra CD’sini bile edindim ki, arada bir tekrar bakıyorum.
Oysa, tabii ki hiç kimseye ve hiçbir şeye karşı önyargım yok ve olamaz ama, kendi hesabıma konuşursam, öyle üniformalı, kırbaçlı, derili, lateksli türden "sado-mazo" fantazmalar cinsellik álemimde yer tutmadı ve de cázibe kapımdan içeri girmedi.
Nitekim, hiç belli mi olur, o sırım boylu ve o Lorelei memeli Alaman kadın polislerine ez kaza karakoldan başka bir yerde "işim düşecek" (!) dahi olsa, en önce üniformalarını, coplarını, tabancalarını, kelepçelerini paşa paşa gardıroba asmalarını tercih ederim.
"Tam teçhizát" (!) nöbet durumları beni hiç ilgilendirmiyor, artı, koltukaltlarını temizlemeyi de unutmasınlar.
BURAM BURAM OTORİTARİZM
Daha artı, bizzat kendimin bilfiil yaşamış olduğu ve parkayla postala pek bir meylettiğim o "cinnet yılları"na bir de, aynı cinneti satır be satır doğrulayan ve GeorgeOrwell’den Antonio Gramsci’ye yahut Victor Serge’den Aleksandır Soljenitsin’e uzanan kitábiyatı eklerseniz, üniformalara karşı neden dehşet bir ihtiyatla yaklaştığımı daha iyi anlarsınız.
Nitekim, zaten adı üzerinde ve de saklısı, gizlisi yok!
İşte "tekil"den "üni"; ve işte, "şekil"den "forma"!
Mübarek sözcük daha kelime etimolojisinden itibaren buram buram totalitarizm; olmadı otoritarizm; en azından şablonlu bir disiplin anlayışı kokuyor.
Bendenizin artık o taraklarda hiç mi hiç bezi bulunmadığına göre de, hadi Hadi Bey, tabanları yağlayınız ve konfeksiyoncu tezgáhına koşunuz.
Aman aman, ister bez kepinin üstündeki komünist yıldızıyla Mao"Kızıl Muhafız"ıolsun; ister sırmalı apoletinin altındaki demir haç nişanıyla Hitler "feldmareşal"i olsun; isterse de parlak palaskasının yanındaki Nagant piştovuyla Stalin başkomutanı olsun, onlar bana üniformalarıyla gölge etmesinler, başka ihsán istemem.
En pejmürde kıyáfete razıyım, yeter ki benimkisi "tekil şekilli" olmasın!
Yinebiliyorum, şimdi de, "Be adam, láfa önce ’üniforma severim’ diye başladın. Ama sonra kadı kızında kusur keşfederek bütün üniformalara bir kulp taktın. Káh biçimidir, káh fikridir diyerek de hepsini reddettin. Bizimle alay mı ediyorsun? Çıkart bakalım şu ağzındaki baklayı" diye tam bir zılgıt çekeceksiniz.
Yalan söylemiyorum, gerçekten de çok sevdiğim bir üniforma şekli var ama, bütün sevilen şeyler gibi bunu da öyle bir çırpıda ayağa düşürmemek gerekiyor.
Dolayısıyla, çatlasanız da patlasanız da; oflasanız da puflasanız da ben ağzımdaki o baklayı ancak gelecek pazar çıkartacağım efendim!