Hadi Uluengin

Ulus devleti düşünmek

6 Ekim 2007
PERŞEMBE günkü yazımda, 1923 Cumhuriyeti’mizin modernitesini belirleyen "ulus devlet- üniter devlet-laik devlet" ilkeleri konusunda Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’la "öz"de buluştuğum ama "biçim"de ayrıştığım yeri laiklik bağlamında açıkladım. Şimdi ilk ikisine geleceğim, fakat "üniter devlet" üzerinde fazla durmayacağım.

Çünkü kendi hesabıma, köklü gelenekten süzülmedikleri takdirde federal yahut konfederal yapıların "her derde devá" (!) olduğuna inanmıyorum.

Nitekim, müteveffa Sovyetler Birliği; eski Yugoslavya veya Çekoslovakya; artı, şimdi de Belçika örnekleri göz çıkartıyor ki, o federalizm ve o konfederalizm sihirli reçete değildir.

Hele hele, netámeli coğrafyası zaten belli bir Türkiye için hiç mi hiç değildir.

Dolayısıyla, burada Başbuğ’la çelişkim yok ve hemen "ulus devlet"e geçiyorum.

* * *

TAMAM, sanki matah bir şeymiş gibi ha bre "geleneksel toplum" diye zırvalayan şu postmodern zamanlar altını aşındırdı ama, modern "ulus devlet" hálá somutluğunu koruyor.

Görünür gelecekte de varlığını sürdüreceğine ve şükür, alnımda "enáyi" yazmadığına göre, tabii ki ben de kendi "ulus devlet"imi sahipleneceğim. Onu korumakla yükümlüyüm.

Ama, hangi "ulus devlet"i sahipleneceğim ve bilhassa da, onu nasıl koruyacağım?

Buradaki "yöntem" konusunda Kara Kuvvetleri Komutanı’yla yine ayrışıyorum.

* * *

EN önce, savunacağımız o "ulus devlet"in "nüve"sinden yola çıkmamız gerekiyor.

Çünkü, Başbuğ da, ben de ne denli laik olursak olalım, Türkiye Cumhuriyeti’nin özü aslında tá 2. Abdülhamit’e uzanan "Anadolu’nun İslamlaştırılması" projesi üzerine oturur.

Ancak dikkat, burada söz konusu olan şey sofuca bir "dinileştirmek" eylemi değildir.

Buna karşılık, kafatasçı etnisite yerine, din eksenindeki ve temelindeki bir ayrışmadır!

Başka bir deyişle, kurucularının seküler, agnostik, háttá ateist olduğunu varsaysak bile, Cumhuriyet’imizin özünde de, mayasında da, harcında da "imáni aidiyet" dürtüsü vardır.

* * *

ÖYLE ki, Hamidiye alaylarından 1915 Tehcir’ine; Ankara’dan Lozan’a ve Mübadele’ye, "ulus devlet"in hem fikri, hem de fiili oluşum sürecini hep o aidiyet refleksi belirledi.

Nitekim, etnik Türk değil ama İslam olan Kürtler, Çerkesler, Araplar vs. Anadolu’da kaldılar da, büyük ihtimalle Türk soydan fakat Ortodoks dinden Karamanlılar veya Gregoryen inanca rağmen sırf Türkçe konuşan Ermeniler aynı yeri terketmek zorunda kaldılar.

Bunlara bir de Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül’ü ve 1964 Kararnamesi’ni ekleyebiliriz.

Háttá ve háttá, Orgeneral İlker Başbuğ’un mensup olduğu kurumda, gayrımüslimlerin "stratejik" mevkilerde askerlik yapmasını engelleyen iç yönetmelikleri bile ekleyebiliriz.

O halde, evet, modern "Türk milleti" aslında, ezici çoğunluğu Osmanlı’daki "İslam milleti"ni kapsayan ve gayrımüslim "safra"yı (!) atan "ulus devlet" üzerinde inşa edilmiştir.

* * *

ANCAK, imparatorluktan "ulus devlet"e geçiş dev çetrefillik arzettiğinden ve hem günün koşulları, hem de çevre ülkeler pek farklı olmadığından, günáh çıkartmanın álemi yok!

Ne salya sümük ağlayacağız, ne de tüm bunları "yalan" diye inkára kalkışacağız.

Tarihi onaylayalım ve hálá "Yasin"ler (!) üreten menfûr şartlanmayı kıralım, yeter!

Ama bir; cumhuriyetin harcına hayati beton dökmüş olan "ortak din" paydasını hafife alırsak, laiklik kavramına ilişkin yeni tartışmalarda da "makûl" sonuca ulaşamayız.

Ve bilhassa iki; "öz"üne mutlaka titreyeceğimiz "ulus devlet" mazide etnik kimlikleri o "imani aidiyet"le bütün kılarak onları yatıştırmış ve bastırmış olduğu içindir ki, artık bunu kaldırmayan ve laik nitelik edinen aynı kimliklere şimdi yeni bir "biçim" sunmak zorundayız.

Konuyu salı günü Kürt sorunu çerçevesinde işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Kadının adı var

6 Ekim 2007
Ve, gözyaşlarının hep aynı miktarda aktığına inanarak, 1945 Berlin’inde yaşadığı korkunç kábusa rağmen hayatın meçhûl ve şaşırtıcı macerasına dört elle sarılmış olan büyük, çok büyük, çok müstesná, çok metánetli, çok iffetli kadın Marta Hillers’in tek bir adı var: Kadın! Kadını k-a-d-ı-n kılan, kılmış olan ve kılacak olan kadın! Evet var ve Marta Hillers!

1911’de doğmuş ve 2001 yılında da ölmüş.

Anladınız, geçen pazar burada sözünü ettiğim o "isimsiz kadın"ı kastediyorum.

Hani şu, Kızıl Ordu 2. Savaşın nihayetine doğru Alman başkentini işgale başladığında, sonsuz sayıdaki diğer hemcinsi gibi, muzaffer askerler tarafından defalarca ve defalarca hayasız biçimde tecávüze uğrayan ve 20 Nisan 1945-22 Haziran 1945 tarihleri arasında tuttuğu günlük de imzásız olarak "Berlin’de Bir Kadın" başlığıyla kitap haline getirilen kahraman kadın, metánetli kadın, iffetli var ya, işte onun adı yukarıdaki gibiymiş. Yeni öğrendik.

Yeni öğrendik, çünkü uzun hikáye ve burada fazla ayrıntısına girmeyeceğim.

Ancak şu kadarını söyleyeyim ki, aslında kitap çok önceleri İngiltere ve ABD’de ve yine isimsiz yayınlanmıştı. Hatta, hatırladığım kadarıyla Türkçeye bile çevrilmişti.

Fakat dönem "soğuk savaş" yılları ya, kendi anavatanının okur yazarları dahil, "ilkel anti-komünist propaganda" (!) diye kimse yüzüne bakmamıştı. Derhal tu kaka edilmişti.

Hele hele, aynı komünizmle "yol arkadaşlığına" soyunmuş "sol intelligentsia" o her zamanki çokbilmişliğiyle, "Atma Recep, din kardeşiyiz" havalarıyla burun kıvırmıştı.

BÜYÜK PATIRTI KOPARDI

"Berlin’de Bir Kadın"
ın bugünkü güncelliğini kazanması ve gerçekliğinin kesin saptanması beş yıl öncesine, yani Almanya’da tekrar basılmasına uzanıyor.

Çünkü, ancak yazarın ölümünden sonradır ki, 20 Nisan-22 Haziran 1945 kábusuna ilişkin defteri teslim ettiği şahıs onun vasiyeti uyarınca ve yine ad zikredilmemesi kaydıyla, el yazmalarının kitap haline getirilmesini istedi.

Eser Federal Cumhuriyet’te büyük patırtı kopartıp Cermen milletinin kendi yakın tarihiyle nihayet yüzleşmesinde ciddi bir unsur oluşturunca da, haniyse hafiye araştırmaları ertesinde, gün be gün not tutmuş kişinin yukarıdaki Marta Hillers olduğu ortaya çıktı.

Böylelikle de, iyi aileden inen; farklı yabancı diller bilen; ilk gençliğinde komünizme yakın duran; Sovyetler Birliği dahil Avrupa’nın çeşitli ülkelerini dolaşan; gazetecilikle iştigal eden ve inanılmaz içtenlikteki sayfalar okunduğu takdirde gerçek entelektüel kimliğiyle pırıldayan bu büyük, çok büyük insanın "adı olan kadın" olduğu anlaşıldı.

Burada, Hillers’in acılar defterinden tek bir bölüm aktaracağım.

Alman kadınlarını "teselli dişisi" olarak kullanan Kızıl Ordu askerleri mahalleyi şimdilik terk ettiği için ortalık az biraz yatışmıştır ve Marta Hillers 13 Mayıs 1945 pazar günü, hem "varta"nın (!), hem de hayatının bilançosunu çıkartmaktadır.

GÖZYAŞLARININ MİKTARIHEP AYNI KALIR

"Bir
açıdan iyi sayılırım. Sıhhatim ve formum yerinde. Fiziki aráz gözükmüyor.

Sanki suda yüzmeye muktedir paletli ayaklara sahipmişim gibi; sanki dokularım bilhassa esnek ve kayışmış gibi, hayata karşı zırhla donandığım hissine kapılıyorum.

Büyükannem gübre taşırmış, eh ben de çıtkırıldım değilim.

Ama öte yandan, sırf olumsuz işaretler görüyorum. (?)

Ve durmadan, mutlu dünya projelerine karşı savunduğum şu söz aklıma geliyor:

Gözyaşlarının miktarı hep aynı kalır!

Peşi sıra gidilen formül ve sancaklar ne olursa olsun; inanılan farklı tanrılar veya satın alma gücü ne olursa olsun, gözyaşlarının, acıların, huzursuzların toplam bedeli, herkesin varoluş için ödemek zorunda olduğu aynı fiyata tekabül ediyor. Değişmiyor.

Şımartılmış insan grupları bunalıma ve bıkkınlığa sürükleniyorlar.

Şimdi bizim gibi kaderin eleme gark ettiği insanlar ise kendilerine zırhlandırıyor.

Aksi takdirde, sabah-akşam hüngür hüngür ağlamam gerekirdi.

Oysa, onlar ne kadar az ağlıyorsa, ben de o kadar az ağlıyorum.

Bütün bunların da tek bir kuralı var:

Kim ki dünyevi gözyaşlarında miktarın aynı kaldığına inanıyor; kim ki o dünyayı değiştirmek tasasından uzak duruyor ve şiddete meyletmek gibi eğilimini taşımıyor, işte o işin üstesinden gelebilir" (...)

"Oysa, hayatın meçhûl ve şaşırtıcı macerası beni hiç durmadan dürtüklemeye devam ediyor.

Ve eğer ona dahil olmayı sürdürüyorsam, hem herhalde meraktan; hem de çünkü nefes almaktan ve uzûvlarımın sağlam durduğunu hissetmekten haz alıyorum."
Yazının Devamını Oku

Laik, çünkü demokratik !

4 Ekim 2007
MADEM ki başta cumhuriyetimizin modernite projesi olmak üzere, Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un vurguladığı "ulus devlet - üniter devlet - laik devlet" ilkeleriyle "öz"de buluşuyor ama "biçim"de ayrışıyorum, o halde ilkin kavramları saptamak gerekiyor. Paralellik arzeden ilk ikisini cumartesiye bırakarak, bugün "laik devlet"i işleyeceğim.

* * *

ÖNCE, "laiklik" tabii ki aynı modernitenin çocuğudur. Ama mutlak bir tárifi yoktur.

Ruhban sınıfı dışındaki Hıristiyanlara uzanan etimolojik kökeni bir yana bıraksak dahi, zaten ilk andan itibaren 1789 Devrimi’yle bütünleşen kavram "sapına kadar" Fransızdır.

Devrimci olan her şey gibi de doğal bir evrimin sonucu değildir. İrádi ve müdahildir.

Nitekim, başta Anglosakson lisanlar olmak üzere, Fransa’dan farklı seyir izlemiş ülke dillerinde "laik" yerine "seküler" sözcüğü kullanılır. Birincisi çok yenidir ve ithal malıdır.

Diyelim ki, oraların "lá-dinileşme" süreci daha yumuşak ve elástiki gerçekleşmiştir.

Her toplum ve inançta "iman kültürü" sonsuz önemli yer tuttuğu içindir ki, örneğin daha düne kadar Bavyera sınıflarına haç asılmasından İtalya’da boşanmanın yasaklanmasına veya Portekiz yahut Polonya’da kürtaja izin verilmemesine, hep bu elástikiyet öne çıkmıştır.

Háttá, geçmişte laikçiliği Kilise mallarını kamulaştırmaya ve Katolik eğitimi aforoza vardırmış olan yukarıdaki Fransa’nın yakın tarihiyle bugününü de kıyaslamamız gerekir.

Paris’in dahi Frenkçe tábirle "şarabına su kattığı", yani esnediği bir vakıadır.

Ama yine de, Başbuğ’un "laik devlet ilkesi tartışılamaz" sözüne hepten katılıyorum.

Ancak dikkat, bin dikkat, tartışılamayacak olan şey yalnız ve yalnız o "i-l-k-e"dir !

Kavramın kendisi tartışılır, tartışılacaktır ve tartışılmalıdır, çünkü dediğim gibi, hem tek bir tárif ve uygulama yoktur; hem de "laiklik" zamanda ve mekánda değişkenlik arzeder.

* * *

OYSA farkındayım ki, bu izáfiyet ne benim, ne de General’in hazzettiği ve her zırvaya cevaz veren o postmodern "müsamahakárlık" (!) tuzağına düşmek tehlikesini de içeriyor.

Aklımı peynir ekmekle yemedim, İslámi aidiyetime ve din kültürüme rağmen agnostik inanca yakın duran birisi olarak bunda tabii ki yoğum. Bir milim bile yoğum.

Söz konusu inancım ve hayat tarzım itibariyle benim laikliğe hava kadar ihtiyacım var.

"Görecelilik" mörecelilik diye kendi ipimi çekecek ölçüde aptal olmadığıma göre de, laisizmi genel tarifiyle "devleti ve dini ayırarak vicdán hürriyetini güvenceye alan değer sistemleri bütünü" diye tanımladıktan sonra, sonsuz hayati noktaya gelelim: De-mok-ra-si !

Evet evet, "ulus devlet - laik devlet - üniter devlet" üçlüsüne artık mutlaka eklenmesi gereken "demokratik devlet" ilkesi aynı zamanda laisizmin de ga-ran-ti-si-dir!

* * *

ÖYLE, çünkü laik olmayan bir demokrasi zaten yoktur. Olamaz da. Mevcut değildir.

Tabii buradaki demokrasi kelimesini çağdaş anlamda kullanıyorum. Köleci toplum Atina’sındaki türden, belirli bir kesim, sınıf veya din için geçerli olan sistemi kastetmiyorum.

Ve, bu modern "demokratik devlet" laisizmi veya sekülarizmi kesinkes kapsar.

O, ilkesi, tanımı ve pratiği itibariyle asla bir çoğunluk diktatoryasına indirgenemeyeceği içindir ki, laikliği kendi doğasında, özünde, mayasında barındırır. Olmazsa olmaz şartıdır.

Oysa buna karşılık, müteveffa SSCB, yahut Suriye, yahut Özbekistan örnekleri falan, bir ülke, bir devlet, bir rejim laik; háttá ateist olabilir. Fakat, bu, onları demokratik kılmaz.

Başka bir deyişle, laisizm demokrasiyi içermez ama demokrasi laisizmi mutlaka içerir.

Dolayısıyla, "demokratik devlet" ilkesini sahiplenmek otomatik olarak "laik devlet" ilkesini de sahiplenmektir. Birincisine tecávüze yeltenen, ikincisine de tecávüz etmiş olur.

İşte, aynı "demokratik devlet" ilkesi Cumhuriyet’imizin "öz"ünde de artık kesinkes yer almalıdır ki, onunla et ve kemik olan "laik devlet" kavramı yeni "biçim"ine kavuşabilsin.
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet, yöntem ve yanlış

3 Ekim 2007
KARA Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un KHO konuşmasından yola çıkarak iki gündür vurguladığım gibi, 1923 cumhuriyetimizin "ulus devlet-laik devlet-üniter devlet" ilkesinde ve onun genel modernite projesinde, Orgeneral’le tamamen birleşiyorum. Fakat, söz konusu ilke ve projenin yöntem sorununa gelince, Başbuğ’la ayrışıyorum.

Çünkü ben, yine dün belirttiğim gibi, aynı modernitenin "deneme-doğrulama" mantıkçılığından hareket ederek ve seksendört yıllık tecrübeyi gözlemleyerek, o cumhuriyetin "amaç"a varmak isterken "araç"ta ciddi yanılgılara düştüğü kanaatini taşıyorum.

Dolayısıyla da, yukarıdaki ilke ve projenin "öz"de mutlaka aynı kalması kaydıyla, "biçim"de değişikliğe gitmenin artık yine mutlak zorunluluk haline geldiğini düşünüyorum.

* * *

FARKINDAYIM farkındayım, burada bunu söyledim ya, sığlığı ve kofluğu illállah dedirten "statüko zaptiyeleri" şimdi yine her zamanki iftiracılık taktiğine başvuracaklardır.

"İşte gördünüz mü, cumhuriyetin altını sinsice oymak için ağızlarındaki baklayı çıkarıyorlar" diye, o çok bildik çamur at izi kalsın çirkefliğinden medet umacaklardır.

Eh, n’apim? Onlara karşı elimden fazla bir şey gelmez. Gelemez.

Ben yazdıklarımdan sorumluyum ve başkalarındaki patolojik arázlara hekim olamam.

"Ulus devlet-laik devlet-üniter devlet" ilkesini kesinkes benimsedikten ve postmodern hezeyánlara karşı da modern akılcılığı sahiplendikten sonra, hálá "müneccimbaşı faráziye"ler (!) üreten psikopat ve paranoyak ruhları ikná etmem mümkün değildir.

O halde tekrar konuya, yani Cumhuriyet’in "yöntem yanlışları"na dönelim.

* * *

FAKAT burada da en önce şunu söylemem gerekiyor: Aslını inkár eden námerttir ve bugün yanlış saptıyor olmak, 1923 cumhuriyetimizi küçümsemek anlamına gelmez. Háşá!

Kimse gökten zembille inmediği gibi, çokuluslu bir imparatorluktan geç ulus devlete dönüşümü başarmış olan; üstelik bunu İslámi aidiyetten bir toplumda muzaffer kılan o Cumhuriyet ve kurucusu Kemal Atatürk, hiç şüphe yok ki, gerçekten dev bir emsáldir.

Sırf millet tarihimizde değil, modern zamanların evrensel tarihinde de emsáldir.

Artı, seksendört yılın tecrübesi sayesinde bazı yöntemlerin "yanlış" olduğu sonucuna varmak, onları geçmişin şartlarından soyutlayarak değerlendirmek anlamına da gelmez.

Davulun sesi uzaktan hoş gelir, şimdi hatá görmek kolaydır da, otoriterliğin yükseliş sürecinde ve laik kimliğe yabancı bir dokuda cumhuriyet inşa etmek; üstelik de bunu tek bir örneğe sahip bulunmadan gerçekleştirmek tabii ki sonsuz zordur. Sonsuz da zor olmuştur.

Dolayısıyla, "amaç"ta doğru, haklı ve meşrû Cumhuriyet’imizin "araç"ta biçim, usûl ve yöntem "yanlış"ları yapmış olması yine aynı ölçüde sonsuz doğal ve sonsuz ve normaldir.

* * *

NORMAL ve doğal olmayan tek, ama tek bir şey var!

Yanlışı kabullenmemek ve geçmişin yöntem, uslûp ve usûllerinde ısrar ve inat etmek.

"Biçim"e ilişkin her eleştiriyi de "öz"e tecávüzmüş gibi algılamak ve öyle sunmak.

Oysa, seksen dört yılın "deneme-doğrulama" metodu işte kesin ispatını sunuyor!

Kesin delilini ve ipucunu veriyor ki, ortada "araç"a ilişkin bir "yanlışlar dizisi" var!

O ispatın, o delilin, o ipucunun báriz göstergesini de, dün Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ’un veya bugün Genelkurmay Başkanı Büyükyanıt’ın konuşmaları oluşturuyor.

Dünyanın başka ordularında örneği görülmemiş şekilde, felsefi kavramları tanımlamak gibi sivil akademisyen bir role dahi soyunmak refleksi dahil, askeri bürokrasi seksendört yılın cumhuriyet ilkelerini "hatırlatmak", "vurgulamak", "yorumlamak" ihtiyacını hissediyor.

Ve, eğer ortada ciddi bir "yanlış" bulunmasaydı asla böyle "sıradan dışı" bir reflekse ve böyle "kural harici" bir ihtiyaca da gereksinim olmayacaktı ki, konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Modern doğru ve yanılgı

2 Ekim 2007
KARA Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ KHO’nun açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmada moderniteyi kısaca, "akıl ve bilimi kabul eden toplumsal kurallar, düzenlemeler ve kurumlara öncelik veren dünya görüşüdür" diye tanımladı. Ve, yukarıdakiyle çelişen postmodern eğilimlere karşı da o moderniteyi sahiplendi.

Ben de aynısını sahipleniyorum!

* * *

EVET aynısını sahipleniyorum ve zaten sütûnunun adı dahi "Modern Zamanlar" olan birisinden farklı şey beklenemez. Tersi, kendimi inkár etmek anlamına gelir.

Nitekim, eğer burayı tá yirmi yıl önce ve üstelik, o vakitler bile "demode" sayılmaya başlanmış olan "modern" etiketiyle vaftiz ettiysem, nedeni yukarıdaki tercihten kaynaklandı.

Zira, gayri mantikiliğe çok fazla prim, háttá açık çek veren; artı, "geleneksel toplum"u fetiş kılarak her zırvaya mazeret bulan postmodern düşünce ve hayat bana hiç söylemiyor.

Dolayısıyla, cumartesi dediğim gibi, nasıl ki "ulus devlet-laik devlet-üniter devlet" eksenli hedef ve kimlikte Başbuğ’la uyuşuyorum, onun modernist ufkuyla da buluşuyorum.

Ancaak?

* * *

ANCAĞI şu ki, "öz" ve "hedef" ne denli ortak olursa olsun, Orgeneral’in kaydettiği ve çağrıştırdığı "biçim"le de, "yöntem"le de, "araç"la da, "usûl"le de çelişiyorum.

Çünkü, madem Kara Kuvvetleri Komutanı’nın da isabetle vurguladığı gibi yukarıdaki "modernite" akıl ve bilimle özdeşleşiyor, o halde ister istemez, söz konusu akılcılığın ve bilimselciliğin "deneme-doğrulama" yöntemini de kabullenmekle yükümlüyüz.

Zira, rasyonel olduğunu varsaydığımız bir sonuca ulaşmak için kullandığımız yöntem de pekála "yanlış" çıkabilir. Háttá belki, sonuç dahi sandığımız kadar mantıki değildir.

Veya kısmen doğru, kısmen yanlıştır. Hem düz, hem eğridir. Dün dolu, bugün boştur.

Dolayısıyla, bir "amaç"a yönelik bir "araç"ın "doğru" olup olmadığı hükmüne; hele hele, insan toplumları gibi sonsuz karmaşık yumakları kapsayan "araçlar"daki doğruluk veya yanlışlık derecesine, onları ancak geniş bir zaman sürecinde sınadıktan sonra varabiliriz.

* * *

BU ilkeyi en baştan itibaren ve "a priori" denilen cinsten bir "önsel" mutlaklık olarak benimsemek zorundayız. Aksi takdirde, gerçek akılcılığın modernitesini yakalayamayız.

Tam tersine, reddettiğimiz "gayri mantıki" fikir, ideoloji veya imanların "kesin" addettiği cinsten tabuları, dogmaları, şablonları yahut önyargıları bizde de aynen üretiriz.

Kendimizinkilerin onlara zıt olduğunu düşünürüz ama, aslında bizimkiler de yukarıdakilere türdeş biçimde başka tür tabu, dogma, şablon ve önyargılar üzerine oturur.

O halde de, özetle şöyle diyebiliriz.

* * *

AKILCILIĞI ve bilimselciliği benimseyen "modernler", göreceli bir ihtimal dahi olsa, kendi modernist hedef ve projelerinde de yanılabileceklerini kısmen kabullenirler.

Fakat bilhassa ve esas olarak, o hedefe ve o projeye ulaşmak için kullandıkları araç, yöntem ve söylemlerde yanlış yapabileceklerini haydi haydi ve mutlaka kabullenirler.

Çünkü aynı akılcılığın ve mantıkçılığın "deneme-doğrulama" ilkesine inanırlar.

Ve işte bu deney sayesindedir ki, zaman içinde yanılgıyı farkettiklerini an, "amaç"tan sap-ma-dan, kullandıkları "araç"ı daha uygun bir hale getirmek tercihini yaparlar.

Buna yarın değineceğim, tıpkı yine bir "modernite projesi" olan ve "hedef"e ilişkin doğruluğu ve meşruluğu su götürmeyen cumhuriyetimizi tabii ki yine aynı "hedef"e ulaştırmak için, seksendört yıldır denenen ve yanılgıları ortaya çıkan "yöntem"i bugüne uyarlamak tercihinin, artık yine "modern zorunluluk" olarak dayatması gibi!
Yazının Devamını Oku

Kadının adı yok

30 Eylül 2007
BEŞ yıl önce Almanya’da "Berlin’de Bir Kadın" başlığıyla bir kitap yayınlandı. Uzun müddet de en çok satanlar listesinde yer aldı.

Ama yazarın adı yok !

Demek sevgili Duygu Asena’nın ruhu rahmet istedi, yani "kadının adı yok!"

*

YOK, çünkü Kızıl Ordu’nun Nazi başkentini işgal etmeye başladığı 20 Nisan 1945 tarihinden, ortamın bir nebze "normalleştiği(!)" 22 Haziran 1945’e dek geçen altmış üç günlük anılarını saat be saat kaleme almış olan kadın yazar, korkunç bir dehşeti anlatıyor.

Kendi ismini açıklayamayacağı bir kábusu satırlara düşüyor.

Rus askerler tarafından nasıl defalarca ve defalarca tecavüze uğradığını not ediyor.

Sırf şahsının değil, çevredeki hemen tüm kadınların da "muzaffer ganimeti" oluşunu anlatıyor.

Ve sanki üçüncü kişiymişmiş gibi, olağanüstü bir soğukkanlılıkla; olağanüstü bir metánetle; olağanüstü bir nesnellikle; olağanüstü bir hicápla ve emsálsiz bir sorgulamayla anlatıyor.

Şimdi biraz burada duralım.

*

DURALIM, çünkü 2. Savaş bitiminde ve Reich topraklarına girdikleri andan itibaren Sovyet askerlerinin sonsuz sayıda Cermen kadına tecavüz ettiği herkesin bildiği bir gerçektir.

Ne var ki, konu çağdaş Alman tarihinde çok çok uzun süre tabu olarak kaldı.

Geçmişte de defalarca yaşandığı gibi, Hitler vahşetinin tüm korkunçluğu ve çıplaklığıyla ortaya çıkması "kolektif suçluluk" duygusunu bütün bir halk için geçerli kıldı.

Dolayısıyla, bizzat aynı halkın yaşadığı diğer mağduriyet hasır altı edildi.

Nadir istisnalar hariç unutulmak, unutturulmak ve kolektif hafızadan silinmek istendi.

Hele hele, söz konusu mağduriyet iğfal gibi sonsuz hassas ve yine sonsuz tabu bir konu olduğundan; üstelik ciddi bir toplumsal kesimi kapsadığından, eğilim daha da ağır bastı.

Ancak şimdi, özellikle de Duvar’ın çöküşü ertesi ortaya çıkan arşivler sayesinde biliyoruz ki, yalnız Berlin ve banliyösünde, tecavüze uğramış kadınlardan en az yüz bini sırf bu iş için özel olarak açılan sahra revirlerinde kürtaj yaptırmıştır. Yaptırmak zorunda kalmıştır.

Zaten aslına bakarsanız, yukarıdaki hayasızlık Kızıl Ordu için üstü kapalı bir "resmi politika" oluşturuyordu.

*

EVET evet "resmi politika" oluşturuyordu ve öyle ki, o dönem Stalin’in gözdeleri arasında yer alan yazar ve şair İlya Ehrenbourg ordu gazetesi "Kızıl Yıldız"da "Gebert, gebert Almanı / Anasının karnında bile / Öldür Töton kadının iffetini" diye yazmakla yetinmiyordu.

Bir de, "teselli dişisi" olarak tanımladığı aynı kadınları askerlere, "Bekliyor stepten gelecek cengáverini / Al, al hakkındır, kullan teselli dişini" diye vaat ediyordu.

İmdii?

*

İMDİSİ şu ki, Sovyet askerlerinin yukarıdaki hayásızlığına mazaret bulabilir miyiz ?

Çünkü, tamam, Nazi cániler uçkur altı için de illá "ári ırk(!)" istiyorlardı ve dolayısıyla, "aşağı ırk" diye tenezzül buyurmadıkları Slav kadınlara belki Rusların Cermenlere yaptığı oranda ve yoğunlukta tecavüz etmediler ama hepimiz biliyoruz ki, aynı Rus halkına karşı uyguladıkları vahşeti cinnet derecesine vardırdılar.

Ne antik, ne modern tarihte Nazi barbarlık ölçüsünde kitlesel ve metodik olanı olmadığı gibi, 2. Savaş’ta Rusyalar coğrafyası kadar ızdırap çekmiş başka bir ülke de yoktur.

Başka bir deyişle, "genel ortalamaya(!)" vurduğumuz takdirde Alman kadınların yaşadığı iğfal olayları, Slavların yaşadığı acıların yanında diş kovuğuna bile kaçmaz.

*

O halde soruyu tekrarlıyorum, intikam ve cezalandırma içgüdüsüyle muzaffer Kızıl Ordu’nun "teselli dişisi" kullanmasını bir ölçüye kadar açıklayabilir miyiz?

"Böyle şeyler her savaşta olur" diyerek, yukarıdaki mazereti güçlendirebilir miyiz?

Kaldı ki, Batı cephesinden giren Amerikan - İngiliz birliklerinde de epey "vukuat" yaşandığı ve divan-ı harpte yargılanan bazı failler darağacına çekilmiş olsa bile, müttefik komutanlığın bunlardan çoğunu görmezden geldiği de ayrı bir gerçektir.

Hele hele, Çizme Yarımadası’ndan yukarıya ilerleyen Fransız Ordusu’ndaki Fas taburlarının orta - kuzey İtalya’da yine binlerce kadını iğfal ettiği; üstelik subayların bunu, muharebe öncesi Mağribi askerleri "kızıştırmak(!)" için "mükáfat(!)" olarak sunduğu da diğer bir gerçektir.

Zaten alçaklık ortaya çıkınca, Paris, Roma’ya tazminat ödemek zorunda kalmıştır.

Dolayısıyla, "Berlin’de Bir Kadın"ın 20 Nisan - 22 Haziran 1945 tarihleri arasında yaşadığı kábusu izáfileştirmek ve Kızıl Ordu’yu kısmen bağışlamak mı gerekiyor?

*

HAYIR! Asla!

İki yanlışın hiçbir zaman bir doğru etmediği gerçeği bir yana, ya "kadının adı"?

Adı olmayan kadının adı? "Berlin’de Bir Kadın" olan kadının adı?

Yazarı olmayan kitaptaki yazarın adı?

"Muzzafer ganimeti" olan "teselli dişisi"nin adı?

Ve aslında onun adı var ki, gelecek pazar kendi satırlarından ifşa edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Komutan’ın konuşması

29 Eylül 2007
KARA Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un Kara Harp Okulu ders yılı açılışı sırasında yapmış olduğu konuşmayı tam metin olarak, çok bir büyük dikkatle okudum. Zaten de bilgisayar aracılığıyla yazıcıya kaydettim.

Çünkü, hitábetin derin, háttá ideolojik sayılabilecek içeriği referans nitelik arzediyor

* * *

BURADA en önce şunu söyleyeyim: Başbuğ’un konuşmasındaki entelektüel seviye, bilgi birikimi ve kısmen de ufuk perspektifi çok yüksek bir grado taşıyor. Yürekten kutlarım.

Rahatlılıkla ifade edebilirim ki, omuzlarına "cumhuriyetçi", "ulusalcı", "kuvvacı" pırpırı iliştirip kendilerine cihet-i askeriyeye oynamak misyonu vehmeden "sivil apoletliler", o apoletin hakikisini taşıyan komutanın eline su dökemeyecek ölçüde sığ kalıyorlar.

Simetrik - asimetrik savaş farkının altını çizmekten, moderniteyle postmodernite arasındaki çelişkiyi vurgulamaya, İlker Başbuğ hem askerlik sanatının, hem de çağdaş hayatın temel sorunlarına el attı ki, insan aynı "sivil apoletliler"in kofluğunu düşünerek "tak şunların omzuna bir yıldız, belki kalibre birazcık yükselir" demekten kendini alamıyor.

* * *

FAKAT tabii bütün bunlar, benim Kara Kuvvetleri Komutanı’nın dile getirdiği fikirler bütününü aynen benimsediğim ve harfiyen paylaştığım anlamına gelmiyor.

Hiç şüphesiz ki hayır! Zaten bu yazıyı yazmak ihtiyacı da o farklılıktan kaynaklandı.

Ama bin dikkat, görüşlerini reddettiğimi ve kabullenmediğimi de söylemiyorum.

Aksine, Başbuğ’un ifade ettiği "öz"de tamamen buluşuyoruz. "Biçim"de ayrışıyoruz.

Yani, "muhteviyat" ve "hedef"te kesin ortaklığımız mevcutsa da, onun somutlaşması için gereken "üslûp" ve ona ulaşmak için kullanılacak "yöntem"de başka yollara sapıyoruz. .

* * *

YUKARIDAKİ ortak "öz", "içerik" ve "hedef" ise aynen şudur:

Türkiye Cumhuriyeti "ulus devlet - laik devlet - üniter devlet" ilkesi üzerine oturur.

Görünür gelecekte de bunun değiştirmesi mümkün değildir ve ol-ma-ma-lı-dır!

İşte, aynı temeldeki aynı binada ikámet etmek konusunda etle tırnak gibi beraberiz.

Dolayısıyla, burada bir parantez açmam gerekiyor.

* * *

ORGENERAL Başbuğ’a değil, onun ait olduğu kurumu dokunulmaz bir paravan ve Demokles kılıcı olarak kullananlara "sivil apoletliler"e sesleniyorum:

Bu satırlar yazarının da mensubu addedildiği ve aslında benim hemen hiç kullanmamama rağmen terminoloji yerleştiği için "2. Cumhuriyetçi" denilen özgürlükçülere neden yıllardan beri "liboş", "satılmış", "vatan haini", "uşak", "gürûh" diye küfür savuruyorsunuz?

Sizin derdiniz nedir ve ne istiyorsunuz?

* * *

EVET nedir ve "ulus devlet - laik devlet - üniter devlet" eksenindeki üç ana ilke kesinkes sahiplenildiğine ve "2. Cumhuriyetçi" denilen insanların yüzde doksandokuz virgül doksandokuzu da aynı tavrı benimsediğine göre, hangi delil ve argümana dayanıyorsunuz?

Neden yalancılıktan, iftiracılıktan ve çirkeflikten medet umuyorsunuz?

Sizi çıldırtan şey, mevcut statükonun o üç ana ilkesine bir de "demokratik devlet" diye dördüncü bir ilke eklenerek, yeni ve daha üst düzeyde bir statükonun oluşması mı?

Böyle bir statüko sıçraması sizin vasat ayrıcalığınızı yıkar diye mi panikliyorsunuz?

Eh buradan itibaren, yukarıdaki sığlığı illállah dedirten bu "sivil apoletliler"le değil, seviyesi yüksek ve ufku geniş bir İlker Başbuğ’la aynı "öz" ve "hedef"i paylaşıyor olmama rağmen, "biçim" ve "yöntem"de niçin ayrıştığımız konusunu salı günü işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Mahalleden çıkış

27 Eylül 2007
"MÜSLÜMAN mahallesinde salyangoz satmak". Yapılmaması gereken, háttá kışkırtıcı addedilen bir davranış tarzını tanımlamak için bugün de kullandığımız yukarıdaki deyim aslında öylesine derin ipuçları ele veriyor ki!

Yani, dün vurguladığım gibi, özünde din veya mezhep eksenli "mahalle"ye özgü "cemaat kültürü"nün kollektif bilinçaltımızdaki sürekliliğini yansıtıyor.

* * *

ÖYLE, çünkü burjuva yerleşikliği ve sekülerliğiyle geç tanışan İmparatorluğumuzun "çok hukuklu" sistemi daima, mahalle bazındaki dini farklılaşma temeline oturdu.

Kaba örnekle diyelim ki, Dersaadet semtleri arasında Fener, Rum; Kumkapı, Ermeni; Balat, Yahudi; Sulukule, Çingene, gerisi de büyük çoğunluk olarak İslam kategoriye girdi.

Artı, Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki falanca sokaklar yine Ermeni yahut Fatih Samatya’sındaki filanca mıntıkalar da yine Rum olarak kendi bünyelerinde tekrardan bölündüler.

Dolayısıyla, Láleli’de haram salyangoz satmak ne denli tecavüz addedildiyse, Tatavla’da sahur davulu çalmak da aynı ölçüde kışkırtmacılık; en azından saygısızlık sayıldı.

"Cemaat mahalle"nin sosyolojisi "imani kıstaslar" çerçevesinde oluştu ve sürdü.

* * *

PEK nadir istisnaları hariç İmparatorluk’un diğer şehirlerinde de aynen geçerlilik taşıyan bu olgunun kısmen kırılması ise çok, çok yenidir. Bir ulusun tarihinde "dün"e uzanır.

Yine İstanbul’u ele alırsak, laik kimlikli ilk "camia şehir"e yöneliş son dönem Cibáli- Fatih yangınlarına; Balkan Harbi ertesinin Selánik göçmenlerine; ilk palazlanan ticaret burjuvazisine ve nihayet, eski mesire yerlerinin meskûnlaşmasına paralel bir seyir izlemiştir.

Çok doğal olarak da, gelişme "kaymak tabaka"dan (!) itibaren başlamıştır.

Şişli - Nişantaşı - Teşvikiye üçgeni; Bakırköy - Yeşilköy - Florya güzergáhı; Moda - Kalamış - Suadiye ekseni, ayrı dinlerin aynı mekánda ikámet ettiği ilk mıntıkaları oluşturur.

Burada mutlak bir "kentsoylulaşma"; dolayısıyla, ciddi ölçüde sekülerleşme; daha dolayısıyla da, dini "çok hukukluluk"tan laik "tek hukukluk"a geçiş söz konusudur.

Dediğim gibi, artık "cemaat mahalle" kırılmaktadır ve "camia kent" doğmaktadır.

* * *

BİLİYORUM, her iki sözcük de Arapça’da toplam, çoğul, bütün anlamında kullanılan "cem" kelimesinden indiği için "cemaat"le "camia" arasında pek fark yokmuş gibi geliyor.

Belki aslında öyledir ama biz Türkçe’de onları ayrılaştırdık. Ciddi bir nüans ekledik.

"Cemaat" sözünü telaffuz ettiğimizde hem sayıyı sınırlıyoruz, hem de onu dini veya ulvi bir anlamla donatıyoruz. Geri planda, kutsal dogma ve tabu varlığı çağrıştırıyoruz.

Meselá, namaz cemaati, meselá Alevi cemaati, meselá ayin-i ruhani cemaati diyoruz.

Ama "camia" kavramıyla önce niceliği genişletiyoruz, sonra niteliği laikleştiriyoruz.

Yani, kelimeyi "kutsiyet"ten arındırıyoruz. Ortak paydaları elástiki ve izafi kılıyoruz.

Örneğin "Beşiktaş camiası" dediğimizde genel taraftar grubunu kastediyoruz. Felsefi, siyasi, dini ayrılıklıklar aynı bütüne mensubiyeti engellemiyor. Uzlaşma sahası çok büyüyor.

Yahut, "mülkiye camiası" deyimiyle, diplomadan başka ortak yanı bulunmayan ve üniversite sonrasında muhtemelen zıt kutuplara kayan tüm mezûnları isimlenmirmiş oluyoruz.

Farkına varmadan, "cemaat"te dar ve kûtsi; "camia" ise geniş ve laik düşünüyoruz.

* * *

O halde tekrarlayalım, "cemaat mahalle", bilinçaltında dokunulmaz tabularla donattığımız sınırlı coğrafyayı; "camia şehir" ise bunları aşmış geniş sosyal sathı tanımlıyor.

Ve, illá dini değil háttá zıddı; şu veya bu kutsal dogmayı ürettiğimiz ölçüde o "cemaat mahalle"yi ebedi kılıyoruz. Dolayısıyla da, "camia şehrin" farklılıklar ufkuna ulaşamıyoruz.

Ve, mahalle baskısını kırmak her tür "cemaat" tabusunu yıkacak "camia"dan geçiyor.
Yazının Devamını Oku