Hadi Uluengin

Rus aşkı Türk aşkı

22 Kasım 2007
HAYIRDIR inşallah, Türkiye’de áni bir "rusofili", yani Rusperverlik peydahlandı. Daha düne kadar "komünistler Moskova’ya" diye piştov sıkan en aşırı sağcılar; daha düne "kahrolsun sosyal emperyalizm" diye Çin emri uygulayan en "karanlıkçı maocular"; daha düne kadar "ezeli stratejik düşman" diye ders veren en statükocu zaptiyeler şimdi hep bir ağızdan, "Rus geldi aşka, Rusun aşkı başka" şarkısını terennüm ve tegánni eder oldular.

Bir de balalayka çalıp çizme dansı tepinseler, onları "mujik" köylüsü sanacağız.

Ve, tabii hepsi "ulusalcı" cihete mensup olan bu zevat, önce, hálen Kremlin tahtında oturan 1. Vladimir Hazretlerine toz kondurmuyor. Bini bir kapikten methiye düzüyor.

Sonra da, yok "Avrasya seçeneği", yok "alternatif tercih", yok "ortak ruh" diye maval okuyan aynı kutsal ittifak üyeleri, ülkemizi ha bre step coğrafyasına iteklemek istiyor.

Oysa, böyle bir şey asla düşünülemez ve düşünülmesi tahayyül dahi edilemez!

* * *

HAYIR, başta Marx’ın hávárisi olduğu o "Batımerkezci" türden bir Rus alerjim yok.

Hele hele, kásten "Düşman Tuna’yı atladı / Karakolları yokladı" diyen emsálsiz marşımızı mırıldanarak, "tarihi" bir "Moskof husumeti"ni asla körüklemiyorum. Háşá!

Çünkü, ülkeler arasında ne ebedi düşmanlıklar, ne de ebedi dostluklar vardır. Olamaz.

Yalnız "çıkar ilişkileri" hüküm sürer. Bunlar da zamana ve mekána göre değişkendir.

Dolayısıyla, Ankara’yla Moskova arasında tabii ki en iyisini istiyorum. Savunuyorum.

Artı, insani bab’da da "sıradan" bir Rusa "sıradan" Batılıdan daha yakın duruyorum.

Fakat işte hepsi bu kadar ve de koskoca bir nokta!

* * *

NOKTA, çünkü evet doğru, Türkler ve Ruslar gerçekten de tarihi açıdan benzeşirler.

Slav kavim tá ilk Kiev hanlığından beri Altınordu Tatarlarından sonsuz etkilenmiştir.

Zaten bugünkü Rusçada dahi devlet ve resmiyet terminolojisi Türkçe kelimeler içerir.

Ancak, zaten göreceli olan bu "benzerlikler"in ötesi hiç mi hiç matah şeyler değildir.

Hadi, söz konusu kavmin daima Türkler aleyhine yayıldığını unuttuk diyelim ama, madalyonun öteki yüzünde esas olarak, Rusyalar’ın asla sivilleşmediği şamarı patlar.

Zira, "ışıltılı despotlar"ın tepeden inmeci reformlarına rağmen ve tıpkı Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık İmparatorluğu da "efendi - kul" ilişkisi üzerinde yükselmiştir.

Háttá daha beteri, bizde mevcut olmayan farklı tür bir toprak mülkiyetinin yarattığı ve yarı köle niteliği taşıyan "serf" köylüler, bütün bir Moskofya sosyolojisini belirlemiştir.

Başka bir deyişle, Rusyalar hiçbir zaman "sivil" anlamda "yurttaş" oluşturamamıştır.

* * *

İŞTE bu temel özelliğinden dolayıdır ki, o Rusyalar tarihi de hep "biz, bize benzeriz" düstûrlu ve eli sopalı "slavofil"lerle; demokrasi ve sivillik yandaşı "oksidantalist" batıcılar arasındaki mücadeleyle özdeşleşmiştir. Heyhat, her zaman da birinciler gálebe çalmıştır.

Nitekim aynı tarihi alıcı gözüyle inceleyenler, Bolşevik darbesi ve sonrasının aslında Batı’dan kopya fakat özünde yine "biz, bize benzerci" bir süreç olduğunu derhal farkederler.

"Efendi - kul" ilişkisi başka isim altında ve kılıf değiştirerek aynen devam etmiştir.

* * *

VE
, kısacık Kerenski ve Yeltsin parantezleri hariç demokrasiye hiç uğramadan hep totalitarizmle otoritarizm arasında gidip gelen Rusya, Putin’le de aynı mecráda devam ediyor.

Petrol ve gaz fiyatları sayesinde şansı yaver giden 1. Vladimir, Slav milliyetçiliğini ve Çar otokrasisini postmodern bir kapta harmanlayarak, izini sürdüğü eski patikada yürüyor.

Zaten, Türkiye "ulusalcılar"ının aniden "rusofil" kesilmesinin arkasında da, sivil ve çoğulcu demokrasiden hazetmeyen o "biz, bize benzeriz" ideolojisindeki cázibe yatıyor

Fakat, aman istemez, çünkü Türk geldi aşka ve Türkün de-mok-ra-si aşkı bambaşka!
Yazının Devamını Oku

Türkler ve Helenler

21 Kasım 2007
YOK rakı-uzo; yok dolma-yalanc(i) dolma; yok zeybek-zeybetiko, bunları geçelim. Sonra, Akdeniz yakamozu, Ege meltemi, Balkan dağı; daha sonra yiğitlik, gözüpeklik, mertlik; ve kabul, bilhassa emperyal tarih falan ama, bunları da yine bir kalem geçelim.

Hayır, varlığımızla özdeşleşen bu müşterek kimlikleri tabii ki inkár etmiyorum.

Fakat her ikisi de rötarlı ulus devlete dönüşmüş olan Türk ve Helen milletlerinin temel ve hayati ortak özelliğini yukarıdaki unsurlar değil, bambaşka bir "ruhiyat" belirliyor.

Sosyal psikiyatri kliniğinde ele alınması gereken kolektif arázları kastediyorum.

* * *

ÖYLE, hem Türkler’in, hem Helenler’in bir bölümü en hafifinden paranoid ve şizoiddir.

Başka bir deyişle, rakı, dolma, zeybek diş kovuğuna kaçmayacak meze bile sayılmaz.

Zira, Türklerin ve Yunanlıların temel ortak özelliği "öteki" korkusundan kaynaklanır.

Zaten de o "öteki" bizim açımızdan Helenlerde; Helenler açısından ise bizde cismáni kimlik kazandığı içindir ki, aslında aynı kaba def-i hacet eyleyen iki millet didişip durur.

Evet evet, iki ulusumuzu "ikiz" kılan olgu işte bu "hastalıklı ruhiyat"ta odaklanır.

* * *

NİTEKİM, "bölünürüz" (!) dehşeti bizde nasıl "Sevr paranoyası"nı üretiyor, bunun hemen hemen aynısı da Helen ulusunun benliğini kemiriyor.

Bakın, Makedonya tá 1991 yılında bağımsızlık kazandı ama, Atina, bu devede kulak devletçiğin kendi topraklarını da "yutacağı" (!) korkusuyla, ülkenin adını hálá veto ediyor.

Veya, nasıl ki biz binbir angaryayla gayr-ı müslim yurttaşlarımızın sonsuz çoğunluğu "sepetledik" ve bütün mirasıyla yalnız ve yalnız b-i-z-i-m olan Patrikhanemizi "düşman" (!) addediyoruz, işte Yunanistan’ın dili de, Lozan Antlaşması öyle zikrediyor diye, Batı Trakya’daki soydaşlarımıza "Türk" demeye varmıyor. Soyut bir "İslam" kelimesinde diretiyor.

Zaten bu örnekleri, bizim "ulusalcılar"ın "yabancıya satış yok" şiarından ora "ulusalcı"larının Kilise’yle beraber "Helen olmayana mülk yok" sloganına dek uzabilirim.

Artı, her iki tarafın kendilerine yönelik olarak uydurduğu "komplo teorileri"ndeki inanılmaz benzerlikleri; fakat tabii birbirlerine tamamen zıt içerikleri de sıralayabilirim.

Daha artı, Türklerin çok kimlikli imparatorluktan ulus devlete geçiş; Yunanlıların ise o imparatorluktan ayrılma ve "Küçük Asya Faciası"ndan sıyrılma travmalarına uzanabilirim.

Böylelikle de, bu şizofrenik ve paranoyak ruhiyatı kolektif hafızayla açıklayabilirim.

* * *

AMA bunlara girmeyeceğim, çünkü ne mutlu ki gidişat iyiye, gayet iyiye doğrudur. Önceki günkü "Hürriyet"in manşetindeki gibi, taraflar "dostluk gazlamaktadır".

Kabul, belki henüz nekahat döneminden söz edilemez. Fakat her iki hastamız da yavaş yavaş ruh sağlığına kavuşmaktadır. En azından durum sarahat kespetmektedir.

Ve de şüphesiz ki, burada üç temel unsur belirleyicilik taşımaktadır:

* * *

BİR; Körfez Depremi’ndeki yardımlaşmayla hayati bir "insani faktör" devreye girdi.

Bunun sayesinde de, zaten sonsuz yakın olan bireyler birbirlerini tekrardan keşfetti.

İki; AB üyeliğinde artık oturaklaşan Atina’nın "Avrupai" düşünce tarzına yaklaştı.

Dolayısıyla, onun uluslararası siyaset pratiğini Türkiye için de uygulamaya başladı.

Ve üç; küreselleşme gerçeği şizofreni ve paranoyalara radikal tedavi getiren "mucize iláç" olarak piyasaya çıktı. Kendini dayattı ki, sıhhatine kavuşmak isteyen eczaneye koşuyor.

Evet evet, bin şükür Türkiye’yle Yunanistan arasında şimdi "dostluk gazlıyor", zira Türkler ve Helenler kendi "öteki"lerini "biz" kılacak olan o mucize iláçtan da "gazlıyor".
Yazının Devamını Oku

Dostluk gazladı

20 Kasım 2007
DÜNKÜ "Hürriyet"in manşeti gerçekten nefisti.<br><br>Koca puntolarla dokuz sütuna yayılan "Dostluk Gazladı" cümlesini kastediyorum. Öyle, çünkü Azerbaycan doğalgazını Türkiye üzerinden Yunanistan’a taşıyacak boru hattının açılışı için düzenlenen ve üç ülke liderini İpsala sınır kapısında buluşturan tören bundan daha iyi ve daha öz biçimde yansıtılamazdı.

Neyse, böylelikle aslında her gazetenin "mutfak kahramanları" olan yazı işlerine de göz kırpmış oldum, şimdi "esas"a geleyim.

Ama tabii, Azeriler zaten kardeşimiz, konuyu Ankara - Atina eksenine sınırlayacağım.

O halde, bir parantezle başlayayım.

* * *

GEÇEN akşam, Şişmanoğlu konağındaki Yunan konsolosluğunda düzenlenen küçük bir kokteyle katıldım.

Vesilesini de, çok çok eskilerden beri, yani aynı "cinnet yılları"ımıza uzanan "yol arkadaşlığı"ndan beri tanıdığım Helen gazeteci ve yazar Stelyo Kuloğlu’nun enfes biçimde kaleme aldığı "Postahaneye Asla Yalnız Gitme" adlı eserin Türkçe yayınlanması oluşturdu.

SSCB’den Doğu Almanya’ya, komünist rejimlerdeki totaliter mekanizmanın işleyiş tarzını anlamak; üstelik de bunu bir dedektif romanı üslûbunda okumak isteyenlere kitabı bilhassa tavsiye edeceğim ama, burada "klasik" (!) dostluk edebiyatı yapmayacağım.

Yani, "öylesine benziyoruz ki, kim Türk, kim Rum, kim Yunanlı, ayırabilene aşkolsun" falan demeden, etrafta dolanırken kulağıma çalınan bir haberi aktaracağım.

* * *

RİVAYET mi, yoksa mühürlü tapu mu bilmiyorum ama, orada bana söylenene göre, 2006 yılı içinde yaklaşık iki bin Yunan yurttaşı İstanbul’da kendine mülk almış.

Eh, az buz rakkam değil! Çabucak geçiştirilecek miktar da değil!

Hele hele, bırakın öyle efsun "palikarya"larını, gizli çıkarttığımız 1964 Kararnamesi’yle yerlinin yerlisi ve Konstantinniye’nin Konstantinniyelisi Rumlarımızı dahi "sepetlemek" için, onları cebren mülksüzleştirdiğimiz hatırlanırsa, buna belki de "devrim" demek gerekir.

* * *

ÖYLE, zira hadi farz edelim ki, yedi tepeli şehrimiz şimdi dünya piyasasında çok revaçta olduğu ve Avrupa’nın en "in" yıldızı addedildiği için, bazı Yunanistanlı sermayedar da tıpkı İngiliz, Rus, Alman veya İsveçli hemcinsleri gibi, yatırım amacıyla emlák ediniyorlar.

Ancak, mülk alanların büyük çoğunluğu apartıman dairelerini tercih ediyormuş.

Başka bir deyişle, Yunanistanlılar burada oturmak, ikámet etmek, yaşamak, háttá belki de, eğer zaten kentimizden göçmek zorunda kalmış yerli Rumlarsa, Konstantin Kavafis’in şiirindeki gibi, "doğdukları çınarın gölgesinde ölmek" için İstanbul’a yerleşiyormuş.

Böylesine muazzam, böylesine iyimser ve kelimeyi tekrar kullanacağım, böylesine dev-rim-ci gelişmenin gerçek boyutunu kavrabiliyor muyuz?

* * *

BİLİYORUM, bunu söyledim ya, "ulusalcı" kafadarlar yine küplere bineceklerdir.

"Bre gafil, bunun neresi olumlu, neresi iyimser, hele hele neresi devrimci? Vatan elden gidiyor, görmüyor musun?" dedikten sonra, muhtemelen de şunları ekleyeceklerdir:

"Zaten İstanbul’u hálá ’Konstantinopolis’ diye adlandıran Yunalılar, dün savaşla beceremediklerini işte bugün papelle gerçekleştiriyorlar. Çatı katı, bir oda bir salon, iki oda bir salon falan derken, şehri yavaştan yavaşa istilá ediyorlar".

"Dolayısıyla, şimdi tıpkı altmışlı yıllarda olduğu gibi
’vatandaş Türkçe konuş’ kampanyası başlatmak ve Rumca işitildiği anda, onlara haddini bildirmek gerekiyor".

Hay Allah sizin hayrınızı versin ama, bári yarın da ağzınızın payını ben vereyim.
Yazının Devamını Oku

Aklın ve varilin fiyatı

17 Kasım 2007
GEL keyfim gel, petrol fiyatlarındaki fahiş fiyat artışı şimdilik ániden durdu. Háttá, varilin ederi Londra brent borsasında bir ara üç dolar virgül küsur sent geriledi.

Uzmanlara göre de bu sürpriz iskonto iki nedenden kaynaklanıyormuş.

Kalkınma hızı varsayımları düşmüş ve ABD’deki stok depoları ağzına kadar dolmuş.

Yani, sizin benim gibi "sokaktaki insan"ın anlayacağı dile tercüme edersek, talebin azalacağını ve arzın yeteceğini hisseden kalantor simsarlar fiyatları kırmak zorunda kalmış.

Aman ne álá, puanlar düşsün ve depolar taşsın ki, boru fıskiyesinden fışkıran kara altın haddini bilmezlik edip, kuyumcu vitrininden gülümseyen sarı altınla yarışmasın!

* * *

HAYIR hayır, eğer petrol borsası düştü diye böyle çoşkulu ve böyle şıkıdımlı bir sevinç sergiliyorsam, bu, benim egoist ve merkantilist yaklaşımımdan kaynaklanıyor. Asla!

Kabul, artarsa tabii ki bana da koyacak. İki yakamı daha zor bir araya getirebileceğim. Fakat bunun dışında, benim etim ne, budum ne!

Heyülá motoruna fil hortumuyla benzin yutan dört çarpı dört otomobil kullanmıyorum.

Isıtması, soğutması, havuzu, jakuzisi, saunası falan derken, kalorifer kazanına ve yedek jeneratörüne depo depo mazot gerektirecek bir káşánede ise hiç mi hiç oturmuyorum.

Dolayısıyla, varil fiyatı çıktı veya indi, yine o "sokaktaki adam" kadar etkilenirim.

Olmadı, arabama ayda yılda bir binerim. O da yetmedi, kıçına ucuz LPG gazı takarım.

Apartman dairemin kombisini ise soğukta tıkırdamaktan bir üst dereceye ayarlarım.

O halde bári baklayı ağzımdan çıkartayım, fiyatlara yalnız ülkem adına seviniyorum.

* * *

AMA dikkat, "ülkem adına" dediğim için bir yanlış anlamaya meydan vermeyeyim.

Bu ifadeyle ekonomik bir trendi kastetmedim. Fiyat düşüşünün döviz tasarrufuna ve üretim maliyetlerindeki azalmanın da ihracat patlamasına yol açacağını falan söylemiyorum.

Tabii bunlar da mümkündür ama, benim odaklandığım nokta en acil konuyu kapsıyor.

Başka bir deyişle, "ülkem adına sevinmem", hanidir "gazlanan" Kuzey Irak harekátı olasılığının, daha doğrusu macerasının artık gittikçe uzaklaşmasından kaynaklanıyor.

* * *

ÖYLE, çünkü şimdi yavaştan yavaşa anlaşılıyor ki, gerek Başbakan Erdoğan’ın Washington’daki Bush buluşması ertesinde; gerekse ilk başlardaki "şahin çıkışlar"a rağmen TSK’nın daha sonraki gerçekçiliği sayesinde, bin şükür, akl-ı selim gálebe çalmaktadır.

Genel hava odur ki, hem ABD, hem de Irak Kürtleriyle eşgüdümlü olarak yapılacak ve sınırlı nitelik taşıyacak "polisiye operasyonlar" hariç, ülkemiz serüvene atılmayacaktır.

Uluslararası camiayı tedirgin edecek geniş çaplı bir girişim gündemden düşmektedir.

Zira, yine bin şükür, sivil ve askeri Ankara’da realpolitik mantıkçılık ağır basmaktadır.

Háttá, medyanın tamtamla duyurduğu son topçu ve uçak taarruzu iddiasının aynı askeri cihet tarafından yalanmasını da bu akl-ı selim mantıkçılığına oturmak gerekmektedir.

O halde, petroldeki düşüşe ülkem adına sevinmeyeyim de, kimin adına sevineyim?

* *Ê*

İKİSİ arasında şu áláka var ki, kulağı delik ve de kesik spekülatörler eğer Kuzey Irak’taki gerilimin fazla tırmanmayacağını öngörüyor olmalalardı, o petrol fiyatları zor düşerdi!

Tam tersine, iki hafta önce sınır tansiyonu yüksekken zaten gördük, varil bezirgánları ciddi bir "barut kokusu" almış olsalardı, hiç kuşku duymayın, yine tavan para isterlerdi.

Adı üstünde "spekülasyon", kalkınma hızı varsayımı en alta insin, kodamanlar hırgür rizikosu sayesinde kendi ceplerini, ABD stok depolarından bile kat be kat fazla doldururlardı.

Ama madem ki öyle değil ve de yükseleceğine petrol fiyatları düştü, o halde demek ne mutlu ki bizim a-k-ı-l-c-ı-l-ı-k fiyatımız yükseldi!
Yazının Devamını Oku

Ankara fotoğrafı

15 Kasım 2007
BAZI medya organlarının kullandığı "tarihi" kelimesi belki az biraz fazla abartılı kaçtı ama yine de, "Ankara fotoğrafı" sonsuz olumlu bir görüntü yansıtıyordu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ortada, İsrailli ve Filistinli meslektaşları Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın ise onun iki yanında yer aldığı o mutluluk karesini kastediyorum.

Ancak, bu olumluluk ve mutluluk sözlerini sırf Türkiye açısından kullandım.

Yani, fotoğrafın beni Ortadoğu sorununda da iyimserliğe götürdüğünü söylemiyorum.

* * *

EVET evet, gelişmeyi yalnız Türkiye açısından değerlendiriyorum, çünkü hiç kuşku yok ki, yukarıdaki siluetlerin genel olarak dış dünyaya; fakat tabii bilhassa İsrail ve Filistin’le diğer bütün Arap álemine Ankara’dan yansımış olması bizim açımızdan büyük önem arz ediyor.

Her iki misafirin TBMM kürsüsünden hitáp etmesi de sembolizmi pekiştiriyor.

Hele hele, bunu gerçekleştiren ülkenin Müslüman kimlik taşıdığı ve üstelik, "dini hassasiyet"ten bir hükümetle yönetildiği düşünülürse, o önem ve simgesellik daha derinleşiyor.

Bunlara bir de Türkiye - Filistin - İsrail eksenli ekonomik projeleri eklediğimiz takdirde ise Frenk tábiriyle, "kremalı pastanın üzerine likörlü kiraz da" oturtulmuş oluyor.

Eh, gel keyfim gel de, işte hepsi bu kadar!

* * *

BU kadar, zira tabii ki başta "Ankara Forumu" inisiyatifini almış olan TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nu ve "üçlü buluşma"yı hazırlayan resmi ve sivil Türk diplomasisini can-ı gönülden kutlamak gerekiyor ama, gerisini beklemek sinekten yağ çıkartmaya çalışmak olur.

Yani, başkentteki zirvenin Ortadoğu barışına fiili bir katkı yapması söz konusu değildir.

"Arabulucu Türkiye" (!) gibi bir ifade kullanmak ise tamamen hayalciliktir.

Ama doğru, Ankara’nın "Arap aidiyetten olmayan Müslüman" ve "İsrail düşmanı olmayan Filistin dostu" kimliği, başkentimizi her iki taraf açısından da cazibeli kılıyor.

İdeale mümkün mertebe yakın bir yoklama ve bir koklama kulis ve platformu sunuyor.

Ancak, bu nispeten "ayrıcalıklı" durumumuzdan yola çıkarak Filistin - İsrail flörtü için çöpçatanlığa soyunabileceğimizi; hele hele, onların izdivaç masasında nikáh şahitliği yapabileceğimizi düşünmek, kendi kendimize gelin güvey olmaktan başka bir şey değildir!

Çünküüü...

* * *

İLK çünküsü şu ki, sembolik ve "tarihi" şahsiyet sunmak dışında, "Ankara Forumu"na katılan Cumhurbaşkanı Şimon Peres bugünkü İsrail’de hiçbir şeyi temsil etmiyor.

Eski partisi dahil, Davudi yıldızlı ülkedeki siyasi güçleri etkilemesi söz konusu değildir.

Fakat tabii çok daha önemlisi, o İsrail’i de tek ama tek bir ülke etkileyebilir: ABD! Yıl sonu Annapolis’te toplanacak olan yeni konferansta da bunun derecesini göreceğiz.

Ancak ben, Tel Aviv’i zorlayacak Sam Amca’nın Yahudi Devleti’nin parmağına bir yıldırım nikahı alyansı, háttá bir nişan töreni yüzüğü takabileceğine dahi fazla ihtimal vermiyorum.

ABD Ehud Olmert hükümetini belki belki "söz kesmeye" ikná edebilir. O kadar!

Her halükárda, Ankara’da çektiğimiz o pek istisnai "mutluluk karesi"ni iyi saklayalım, çünkü sanmıyorum ki yakın gelecekte Ortadoğu’nun düğün fotoğrafları albüme girecek olsun.
Yazının Devamını Oku

Bir ulus ölüyor

14 Kasım 2007
DÜNKÜ yazımı, Fransızların Belçikalılar için uydurduğu soğuk bir şakayla bitirmiştim. Hani, Benelüks ülkesi kralı 2. Albert, Hızır Áleisselám gibi son zamanlarda hep sağdan soldan insan kurtaran Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’ye telefon açıyor ve "Aman, beni de buradan götürecek hazır uçak var mı" diye soruyordu ya, işte onu kastediyorum.

Şaka soğuk moğuk ama, bunun arkasında da aynı derecede soğuk bir gerçek yatıyor.

Çünkü Belçika son süratle bölünmeye doğru gidiyor!

* * *

ÖYLE, çünkü ayrıntıya girmeden şu kadarıyla özetlesem dahi, gerçek göz çıkartıyor.

Felemenk ve Valon taraflar uzlaşamadığı için zaten tam beş aydır hükümetten yoksun bulunan o Belçika’da, Flaman kesim parlemantosu geçen hafta "nihai köprüler"i de attı.

Yáni, ülkede yegáne idari bütünleştirici unsur olarak kalmış olan ve Brüksel havalisindeki frankofonlara kendi dil tercihlerinde seçme hakkı tanıyan son yasayı da tek taraflı olarak ilgá etti.

Krizin bu raddeye varmasıyla birlikte de, prestij kaybetmek ve rizikoya girmek pahasına Kral elini taşın altına soktu ve arabuluculuğa soyundu ama, hayalci olmamak gerekiyor.

* * *

HAYALE yer yok, çünkü ister bir son saniye mucizesi gerçekleşsin; isterse de seçimler yinelensin, on milyonluk ahalinin yüzde altmışını oluşturan Flamanlar tavır değiştirmeyecektir.

Yani, ayrılmaya giden yolda son aşama olan "konfederal tercih"i yineleyeceklerdir.

Dolayısıyla da, o zengin ve o bencil Flamanlar kendilerinden çok daha fukara olan Valon ve Brüksellilere aşağı yukarı şöyle buyuracaklardır:

* * *

"MÖSYÖLER ve madamlar artık bizden paso ki, ya herru, ya merru!

Kendi vergi ve artı değerlerimizi bundan böyle sırf kendimiz için harcayacağız.

Sağlık ve işsizlik sigortası açığınızmış; teknik düzey eksiğinizmiş; demir ve otoyol bütçenizmiş, umurumuzda değil! Kapik işlemez ve de başınızın çaresine bakın.

Böyle gevşek bir konfederalizme eyvallah derseniz, eh ne alá!

Bu takdirde, sizin hatırınız için ve 1830’dan beri süren hısımlığımızın yüzü suyu hürmetine, kağıt üstünde mevcut olacak teorik bir Belçika’da kalmayı kabul edebiliriz
.

Ama yook, eğer yine "ulus devlet dayanışması" falan diye edebiyat paralamaya kalkarsanız, hadi eyvallah, biz Flamanya cumhuriyeti olarak bağımsızlık ilán edeceğiz.

Siz ister Valonya ve Brüksel olarak birleşip şu adı batasıca Kraliyeti sürdürün; yahut, ya beraber Fransa’ya iltihák edin, ya da biriniz iltihák etsin ve diğeriniz AB başkenti diye uluslararası statü edinsin, zerre kadar ilgilenmiyoruz ve de uğurlar ola!"

* * *

VE işte, Belçika’nın soğuk; çok soğuk; buz gibi bölünme gerçeği artık böylesine ciddiye bindiği içindir ki, Fransa’da da yukarıdaki türden "uçak isteyen kral" esprileri uyduruluyor.

Artı, aynı Belçika’daki Valonya’nın ve Brüksel’in ülkeye katılmasının halk tarafından nasıl karşılanacağını öngörmek için de, aynı Fransa’da ilk kez kamuoyu taramaları düzenleniyor.

Evet evet, Avrupa’da şimdi bir "ulus" (!) ölüyor ki, cenaze ne denli cüssesiz olursa olsun, bu "vefat"ın (!) o Avrupa’yı da bir bütün olarak sarsması kaçınılmazdır.
Yazının Devamını Oku

Soğuk espri

13 Kasım 2007
ŞİMDİ, o burnu büyük Fransızların kuzey komşuları hakkında uydurmaya pek meraklı olduğu ve az çok bizim Láz şakalarını andıran Belçika fıkralarından en sonuncusunu anlatacağım. Ancak, püf noktası tam anlaşılsın diye önce açıklamasını yapmam gerekiyor.

* * *

MALÛM, yeni Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy iktidara geldiği günden beri dış politikada da pek bir acul davranıyor. En azından, öyle bir izlenim vermek istiyor.

Nitekim, poposu henüz Elysees Sarayı koltuğuna ısınmamıştı ki, ilk iş, Kaddafi’nin "ülkeme kasten AİDS virüsü yaydılar" diye hanidir rehin tuttuğu Bulgar hemşireleri kurtarmak amacıyla, şimdi boşanmış olduğu eşi Cecilia hanımı Libya’ya yolladı.

Állem eden, kállem eden Parisli madama Muammer Efendi’yi kafese koyunca da, Sarkozy üç renk kokartlı başkanlık uçağını Trablusgarp’e gönderdiği gibi, o kadar zamandır zindanda çürüyen sağlık personelini Sofya’ya iade etti.

Ve tabii, böyle bir işi başarabildiği için uluslararası planda epey prestij kazandı.

* * *

SONRA, aşağı yukarı iki hafta var ki, Sudan’lı öksüzlere "insani hizmet" (!) veriyoruz diye Kara Afrika’da faaliyet gösteren, ama aslında anası babası hayatta çocukları Avrupa’ya kaçırmaya hazırlanan yine Fransız bir "sivil örgüt"ün (!) mensupları Çad’da paçayı ele verdiler.

Ve, kurunun yanında yaş da yanar misáli, olayla ilgileri bulunmamasına rağmen, çocukları taşımak için kiralanan charter uçağın pilot ve hostesleri; artı, skandalı araştırmak için oraya giden gazeteciler, "çete" suçlamasıyla Çad hükümeti tarafından tutuklandılar ve kodese tıkıldılar..

Fakat, tabii Nicolas Sarkozy yine Hızır Áleisselám gibi yetişti!

Aynı üç kokartlı uçağa atladığı gibi, sömürge döneminde Fort Lamy, şimdiyse Camena denilen Afrika başkentine gitti ve hemen akábinde de söz konusu şahıslarla birlikte döndü.

Dolayısıyla, uluslararası piyasadaki "işbitiricilik" (!) şöhreti biraz daha arttı.

* * *

HENÜZ tevatür ama, belki bunlara bir de Kolombiya’yı eklemek gerekecek.

Zira, bu ülkede başkan adayı olan ve beş yıl önce komünist gerillalar tarafından dağa kaçırılan, yarı Fransız, o çok medyatik Ingrid Betancourt’un da adı pek bir ortada dolaşiyor.

Rivayet odur ki, Sarkozy yönetimi kokain tacirleriyle fidye pazarlığı yapmaktadır ve hiç beklenmedik bir anda, başkanlık uçağının bu defa da Bogota’ya inmesi ihtimal dahilindedir.

Bu takdirde Paris liderinin forsunun ne denli zirveye tırmanacağını, varın siz düşünün!

* * *

BİLİYORUM biliyorum, "amma da uzun açıklama yaptın. Hadi sadede gel de, en son Belçika fıkrasını öğrenelim" demektesiniz.

İşte sadece şu kadar:

Belçika Kralı 2. Albert geçen hafta Brüksel’den Paris’e telefon açmış ve, "Mösyö Sarkozy, umarım benim ve eşim Kraliçe Paola için de yedek uçağınız vardır" demiş.

Çok soğuk, değil mi? Soğuk ne kelime, buz gibi! Kutup ve Sibirya buzulu gibi!

Buz gibi ama, bu dehşet soğuk esprinin arkasında modern Avrupa tarihini sarsabilecek muazzam bir gerçek yatıyor ki, yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyetçi üniforma

11 Kasım 2007
Üstelik, belki de o üniformaların köken itibariyle, üzerinde güneş batmayan "Majesteleri İmparatorluğu"ndaki en soylu kolej ve üniversitelere uzandığını hatırlayarak, "Yahu, kremanın bile kaymağı ve aristokrasinin daniskası olan okul üniforması adetiyle cumhuriyetçiliği irtibatlandırmak nasıl mümkün olur?" diyorsunuz. Eğer geçen haftaki yazımı hatırlarsanız, kendim için olmasa dahi genelde öğrenci üniformalarını çok sevdiğimi söylemiştim.

O halde, işte size bir ahiret sorusu:
/images/100/0x0/55ea9474f018fbb8f8893c46
Hadi bakalım, bu "aşk"ın (!) nereden kaynaklandığını bir tahmin edin!

Hayır, öyle lacivert renkli uyum estetiklerini ve ekose etekli kolej kızlarını kastetmiyorum. Bunların dayanılmaz cazibesini şimdilik bir kalem geçelim. Sonraya bırakırız.

Daha ciddi, daha doğrusu, daha toplumsal boyutlu bir neden arayın.

Biraz daha tiyo vereyim, kısmen siyasi bir tercih üzerinde de durun.

Vakit doldu ve bulamadınız. Eh, teselli ikramiyesi olarak hava cıva kazandınız.

Sizin yüzünüzden bütün okuyucuları sabırsızlandıramayacağıma göre de, şimdi sıkı durun.

İşte sırrımı ayan beyan ifşa ediyorum: Ben öğrenci üniformalarını cumhuriyetçiliğimden dolayı severim.

İyi anlaşılsın diye bir daha ve üzerine basa basa tekrarlayayım:

O üniformaları cum-hu-ri-yet-çi ruhumdan dolayı severim!

ÜNİFORMAYI NİÇİN SEVİYORUM

Evet efendim, ne sandınız ya, işte aynen böyle!

Bu satırlar yazarı ki demokrasiyi, sivilliği ve özgürlüğü tavizsiz sahiplendiği için yıllardan beri "statüko zaptiyeleri"nin hedef tahtasını oluşturuyor; artı, "takkesiz liboş"tan "mandacı dönek"e, en terbiyelisi "avanak entel"e, bini bir paradan küfür yiyor, fakat aslında öğrenci üniformalarını gerçek bir cumhuriyetçi özden dolayı seviyor.

Fakat tabii, pazar pazar burada polemiğe girişerek tatil günü keyfinizi kaçıracak değilim.

Hoş, girsem de ne değişir ki? Ne değişebilir ki?

Onların iddia ettiğinin aksine, cumhuriyetle demokrasinin çelişmediğini ve tersine, aslında aynı bütünün parçası olduklarını bir defa daha beyinlere huniyle akıtmaya çalışsam, kim anlar?

Daima ve daima dogmalara iman eden ve "ulusalcı"dan "karanlıkçı"ya uzanan nato kafa, nato mermer o beyinler bunu almaz ki! Sıvı huniden taşar.

Dolayısıyla da, tatlı canımı üzüp suya yazmak zahmetine değmez.

Fakat, sizin şu an sorduğunuz soruya cevap vermek zahmetine değer!

Çünkü biliyorum ki, şimdi büyük ihtimalle, "Cumhuriyetle okul üniformasının ne álákası varmış?" diye düşünmektesiniz.

KÖKÜ EN SOYLU KOLEJLERDE

Üstelik, belki de o üniformaların köken itibariyle, üzerinde güneş batmayan "Majesteleri İmparatorluğu"ndaki en soylu kolej ve üniversitelere uzandığını hatırlayarak, "Yahu, kremanın bile kaymağı ve aristokrasinin daniskası olan okul üniforması adetiyle cumhuriyetçiliği irtibatlandırmak nasıl mümkün olur?" demektesiniz.

Hele hele, sonsuz fukaralık çekmelerine rağmen, Bangladeş’ten Zimbabve’ye uzanan ve eskiden İngiliz sömürgesi olan pek çok ülkenin, sanki Dakka gecekondusu Oxford banliyösüymüş, yahut Harare sınıfı Cambridge amfisiymiş gibi hálá aynı cicili bicili üniforma geleneğini sürdürmeye devam ettiğini biliyorsanız, benim hesabıma, yandı gülüm keten helva!

Onları mutlaka "Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider şaapmaya" diye alaya alacaksınızdır ama, esas bana ağzınızı açıp gözünüzü yumacaksınızdır.

Evet evet, elimle koymuş gibi biliyorum ki aşağı yukarı şöyle konuşacaksınız:

"Seni gidi sömürge aydını, seni gidi! Seni gidi oryantalist besleme, seni gidi!

Dilin kopsun inşallah, o "statüko zaptiyesi" diye nitelendirmeye yeltendiğin kahraman ve vatanperver insanlar sana az bile söylüyorlar.

BEYAZ EFENDİNİN DAYATMASI

Her halükárda da, yerden göğe kadar hakları var!

En kralından bir "beyaz efendi"nin zavallı halklara dayattığı ve şartlandırdığı; daha doğrusu, maymunun bakıcıyı taklit ettiği o okul üniforması adetini allayıp pullayıp şimdi bir de bizlere cumhuriyetçilik diye yutturmaya kalkışıyorsun.

Yemezler ağam, yemezler paşam!

İstemez, sen o yamyam cumhuriyetini al ve de okul üniformanı başına çal!"

Aaaa, yetti yahu! Tamam işte, aldım ve başıma çaldım! Var mı diyeceğiniz?

Af buyurun, annenizin karnında nasıl dokuz ay sabrettiğinize şaşırıyorum.

İlk sorduğum soruya cevap verememenin intikam hırsıyla, lafın bir altından girip bir üstünden çıktınız ki, okul üniformalarını niçin cumhuriyetçi ruhla özdeşleştirdiğimi ve bunda sonsuz haklı olduğumu açıklamama fırsat bırakmadınız.

Tekrarlıyorum, eh madem öyle buyurdunuz, işte ben de cumhuriyetimi aldım ve üniformamı başıma çaldım.

O halde, işin aslını öğrenmek istiyorsanız, gelecek pazara kadar siz de başka kapıyı çalın.
Yazının Devamını Oku