18 Ekim 2007
1806 - 1812 Osmanlı - Rus savaşını noktalayan Bükreş Antlaşması için taraflar masaya oturduğunda, Moskof delegesininin bitmez tükenmez istekleri karşısında Kethûdá Seyyid Mehmet Efendi dayanamaz ve, "Ne hácet, bari Belgrad’ı da verelim" der. Ve, çok değil aradan topu topu atmış altı yıl geçtikten sonra, Dersaadet temsilcisinin böylesine etle kemik addettiği o Sırp başkenti, "Belgrad’dan çıktım beş idi / Kur’án’ımla martinim eş idi" türküsü söyleyerek, bir daha hiç dönülmemek üzere terk edilecektir.
Hemen ardından da, 1912 - 1913 Balkan Harpleri ertesinde zaten Rumeli’den eser kalmayacağı gibi, altı yıl sonra bu defa bizzat Dersaadet’in kendisi işgal edilecektir.
* * *
İŞTE, aslında daha ötesi de var ama oralara kadar çıkmayacağım, iki gündür sözünü ettiğim ve ulus ruhumuzu kemiren o "kolektif paranoya"nın kökenleri buraya uzanıyor.
Arázları hep daim kalan; krizleri ise káh nevroz, káh psikoz raddesinde zuhur eden bu çok vahim, bu sonsuz vahim, bu dehşet vahim hastalık yukarıdaki travmadan kaynaklanıyor.
Çünkü, eğer nesnel tahlil yeteneğimizi yitirerek "ben"imize muazzam bir değer biçiyorsak; eğer dünyanın bizim "merkez"imiz (!) etrafında döndüğüne inanıyorsak; dolayısıyla da, mutlaka hasım, rakip, düşman addettiğimiz herhangi bir "öteki"nin bize karşı yine mutlaka bir kötülük, bir melánet, bir kumpas hesapladığını düşünüyorsak; yani öznel ve hayali bir "gerçek" (!) üreterek kendi kendimizi buna inandırıyorsak, bugünü dünden; şimdiyi de son bir - bir buçuk yüzyıldan soyutlayak açıklayamayız.
Ve, o bir - bir buçuk yüzyıl kávimlerin, milletlerin, ülkelerin tarihinde nedir ki?
* * *
KOLEKTİF hafıza açısından bir hiçtir!
Artı ve bilhassa, yukarıdaki travma bu defa bütün bir kolektif bilinçaltını da belirler.
Belirlemek ne kelime, güftesi ve müziği tamamen unutulmuş olsa dahi, "Belgrad’dan çıktım beş idi / Kur’án’ımla martinim eş idi" şarkısına yansıyan şok kávmin, milletin, ülkenin tüm beyin hücrelerine, tüm sinir elektronlarına, tüm DNA formüllerine kazınır.
Yani, "Belgrad’dan çıktım" demiş olmak ortak ruhiyatta öylesine derin bir etki yaratmıştır ki, bu defa İzmir’den ve Diyarbakır’dan da çıkartılacağınız korkusuyla yaşarsınız.
2007 yılının 1878 yılıyla hiç mi hiç benzeşmediği ve çok uluslu imparatorlukla ulus devletin dev farklılık arzettiği yönündeki "nesnel gerçek" ise korkuya çare oluşturmaz.
Çünkü, "şok" sizin mantıki tahlil yeteneğinizi hasara uğratmıştır. Hadım etmiştir.
O vakitten beri de, ürettiğiniz öznel gerçeğin hayali kábuslarında kıvranmaktasınızdır.
Zaten, herhangi bir "öteki"nin sizi daima bir yerlerden "çıkartmaya" (!) kararlı olduğuna ilişkin aynı kábuslarınızdan dolayıdır ki, her şeyin kendi "ben"inizde odaklandığına inanır ve söz konusu "öteki"nden daima işkillenirsiniz. Onu daima düşman bellersiniz.
Ve en beteri, "paranoyak" toplumsanız, tıpkı "paranoyak" bireyler gibi, kendinizin değil diğerlerinin "hasta" (!) olduğuna inanarak iláca, tedaviye, psikanalize yanaşmassınız.
* * *
BEN Freud Usta’nın müridi olduğumdan hep bu sonuncu yönteme meylediyorum.
Psikanaliz kanepesine uzanmak basiret ve cesaretini göstereceksiniz ve káh ağlayarak, káh gülerek, káh da küfrederek, bilinçaltının en, en derinlerine çıkmaya çalışacaksınız.
Ruhbilimci travmaya yol açmış olan "şok"un "püf noktası"nı keşfedip onu kasten başka bir "şok"la yüzünüze vurduğunda da, "of be, dünya varmış" diyeceksiniz.
Sizin öznel ve hayáli "ben"iniz ötesindeki o nesnel ve gerçek dünyaya nihayet kavuşabilmenin sonsuz mutluluğuyla da, artık hiçbir "öteki"ni düşman bellemeden ve artık hiçbir yerden "çıkartılmak" kabûsu görmeden, rahat rahat ve ruh sağlığıyla uyuyacaksınız.
Ertesi sabah hayat pırıl pırıldır!
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2007
ÖYLE bir millet düşünün ki, dünyada pek çok az kávme násip olmuş bir irade ve azim sayesinde, bütün tarihi boyunca asla ve asla ne boyunduruğa girmiş, ne de sömürge olmuştur. Fakat buna rağmen yine de "öteki"nin endişesiyle hop oturup, hop kalkmaktadır.
Onun kendisini yağmalayacağı, böleceği, parçalayacağı vehmiyle yaşamaktadır.
* * *
ÖYLE bir ülke düşünün ki, hiçbir zaman uygulanmamış; háttá bırakın uygulanmayı, bizzat "galip" imzacıları tarafından dahi hukuken onaylanmamış bir Sevr Antlaşması’nın "hortlatılacağı" (!) "öcü"süyle kandırılmaktadır.
Seksenyedi yıl sonra dahi, hep aynı kábusla yatıp, hep aynı kábusla kalkmaktadır.
* * *
SONRA öyle bir devlet düşünün ki, hemen hepsiyle "netámeli" ilişki sürdürdüğü komşularını zaten geçelim, yedi cihána kuşku, vesvese ve kaygıyla bakmaktadır.
"Ben"ine muazzam bir değer biçerek kendini evrensel "merkez" (!) addetmektedir.
Bütün dünyanın onu gözetlediğine ve kumpas kurduğuna ciddi ciddi inanmaktadır.
* * *
DOLAYISIYLA da öyle bir ulus düşünün ki, daima düşman, hasım, en azından rákip bellediği o "öteki"lerden mümkün mertebe tecrit olmayı yegáne güvence olarak görmektedir.
"Türkün Türkten başka dostu yoktur" sloganını baş tácı etmektedir
Her halükárda da, yukarıdaki "hálet-i ruhiye"den ötürü, "bugün"ünü açıklayabilmek için "dün"ünü nesnel biçimde sorgulamak cesaretine erişmekten ferlik ferlik kaçmaktadır.
Ve yine her halükárda, üzerine rahmet yağsa bundan sorumluyu, suçluyu, şüpheliyi mutlaka ve mutlaka, zamanda ve mekánda değişken herhangi bir "öteki"nde keşfetmektedir.
İşte o "ben", tabii ki "b-i-z"iz!
* * *
YUKARIDA sıraladığım bu kolektif özellikler, dün bireysel tezahürlerini açıkladığım ve vahim bir ruhi travma oluşturan "paranoya"nın istisnasız tüm arázlarını yansıtıyor.
Yani, patolojik boyuttaki benmerkezcilik; dolayısıyla, hastalık raddesindeki alınganlık ve şüphecilik; daha dolayısıyla da, "öteki"ne karşı hasmanelik eksenindeki içe dönüklük, söz konusu "paranoya"nın klinik araştırmalarla saptanmış şu temel özelliğinden kaynaklanıyor.
Söz konusu "benmerkezcilik" rasyonel ve mesáfeli tahlil yeteneğini öyle ciddi biçimde hasara uğratmıştır ki, "paranoyak" ülke, devlet ve millet de nesnel gerçeğin yerine öznel ve háyali bir "gerçek" (!) inşa ederek, kendisini ona inandırır.
Tabii bunu da "komplo teorileri" çerçevesindeki bir "mantıkilik"le (!) açıklar.
Peki, bizim tahlil yeteneğimiz neden, nasıl ve ne zaman hasara uğradı da böylesine "paranoyak" düşünür, yaşar ve davranır olduk?
* * *
ASLINDA, eğer aileden gelen kalıtımsal bir neden yoksa, aynen kişisel ruhi hastalıklarda olduğu gibi, uluslardaki kolektif travmaların da kökeni derin bilinçaltına uzanır.
En yukarıya dek çıkıp, aráza yol açmış "püf noktası"nı keşfedebilmek kolay değildir.
Psikanalistler bunu hastayı yıllarca ve yıllarca kanapeye yatırdıktan sonra ve o da belki başarabiliyorlar. Nerede kaldı bir milletin, bir ülkenin, bir devletin bilinçaltını çözebilmek!
Üstelik, hepsi Ortodoks olan Rusya, Sırbistan ve kısmen Yunanistan’ı hariç tutarsak, söz konusu "paranoya"nın sırf bizi değil, esas olarak hemen tüm İslam Álemi’ni kapsıyor.
Ama tabii bir gazete köşesinde buralara uzanmak mümkün olmadığından ve her koyun da kendi bacağından asıldığından, o halde bizim kendi "ben"imizi hasara uğratan ve derin bilinçaltımızı belirleyen vahim olayı veya olaylar dizisini aşağı yukarı keşfetmemiz gerekiyor.
Buna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2007
MALÛM, tıbbi lûgatteki pek çok madde ya Yunanca, ya da Latince kökenlidir. Vahim bir ruhi travmayı tanımlayan "paranoya" da bu ilkine dahildir.
Deyim önce, kenar, bitişik, hárici anlamına gelen "para" sözcüğünü kapsar.
Sonra da, yine ruh, akıl, fikir diye tercüme edilebilecek olan "noya" kelimesini içerir.
* * *
İŞTE, bunların ikisini birleştiren "paranoyak"la kavramıyla rasyonel aklın ötesinde, açığında, yedeğinde, bordasına, háricinde düşünen ve davranan kişileri isimlendirmiş oluruz.
Örneklersek, Türkçeye de Fransızca aktarmalı olarak giren "paraşüt"le düşüş hálini veya "paratoner"le, yıldırım çarpmasını engelleyen aletleri kastediyoruz.
Aynı şekilde, "paranoya" tanımıyla da mantıki akılcılığı önleyen arázı çağrıştırırız.
Fakat tabii, bütün beyinsel travmalarda olduğu gibi, bu nevroz iki satırla özetlenemez.
* * *
ÖZETLENEMEZ, zira yukarıdaki "mantıki aklın ötesinde düşünmek" fiiline giren diğer bir dizi ruhi hastalık daha biliyoruz. Fakat bunlara illá "paranoya" denilmiyor.
O halde, travmanın en belirleyici noktalarını da açıklamak gerekecek.
Tamam, Lacan’dan Deleuze’ye çağdaş ruhbilimciler arázın üzerinde çok durdular.
Ancak bana sorarsanız, zaten psikanalizi icád eden ve "Başkan Schreber" diye de konu hakkında koca bir cilt yazmış olan Sigmund Freud Usta’dan; artı, ondan bile önce "ana hatlar"ı saptayan ve psikiyatrinin mûcidi sayılan Emil Kraepelen’den şaşmayın derim.
Dolayısıyla, her ikisinden yola çıkarak "paranoyak" kişideki özelliklere gelelim.
* * *
BİR; "paranoyak" şahıstaki "ben" kimliği patolojik ölçüde gelişmiştir. Arşa değer.
Hazret burnundan kıl aldırtmaz ve de "gözünün üstünde kaşın var" dedirtmez.
Bu kibirliliğe ek olarak da, söz konusu "ben"ini daima ve daima merkez addeder.
Egosantrik dürtü hád safhaya varmıştır. Dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanır.
İki; aynı benmerkezcilik "paranoyak" kişiyi bütün "öteki"lerden kuşkulanmaya iter.
Olayların arkasında bit yeniği aramaya ve dehşet bir alınganlıkla donanmaya götürür.
Her "öteki" zaten şüphelidir. "Öteki"nin yaptığı şeyler ise haydi haydi şüphelidir.
Başka bir deyişle, "paranoya" her şeyden önce nesnel gerçeği tahlil edememektir.
Dolayısıyla da, kendi "ben"ini eksen alan öznel ve hayáli bir "gerçek" (!) üretmektir.
* * *
ÜÇ; bilinçaltında gizli bir kıskançlık da barındıran yukarıdaki dürtüler kaçınılmaz olarak ve aşama aşama, aynı "öteki"lere karşı kin, nefret ve düşmanlık duygularını kamçılar.
Aslında korkak olan "paranoyak" kişi doğal bir korunmaya refleksiyle içe kapanır.
Kendini tecrit etmek ister. Ne kadar tecritse de, o kadar "güvenli" olduğunu düşünür.
Ancak dört; bu, belirli bir mantık silsilesinden yoksun olduğu anlamına da gelmez.
"Sebep - sonuç" ilişkisinde sonucu baştan tayin etmiş; yani kendisine karşı melánet düşünüldüğüne inanmış olduğu içindir ki, o sebebe de "lojik" (!) bir yöntemle ulaşmak ister.
Zaten bu yüzden, "paranoya"dan mustarip bütün hastalar kendilerini kendilerine açıklayabilmek için, metodolojisi "mantıki" (!) gözüken "komplo teorisi" üretirler.
Ve nihayet beş; aráz, nevroz, psikoz; artı en son radde olan delirium falan derken, "paranoyak" şahıs işe "valium" hapıyla ve o Freud Usta’nın psikanaliz kanapesiyle başlar; kademe kademe de, cinnet hád safhaya vardığı takdirde soluğu tımarhane hücresinde alır.
* * *
BUGÜN, "aklın ötesinde düşünmek" gibi çok vahim ve çok ciddi bir ruhi hastalık olan "paranoya"nın bilinçaltına hiç girmeden, kişilerere yansıyan záhiri arázlara değindim.
Yarın o "paranoya"nın kolektif aynasını, o kişilerden oluşan toplumlara tutacağım.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2007
Önce yüzümü kızartıp, müthiş ceháletime ilişkin bir itirafta bulunacağım.<br><br>Yemin ediyorum ki çok kısa bir süre öncesine kadar ineklerin cinsiyetini bilmiyordum. Daha doğrusu, hepsini dişi sanıyordum. Öyle ve n’apim, babam mandıra sahibi olmadığından; ahıra bitişik köy evinde doğmadığımdan; baytarlık fakültesine gitmediğimden ve nihayet, dört ayaklılara karşı özel bir ilgi duymadığımdan, inek denildiğinde daima memeli hayvanı tahayyül ettim.
Tamam, buzağının ve dananın niceliklerini doğru söyleyecek kadar bilgi dağarcığım vardı ama, öküz kelimesiyle büyükbaşlardan erkek olanlarının; boğa sözcüğüyle ise damızlık olarak yetiştirilenlerin kastedildiğini düşündüm.
Onları hep bu anlamda kullandım.
Ve ancak neden sonra ineklerin aynı zamanda hayaları burkulmuş erkek cinsleri kapsayan genel bir tanım olduğunu öğrendim ki, şaşkınlıktan düşüp bayılacaktım.
Ve, yanlışımı düzeltebilmeyi sizce neye borçluyum?
Hiç bekletmeden cevabı vereyim, şu son inek sergisine!
İNEKÇİĞİN BUDUNU AVUÇLADIM
Evet evet, hani ağustos başından beri İstanbul’u ışıldatan; daha doğrusu yeşillendiren; hatta belki daha doğrusu, Andre Gide romanına başlık oluşturmuş türden bir "kır senfonisi"nin "pastoral" notalarıyla kenti pırıldatan heykeller var ya, işte onlara borçluyum.
Zaten parantez içinde hemen şunu söyleyeyim. Harikuláde sergi ay sonunda bitecek olmasına rağmen elim değip de hakkında tek satır yazamadığıma pek bir hayıflanıyordum ki, işte şimdi buna da vesile doğmuş oldu.
Neyse, tekrar sadede geleyim. Efendim, geçen gün bir refakatçiyle birlikte Nişantaşı’ndan aşağı iniyordum. İşte aniden şeytan dürttü ve yine yaşımı başımı; "saygınlığımı" (!) "oturaklılığımı" (!); "azámetimi" (!) "şánımı" (!) unutup muzırlık yapmaya kalkıştım.
Sanki mezbahada sığır seçen bir kasapmışım gibi, orada duran bir inekçiğin poposunu, pardon budunu şöyle iyicene avuçlayıp o sırada iskarpinin topuğuyla uğraşan refakatçiye damdan düşer gibi, "hatun kişide böylesi olmalı" deyiverdim.
Ancak burada hemen eklemek zorundayım ki, söz konusu refakatçinin alt anatomik yapısı öyle ahım şahım engebe arz eden cinsten değildi. Kendisiyle inek arasında, ineğin lehine bir kıyaslama yaptığımı sanıp içerlediğinden mi; yoksa gerçekten zooloji dağarcığı pek geniş olduğundan mı orasını tam bilemeyeceğim, pek hiddetli bir ifadeyle, "Dişi olduğu ne malûm, belki de senin gibi öküzdür" karşılığını verdi.
Efendim? Anlamadım.
Hadi, bir nebze münasebetsiz davrandığımı kabullenip ve iskarpinin kafama fırlatılmadığına şükredip benimle "öküz" arasında bu defa ayán beyán bir karşılaştırma yapılmış olmasını yiyip yuttum diyelim.
Peki de, "dişi olduğu ne malûm" ünlemi nereden çıktı?
İnek inektir ve de dişidir yahu! İşte bu doğrultuda bir cevap verince de, şimdi burnu tam Kaf Dağı’na çıkan refakatçi, "Hıh, beyimizin ansiklopedik bilgisini yesinler" deyip ve eliyle aşağılardaki saray taraflarını gösterip, "Yoksa hadımağalarını da mı unuttuk" diye ekledi. Tekrar pardon!
İNEKLERİN NEDİR ÖĞRENDİM
Evet tekrar pardon ve de işte buyrun bakalım!
Şu eşekarısı sokasıca dilimi tutamayıp belki az biraz "inekçe" kaçan bir látife yaptım ki, iş şimdi geleneğini Bizans’tan aldığımız o hadımlık kurumuna kadar uzanacak.
Allah bilir, kadın bir de Felemenk cinsi hayvanları "ak ağalar"a ve Toskana ırkı büyükbaşları da "kara ağalar"a benzetmeye kalkışacak.
Fakat yine de beni müthiş bir merak sardı.
Dolayısıyla, hem "atmosferi yumuşatmak", hem ineklerin cinsiyetine ilişkin "sırra vakıf olmak" için bana işin aslını anlatmasını teklif ettim.
Gayet aşağıdan aldığımı ve ceháletimi gidermeye hazır olduğumu fark ettiğinden de, artık benden ziyade iskarpinin topuğuna hiddetlenerek, inek heykellerinden birine komşu kahve terasına oturduk ki, hemen döktürmeye başladı.
Ayrıntıya girmeyeceğim ama, daha önce veterinerlik fakültesine devam edip etmediğini veya köy ağılında doğup doğmadığını sormayı unuttuğum refakatçi bana inek nedir, öküz nedir, sığır denir, dana denir, süt danası nedir falan her bir şeyi anlattı.
Ömrümün sonuna kadar artık tek bir defa daha yanılacağımı sanmıyorum.
Neyse, nihayetinde kahveden kalktık ve ben bu defa tek laf söylemek gafletine düşmeden heykelin poposunu şaplatmakla yetindikten sonra, tekrar Nişantaşı’na doğru çıkarken, inekler hakkında biraz daha ince eleyip sık dokumaya karar verdim. Ve kararımı harfiyen yerine getirdim ki, buna dair "inekname"nin ikincisini gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2007
HAYIR, son iç ve dış gelişmelerden yola çıkarak "Bayram benim neyime / Kan damlar yüreğime" türünden ağlamaklı ve melodramlı bir girizgáh yapacak değilim. Her din, dil ve kültürde b-a-y-r-a-m olan o bayramı zehir etmenin álemi yok!
Dolayısıyla, en önce bir, herkesin meşrep ve ritüel lûgatine göre, isteyene Şeker Byramı kutlu; isteyene de Ramazan’ın bayramı mübarek olsun.
Daha nicelerine ve daha ne bahtiyárlarına!
* * *
SONRA iki, Türkçede bayramlara ilişkin olarak öyle çok deyim mevcuttur ki, az biraz dağarcığınız varsa, punduna getirip, günün ahvaline göre bunlardan birisini kullanabilirsiniz.
Nitekim, şimdi ben de yukarıdaki iç ve dış gelişmeleri çağrıştırarak "bayram geçtikten sonra k...na kına yak" desem, kim ne cevap verebilir? Tam cukka oturmaz mı?
Veya, "bayramda borç ödeyen ramazanı kısa bulur" dedikten sonra "bayramın gelişi arifeden bellidir" láfını eklesem, aynı iç ve dış gelişmeleri özetlemiş olmaz mıyım?
Dolayısıyla, şu "Bayram benim neyime / Kan damlar yüreğime" edebiyatını hemen bir kalem geçelim ki, size kaç bayramdır aklıma gelen üçüncü bir şeyi anlatayım.
* * *
EFENDİM, eskiden Fransız sömürgesi olan Kara Afrika ülkelerinde "Fetnat" diye bir erkek adı vardır, gayet de yaygındır.
Ceháletimi bağışlayın, çok uzun bir süre ben bu ismin Arapça "fıtrat" veya "fetret" kelimelerinin deformasyonuna uğramış şekli olduğunu düşünmüştüm.
Eh öyle ya, hem ticaret, hem ziyaret hesabı, biraz köle pazarlığı ve biraz İslam sancağı derken, Arabiler oralara Avrupalılardan haydi haydi önce varmışlardı.
Zaten de Kıta merkezinde konuşulan Suvahili dili tamamen o Arabiden etkilenmiştir.
Ancak, "Fetnat"ın nereden kaynaklandığını öğrendimde, açıkçası apışıp kaldım.
* * *
KONU gereği açıklamak zorunda kaldığım için sakın ukalálık gibi algılanmasın ve de bilhassa, Fransevi üstádı olarak kan damlatan kalemşörlerin satırına büvar kağıdı bastırdığım sanılmasın, ne haddime ama, o Fransevide "fete" bayram, "national" ise milli anlamına gelir.
Ve, kelleyi giyotinle kısa yontmak ádetine zaten alışık olan aynı Fransızlar biraz fazla kelám buyururlarsa çene felcine uğrayacakları kaygısıyla, kelimeleri de hadım ederler.
Dolayısıyla, yukarıdaki iki sözcüğü de birleştirip, milli bayramlarına "fetnat" derler.
İşte, kara Afrikalılardaki "Fetnat" isminin yaygınlığı oradan geliyormuş.
* * *
EVET evet, kim ki yukarıdaki bayram tarihine tekábül eden 14 Temmuz’da doğdu; daha doğrusu, balta girmemiş ormanda yaşayan mama bebeği ertesi sabah nüfus memuruna kaydettirtmiyor ya, neden sonra; háttá belki yıllar yıllar sonra, tabii deliye her gün bayram hesabı ve bilhassa da "kontenjan dolsun" diye, o sömürge memurunun kafadan hesap Temmuz’da doğduğuna karar verdiği bilûmum çocuklar deftere "Fetnat" diye yazılırmış.
Háttá işin cılkı tam çıkmış ve Fildişi Sahili’nde bir de "Hazreti Fetnat" peydahlanmış.
Ve Fransızlar tası tarağı topladıktan sonra da ádet sürmüş ki, her bayram arifesinde, her bayramın kendisinde ve her bayram ertesinde hálá dizi dizi "Fetnat"lar doğuyormuş
* * *
İTİRAF edin ki ve bin şükür, iç ve dış gelişmeler ne olursa olsun, biz her hangi bir "Fetnat" veya Türkçeleştirilmiş şekliye bir "Milbay" aidiyetine ve kültürüne mensup değiliz.
Dolayısıyla, "Bayram benim neyime / Kan damlar yüreğime" edebiyatını başkalarına bırakalım ve bu bayramı da hakkıyla kutlamak iyimserliğini hebá etmeyelim.
Tekrar nice bahtiyar bayramlara.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2007
PKK’nın bir stratejisi var mı? Kestirmeden cevap, evet var! Ama tabii, buradaki "strateji" sözcüğüyle von Clausewitz’in teorileştirdiği türden ve "sebep-yöntem-sonuç" eksenini harfiyen belirleyen bir savaş öngörüsünü kastetmedim.
Daha neler! Pusudaki teröristle Prusya’daki generali kıyaslayacak kadar cahil değilim.
Fakat, eğer yukarıdaki kelimeyi lûgatte genel kabul gören "geniş hedef" anlamında kullanıyorsak, Kürt terör örgütünün de böyle bir stratejisi olduğunu kabullenmemiz gerekiyor.
Başı, kıçı belli olmayan ve her halükárda da "hedef"e ulaşması imkánsızlık arzeden bir strateji ama, eh eninde sonunda yine de kendi çapında bir "strateji"!
Peki, nedir?
* * *
TEK cümleyle, PKK’nın stratejisi Türkiye’yi ce-hen-ne-me sürüklemektir!
Başka bir deyişle, etnik temelde Türk-Kürt çatışmasını kızıştırmak ve mümkünse iç savaş körüklemek dahil, sosyolojik çelişkileri en zirve noktaya çıkartmaktır.
Uluslararası planda ise buna zemin yaratacak diplomatik tuzağı hazırlayabilmektir.
Zaten de yukarıdaki duruma siyasetbilim terminolojisinde "ileriye kaçış" deniyor.
* * *
ÖYLE deniyor, zira o sonsuz azámiyetçi "hedef" asla gerçekleşemeyeceğinden, PKK türü bütün "gayr-ı mantiki" yapılanmalar istim arkadan gelsin hesabı "strateji" (!) üretirler.
Kağnıyı öküzün önüne koşarak, yola göre koşum değiştirebileceklerini düşünürler.
Bilhassa ve bilhassa da, tüm sermayelerini gemileri yakmak rizikosuna yatırırlar.
Tüm ümitlerini dönüşü olmayan raddeye varmak hesabı üzerine kurarlar.
Ve, dün belirttiğim gibi de, "desperados" denilen cinsten fanatik ipini kopartmışları tamamen içsel değerli ve tamamen şizofrenik ruhiyatlı bir "mikrokozmos"a devşiren aynı PKK, bizzat bu tabiatından dolayıdır ki, başka bir "strateji" üretemez ve üretmesi beklenemez.
* * *
İŞTE, askerlerimizin hunharca katledilmesi de o PKK’nın o "Türkiye’yi cehenneme sürüklemek" stratejisinde kendi açısından bir "taktik" hamle oluşturuyor.
Çünkü hiç kimse şüphe duymasın ki, Ankara’nın Irak batağına bulaşması; dolayısıyla, ülkemizin yukarıdaki diplomatik tuzağa düşmesi; daha dolayısıyla da iç ve dış çelişkilerin zıtlaştığı bir konjonktürün doğması, terör örgütünün iple çektiği "müjde"yi oluşturacaktır.
Başlarına bomba yağacak olsa dahi, tedhişçi elebaşılar zil takıp oynayacaklardır.
Zira, Allah rızası için, böyle bir durumda PKK ne kaybedecektir? Ne kaybeder?
Bin çapulcu mu? Beş bin militan mı? Hareket serbestisi mi? Lider kadrosu mu?
Hepsi mümkündür ama, "ileriye kaçış"ı seçmiş olan ve kendi bünyesindeki insanları dahi kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez cániliğiyle harcayan bir yapıya bunlar ne yazar?
Karşılığında kazanacağı şey ise istediği bádireye sürüklediği bir Türkiye olacaktır.
* * *
KALDI ki, kendimizi kandırmayalım ve "ego"muzu boş hayálle gazlamayalım.
Bırakın Kuzey Irak’ı falan, bütün Türkiye güllük gülistanlık olsa ve de üstelik Kürt sorunu en mükemmel çerçevede çözümlense dahi, tedhişçilik öyle kolay kolay bitmeyecektir.
Belki bir müddet dağda pusu kuramaz ama, parmağını verince elini ve elini verince kolunu isteyecek olan "desperados" fanatik bu defa da bomba patlatacaktır. Belá sürecektir.
Askerlik sanatına vakıf oldukları için Kara Kuvvetleri Komutanı’nın asimetrik savaşa, Genel Kurmay Başkanı’nın da Bask ve İrlanda örneklerine yaptıkları vurgulama doğrudur.
Yani, terörizmin ve fanatizmin bizzat doğası gayr-ı mantiki ve bizzat ruhu şizofrenik olduğu içindir ki, onlardan akılcı tepki ve rasyonel "strateji" (!) beklenemez.
Yeter ki biz kendi akılcılığımızı koruyarak o irrasyonel strateji tuzağına düşmeyelim.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2007
PKK yalnız bir terör şebekesi değildir. Aynı zamanda bir "desperados" bütünüdür. Yani, varlığını örgüte devşirdiği insanların sosyolojik ve ruhi çöküntüsü üzerine inşa eden ve de bunları kasten cinnet safhasında besleyen bir "mikrokozmos" yapıdır.
İki tane yabancı kelime kullandım, bunları açıklamam gerekiyor.
* * *
İSPANYOLCA kökenli olarak uluslararası terminolojiye girmiş olan "desperados" sözcüğü lûgatte "umutsuzlar" anlamına gelir. Fakat aslında daha geniş bir yelpazeyi kapsar.
Kendilerine şu veya bu "ásil misyon"un vehmedildiğine inandırıldıktan sonra ipleri kopartan ve dolayısıyla da kaybedecek şeyi kalmayan fedailar ve serdengeçtiler için kullanılır.
Duruma göre bazen lumpenlik de çağrıştırır. Fakat esas belirleyici nokta fanatizmdir.
Tamam, "fanatik" kelimesi dini ve imáni içerikle bütünleşiyor ama, isterse süper laik ve ultra ateist olsun, "desperados" da işte aynı dini ve imáni inanç dogmalarıyla donanmıştır.
Ruhi kimliği "kutsallık", "tabusallık", "ûlvilik" şablonlarıyla şekillenmiştir.
Bunun "seküler" (!) bir söyleme yansıyor olması ise özü hiçbir şekilde değiştirmez.
* * *
DEĞİŞTİRMEZ ve nitekim, zaten belki mevlit şekeri ve irmik helvası bile dağıtıyordur ya, láfta materyalist ve marksist geçinen PKK kendi militanı öldürüldüğünde en cafcaflı din terminolojisine başvurarak, "şehádet mertebesine erişti" (!) diye buyuruyor.
Yahut daha beteri ve sonsuz hazini, cennette bakire hûri mi, yoksa Kalaşnikof filinta mı vaadettiğini bilemeyeceğim ama, El Kaide’ye taş çıkartacak biçimde ve "imáni fanatizm"i en zirveye vardırarak, "intihar saldırısıyla" terör gerçekleştirecek adam dahi bulabiliyor.
Zaten de "desperados"lar çoğu defa karşımıza, çevresi ve şartlanması itibariyle, dini fanatizmden laik fanatizme sıçrayan ve "mikrokozmos"a balıklama dalan kişi olarak çıkıyor.
* * *
YUNÁNİ kökenli bu "mikrokozmos" sözcüğü ise küçük ve içsel birimleri tanımlar.
Böylesine bünyeler ve mensupları "sıradan hayat"la, dış dünyayla ve onların bütün parametreleriyle bağları keserek, kendilerini hariçten tamamen soyutlamış olurlar.
Dahili çerçevede başka parametreler, başka değerler, başka adetler oluştururlar.
Yalnız ve yalnız bunları geçerli, meşrû ve yine "kutsal" addederler.
Başka bir deyişle, aynen, ruh sağlı bozuk insanı evrenden kopartarak beyni kemiren o çok vahim şizofreni hastalığındaki gibi, "mikro" ölçekli "kozmos" organizma üretirler.
* * *
YUKARIDA tekrar "kutsal" kelimesini kullandım. Çünkü, "mikrokozmos"larda da tıpkı "desperados"larda olduğu gibi, dini ve imáni bir boyut hüküm sürer. Gölgesi dolaşır.
Buralarda da aynı fanatizmlerin, aynı tabuların, aynı dogmaların hortlağı gezinir.
Artı, yine aynı şekilde, bunların laik, seküler háttá ateist olanları da ibadullahtır.
Örneğin, bizde "Aczmendiler", İsevilikte "Vaftizciler", Yahudilikte "Hasidikler" gibi "sekt" anlamındaki tarikátları iyi kötü bir "dini" sıfatıyla özdeşleştirebiliriz.
Fakat, başta komünist partilerindeki "kadrolar" olmak üzere, filanca Latin Amerika ülkesinde kokain ticaretiyle iştigal eden ve bunu "davá" gerekçesiyle açıklayan "sol" (!) gerilla grubu; yahut, devede kulak taraftarına rağmen binbir melánete başvuran Bask tedhiş örgütü ETA, hayattan ve gerçekten kopuk "mikrokozmos"ların birer "laikleşmiş" biçimidir.
* * *
İŞTE, ipini koparmışlardan "desperados" devşiren PKK da bu son kategoriye giriyor.
Ancak, mensuplarını uzun uzun psikanaliz kanepesine yatırmak gibi lüksümüz yok!
Fakat, biz şizofren olmadığımıza göre, onun fanatik pususuna düşmeyecek kadar akl-ı selimimiz ve ruh sağlımız var ve de mutlaka olması gerekiyor ki, buna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2007
BAŞTA "ulus devlet - üniter devlet - laik devlet" ilkeleri olmak üzere, 1923 Cumhuriyeti’mizin modernist "öz"ünü paylaştığım ama onların "biçim"lerinde ayrıştığım Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ, farklı etnisiteleri kastederek şu ifadeyi kullandı. "Aidiyet duygularına, kültürel boyutta kaldığı sürece saygı gösterilmelidir". Ne mutlu ve de hele şükür!
* * *
NE mutlu, zira hepimiz biliyoruz ki, isim zikretmese dahi Bağbuğ burada esas olarak Kürt kökenli yurttaşları çağrıştırıyor. Dolayısıyla da, farklı bir mevcudiyeti onaylamış oluyor.
Fakat aynı zamanda da hele şükür!
Çünkü, bırakın "saygı"yı falan, başta Komutan’ın mensup olduğu kurum, Cumhuriyet İdeolojisi daha düne kadar bizzat o etnisititeyi ve o aidiyeti toptan inkár ediyordu. Hep de etti.
Bizim ulus devletimiz kuruluş anından itibaren, kávminin adını bile "yok" saydığı bir insan grubunun kimliğini reddetti. Onların bunu unutmasını istedi. Zorunlu kıldı.
Zaten bu satırlar yazarı dahi 12 Eylül’ü izleyen askerliği sırasında, Kürt olmadığına ve sözcüğün karda yürürken çıkan "kart kurt" sesinden türediğine dair "eğitim" (!) gördü.
Elimizi vicdánıza koyun, en asgári bir "saygı"dan bile söz etmek mümkün müdür?
* * *
LÁKİN, genelde ulus devletlerin; özelde de, çok dinli ve çok etnisiteli imparatorluklar sonrasındaki ulus devletlerin sonsuz zor oluştuğunu bildiğimden, öyle ağlayıp sızlanmıyorum.
Başka bir deyişle, şüphesiz, "vicdániyetçilik", "hakkaniyetçilik", "ahlákiyatçılık" mümkün mertebe riayet edilmesi gereken sonsuz insani ve sonsuz beşeri erdemlerdir.
Ama heyhat ki, aynı insanlığın ve aynı beşeriyetin tarihinde bunlar fazla yer tutmuyor.
Devása bir kaos olan o tarih ne vicdáni, ne hakkáni, ne ahláki bir seyir izliyor.
O halde, tamam, geçmiş acılara yüreğim yanıyor ama yine de dobra konuşacağım.
* * *
EĞER Cumhuriyet’in dayatmak istediği "kimlik inkárı" tutmuş; yani Kürtler tümden asimile edilebilmiş olsaydı, ben burada çok pragmatik davranır ve de ancak "ne álá" derdim.
Evet "vicdáni" olmayacaktı ama ya zarla zorla, ya da balla şekerle o "etnik aidiyeti" özümsenmiş kávimler yukarıdaki kaos tarihte sayısızdır. Ben de işi "becermiş" sayılacaktım.
Ve, modern ulus devlette üst noktaya vardığıma göre de, bunu hiç "kaşımayacaktım".
En kabadayısı, Hollanda’nın Frizler, Danimarka’nın Eskimolar, Kanada’nın Siular için yaptığı gibi, tüketim toplumlarına özgü bir lüksle "folklorik günáh" çıkartırdım ki, nokta.
* * *
OYSA benim böyle bir lüksüm yok! Farklı yol izleseydim başaracağıma dair bir senet de yok ama, işte her halükárda şimdi göz çıkartıyor ki yukarıdaki asimilasyon tam tutmadı.
İllá rasyonel temele oturmayan ve oturması beklenemeyecek olan "kimlik aidiyeti" refleksi seksendört yıldır yaşıyor ve de daima "Kürt aidiyet talebi" olarak karşıma çıkıyor.
Artı, inkárcılığa duyulan tepki ve şu lánetli postmodern zamanların fışfıkladığı "gayr-ı mantiki" dinamikler işi daha da "sarpa sardırıyor". Belá bir coğrafya da tuz biber ekiyor.
Zaten bunun içindir ki, "kart kurt eğitimi" (!) vermiş ordu kurumu komutanı dahi "aidiyet duygularına saygı duyulmalı" demek noktasına geliyor. Buna ihtiyaç hissediyor.
Ve, ben artık eski "biçim"de inat edemem. Dün tutmayan bugün hiç tutmayacak. Bitti.
Dolayısıyla da, "ulus devlet - üniter devlet - laik devlet" eksenli 1923 Cumhuriyeti’ min "öz"ü korumak ve yaşatmak için şimdi başka "yöntem" aramak ve sunmak zorundayım.
Bunu başarabilmek için de ilk ve temel aşama, velev ki "ben" öyle algılamayayım ve aksini söyleyeyim, kendini farklı hisseden bir "öteki"nin "Türk" kelimesini aynı zamanda ve bilhassa, onu o "ben"im etnik aidiyetimle bütünleştirdiği gerçeğini görmekten geçiyor.
Yazının Devamını Oku