10 Kasım 2007
"KEŞKE tabutları gelseydi"! <br><br>İnabiliyor musunuz, adam aynen böyle kelám buyuruyor. Hani can, insan canı, insancık canı ama, Doğu Perinçek adlı kişi işte bunu söylüyor.
Yani, dehşet bir fütursuzlukla, PKK’nın serbest bıraktığı esir askerlerimizi kastediyor.
Breh breh breh, "keşke tabutları gelseymiş".
* * *
YUKARIDAKİ korkunç densizliğe dayanamayan perşembe günkü medya "haber"i (!), "insaf yahu, sen misin bunu demeye cüret eden" misáli verdi.
Yani, daha dün Türk - Kürt federasyonu isteyen fakat rüzgar dönünce ultra "ulusalcı" kesilen malûm maocunun henüz "irşada ermeden" (!) önce, Bekaa Vadisi’nde Apo’yla sarmaş dolaş gerilla "teftiş ederken" çekilmiş fotoğraflarını yayınladı.
Ve tabii ben soruyorum, hey efendi, senin oğlun da rehin kalsa, "kahraman asker esir düşmez. Şehit olmadığı için evlátlıktan reddettim" diye yine ahkám kesebilecek misin?
Yoksa, saçının teline hálel gelmesini engelleyebilmek uğruna, o Bekaa Vadisi’nden mevcut "kontaklar"ını devreye sokmak için hop oturup, hop mu kalkacaksın?
Sonra, Allah hiç birimize göstermesin ama lehimli çinko kutu içinde kefene sarılmış kendi çocugunu da kargo uçağından almaya gitsen, "iyi ki tabutu geldi" diyebilecek misin?
* * *
ÖLMEDİKLERİ; kurtuldukları; aile ve kışlalarına kavuştukları için ferahlamak varken, sanki yaşamaları bir suçmuş, bir cürümmüş, háttá bir ihanetmiş gibi, sekiz askerimizin serbest kalması ertesindeki "kan demagojisi" açık açık, "keşke tabutları gelseydi" raddesine vardırılıyor.
Aynı "kan demagojisi" üzerinden de siyaset parsası toplanmaya çalışılıyor.
Ama hadi kabul, hangi kılığa girerse girsin zaten ebediyen binde sıfır virgül sıfır küsürata mahkûm olmuş olan "maocu - ulusalcı" partiyi ve onun yine ebedi şefini fasulyeden sayalım.
Kabul de, sonraki teviline rağmen Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’den "milliyetçi hassasiyet"ten çevrelere; artı, "ulusalcı" yaftalıların internet aracılığıyla yaydığı iftiralardan, aynı meşrebe mensup bazı kalemşörlerin yine "kan"la yazdığı satırlara, hep şu hava estiriliyor.
Sanki o sekiz askerimiz PKK karşısında teslim olmakla vatana "ihanet" etmiş oldular.
* * *
CİDDİ mi söylüyorsunuz? Yoksa alay mı ediyorsunuz?
Yoksa yoksa, fiili bir muharebe yaşamanın sinema yahut televizyon ekranı önünde çerez atıştırarak "Rambo" veya "Kurtlar Vadisi" filmlerini izlemek mi olduğunu sanıyorsunuz?
Daha yoksa, Murat Belge’nin yazdığı gibi, "savaş" olayının doğasında "tutsaklık" diye bir olgunun varolduğunu ve bunun "olağan mümkünlük" addedildiğini bilmiyor musunuz?
O modern savaş tarihinde bu tutsaklığı ihanet saymış ve safa dönebildikleri takdirde bile kendi esir askerlerini kurşuna dizmiş yalnız üç rejimin bulunduğunu da hatırlamıyor musunuz?
Yani, yoksa, daima "kan demagojisi" üzerinde yükselmiş olan bir Nazi Almanya’sının, bir komünizm Rusya’sının, bir militarizm Japonya’sının "tabut ideolojisi"ni mi istiyorsunuz?
Hayır, asla kimsenin "keşke tabutları gelmesin" ve keşke, hep müjdeleri gelsin!
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2007
KUZEY Irak Kürt Yönetimi gazetecilerin Kandil Dağı’na girmesini yasaklamış. Yok canım, kendi hesabıma üzülmedim. Gazetecilik aşkına ve "scoop" patlatacağım diye vızır vızır mermi altında ve dilim ağzımda, dere bayır tırmacak değilim. Daha neler!
Darısı genç meslektaşların başına, benim yaşım kemále erdi ki, o defteri en son İgman Dağı’ndan Saraybosna’ya inerken ve Çetnik tarrakasını ensemde hissederek kapattım.
* * *
DOLAYISIYLA, esas endişem, Kandil Dağı’na ilişkin olarak yabancı medyada yayınlacak yeni röportajları artık izleyemeyecek olmamdan kaynaklandı.
Çünkü, bu röportajlar bizimkisine sansasyon yönüyle yansıyor ya, eh ben de bir nebze yabancı dil bildiğimden, bazen işgüzárlık edip onların can alıcı noktalarını buraya taşıyorum.
İşte bugün de aynısını tekrarlayacağım ve yine Fransız "Le Monde" gazetesinde Patrice Claude imzasıyla yayınlanmış olan satırlardan bir bölümünü aşağıya aktaracağım.
Aktaracağım ki, savaş dümbeleklerinin çaldığı şu günlerde "öteki taraf" da bilinsin.
Ve bilinsin ki, akl-ı selimin üstün gelebilmek şansı hálá mevcut olsun.
* * *
" ’TÜRKLER mi? İşte yukarıdalar, görmüyor musunuz?’
Yemyeşil Kani Masi vádisine kuş uçumu bakan dağın tepesinde, taş bir barikatın arkasından bir kaç siluet ve direğin tepesinden dalgalanan kırmızı bayrak seçiliyor.
Hayret! İşgal başladı mı? Yukarıdan bizi gözetleyen askerler, bölgeye yüz bin kişi göndermek tehdidinde bulunan güçlü Türk ordusunun öncü kuvvetleri mi?
Türk sınırına bir mermi atımlık mesafedeki bu küçük köyün ’ağası’ Ömer May gülerek ’hayır, hayır’ diye atılıyor.
’Son günlerde takviye geldi ve belki beş yüz asker ama bilmiyoruz. Garnizon en az bir on yıldır orada. Sorun çıkartmıyorlar. Bazen köye inip bakkaldan su ve şekerleme aldıkları oluyor. Parasını ödüyor ve tekrar kamyonlarına binerek yukarı çıkıyorlar" diye ekliyor.
* * *
"MASSİ’nin birkaç on km batısında, Begova’dan tam önce, haniyse yol boyunda, yarım düzine zırhlı aracı; bir o kadar taarruz tankı; top bataryaları; ve, çevrelenmiş makinalı tüfek yuvalarıyla, daha ağır teçhiz edilmiş güçlü bir Türk garnizonu daha var.
Sınır bölgesinde en az üç tanesi daha mevcut olan bu Türk mevzileri, yirmi üç yıldır Irak dağlarını mekán tutan PKK ayrılıkçılarını izlemek ve sızmalarını önlemek amacıyla TSK’nın gerçekleştirdiği sayısız - ve sonuçsuz - harekátların birisinden sonra, teorik olarak, 1997 yılında imzalanan anlaşma uyarınca orada bulunuyorlar.
Diğer bir hudut köyü olan Duri’deki Aya Yorgi klisesinin zangocu Mihail Ziya, ’ahali tabii ki korkuyor. 1997’deki Türk topçu ateşiyle kilisenin yıkıldığını kimse unutmuyor. Tekrarı istenmiyor ama bir aydır da hemen her gün yine gülle düşüyor’ diye konuşuyor.
* * *
"PEKİ, bütün bunların içinde ya PKK ásileri? Ömer May gülerek, ’aráziyi ceplerinin içi gibi biliyorlarlar. Hiç görmüyoruz. Onlarla bizim aramızda kan var! Köylere inmiyorlar. Yaralansalar bile kendi dağlarında ölmeyi tercih ediyorlar’ diye ekliyor.
Bölgenin en büyük yerleşim birimi Amadiya’da, eşraftan Fehmi Salman, Türkler girdiği takdirde Irak Kürtlerinin de PKK’lı ’kuzenler’in yanında çarpışacağına inanıyor.
Kani Massi’de ise Ömer May bir Kürt atasözünü tekrarlıyor: Güçlü bir düşman tehdit ederse, uzûvlardan birisini kesip hayatta kalmak, bütün vücuduyla ölmekten evládır’."
* * *
ŞİMDİ bunu ben söylüyorum: Umalım ki akl-ı selim galebe çalar ama, bir "vukuat" durumunda ilk ihtimalin mi, yoksa ikinci atasözünün mü geçerlilik taşıyacağını bilmiyoruz.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2007
"OYSA bizler o dönemde ’Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Ortalıkta, karda yürürken kart-kurt sesleri çıkarttığı için Kürt denilmiştir diye tarifler dolaşıyor". Dün dediğim gibi, eski Jandarma ve Karakuvvetleri Komutanı, emekli Orgeneral Aytaç Yalman imzasını taşıyan bu sözler aynı zamanda konunun "bam teli"ni yakalıyor.
Yani dolaylı yönden, ortada bir Kürt sorunu değil bir Türk sorunu olduğunu ispatlıyor.
Peki, neden Kürt değil de, "Türk sorunu"?
Cevaba gelmeden önce, yanıtı kolaylaştıracak bir parantez açacağım.
* * *
ENGİN Ardıç da aynı sözlere ilişkin olarak önceki gün yazdığı makalede, "Sizi hiç olmazsa yanlış eğitmişler, bizi hiç eğitmediler ya paşam" diyordu. Tabii ki öyleydi!
Eğitilmek ne kelime, sanki Kaf Dağı’nın ötesindeki yecüc mecüclermiş gibi, biz Kürtleri daima ve daima, yarı var - yarı yok insanlarmış gibi algıladık. Öyle algılandırıldık.
Nitekim, hatırladığım kadarıyla, ortaokul ve lise tarih kitaplarında Kürt kelimesi yalnız "Kürt Teáli Cemiyeti" gibi bir olumsuzlamayla geçiştirilirdi. Anlayabilene aşkolsun!
Oysa, ben ki kitap kurdu bir yetişkinim; artı, tek tük hecelediği Türkçede yumuşak "g"leri telaffuz edemeyerek "agam" diyen Ramazan’ın Kürt olduğunu biliyorum.
Fakat aslında hiçbir şey bilmiyorum.
* * *
BİLMİYORUM, zira Kürt nedir ve niçin öyle denilmektedir, esas onu bilmiyorum ki!
Müslüman ve Diyarbakırlı Ramazan neden Türkçe konuşamıyor?
Diğerleri onu niye "alaverá dalaverá, Kürt Memet nöbete" diye maytaba alıyor?
Aptal değilim, "öteki" kimliği taşıdığını ve "ben"den ayrıştığını tabii ki farkediyorum.
Oysa, söz konusunun ayrışmanın kökeni hakkında ne fikrim, ne de öğretenim var!
* * *
HATTA öyle ki, "cinnet yılları" girizgáhında, on altı yaşıma doğru TİP militanlığına soyunduğumda, partide "Doğulular Grubu" denilen bir kümelenme olduğunu görüyordum.
Ama orada da Kürt kelimesi kullanılmıyor. Veya, sanki sır verilirmiş gibi kullanılıyor.
Dolayısıyla, yemin ediyorum ki, Kürtlerin gerçek kimliğini öğrenmeye ve kendi tarihimiz içindeki yerini az çok araştırmaya başlayışım yirmili yıllarımın ilk yarısına uzanır.
Orgeneral Yalman’ın değindiği ve bana topçu tugayında nasip olan "kart-kurt" türü "eğitim"i geçersek, tüm Cumhuriyet kuşakları gibi ben de Kürtler bab’ında asla eğitilmedim.
* * *
İŞTE, Kürt sorununun aslında bir "Türk sorunu" olması da buradan kaynaklanıyor.
Zira, siz onun sıfatını dahi reddederek "öteki"ni yok sayıyorsunuz. İnkár ediyorsunuz.
Elinizi vicdánınıza koyun, bu, en önce benim sorunum; háttá suçum değil midir?
Hele hele, özrü kabahatinden büyük, Kürtler az biraz "hayır, ben ’sen’ değilim, ben ’ben’im" demeye başladığında, son çareyi kart-kurt" (!) "eğitimi"nde arıyorsunuz.
O güne dek ismini dahi anmadığınız insanlara "sus, ’sen’ değil ’ben’sin" diyorsunuz.
Ve böyle yaparak da aslında çift taraflı bir şovenizmin değirmenine su taşıyorsunuz.
* * *
İNKÁRCILIĞIN doğal olarak körüklediği Kürt milliyetçiliğini zaten geçiyorum.
Ama bir de, "öteki"nin olmadığı; veya "ben" olduğu söylemiyle şartlandırılmış iyi niyetli kitlelerde, "yeni" (!) Kürt taleplerine karşı Türk milliyetçiliği kızıştırmış oluyorsunuz.
Etki-tepki ilişkisi içinde de bunlar birbirlerini besliyor ve üst raddeye tırmanıyorlar.
Oysa, madem yukarıdaki kasti suskunlukla; daha beteri, "kart-kurt" eğitimiyle Kürt sorununu bir "Türk sorunu" olarak ben yarattım, o halde önce kendi sorunumu çözeceğim.
Yani "sen"in "ben" olmadığını dobra dobra kabulleneceğim ki, "biz"de buluşacağım.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2007
TEKER teker anlaşılsın diye, önce uzuncana bir alıntıyla başlayacağım: "Sorunun (Kürt) sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye’nin bunu o boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Ancak, maalesef yapılamadığını görüyoruz. (?)
Sorunun sosyal boyutu?
Bu açıdan, o aşamada sorunun ’kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz.
Dilini konuşmak; şarkısını, türküsünü söylemek ve dinlemek; kültürünü yaşamak istiyor".
* * *
"OYSA bizler o dönemde ’Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz."
Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz.
Ortalıkta, işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıkarttığı için Kürt denilmiştir diye tarifler dolaşıyor.
O dönemde, sosyal istekleri bile biz ’yıkıcı faaliyet’ olarak görüyoruz.
Bu durum da iki noktayı gösteriyor: Bir; biz olayın sosyal yönünü görmemiş, dolayısıyla da sorunu zamanında görememişiz. İki; Bir asimilasyon olmamış.
Bunlar önemli tesbitler!"
* * *
HAYIR, yağma yok efendim! Bu defa bana yine o rezil, o balçık, o pespaye "bölücü", "satılmış", "Sevr yandaşı" veya "vatan haini" çamurlarını sıçratamazsınız.
Çünkü, okuduğunuz satırların tek bir kelimesi dahi benim ağzımdan çıkmadı.
Fakat doğru, aynı satırların altına derhal imzamı atarım. Atmaya hazırım. Attım bile!
Zaten, yaklaşık çeyrek yüzyıldır da hemen hemen hep aynı şeyleri yazıp çiziyorum.
Ama yine de, yukarıdaki saptamaları ben değil emekli Orgeneral Aytaç Yalman yaptı.
Hepsi, cumartesi günkü "Milliyet"te Fikret Bilá’ya vermiş olduğu mülákatta yer aldı.
Ve tabii ki, burada biraz durmak gerekiyor.
* * *
ÖYLE, çünkü emekli Orgeneral lálettayin bir kişi değil! Sıradan bir asker de değil!
İlkin Jandarma Genel Komutanlığı, sonra da Kara Kuvvetleri Komutanlığı gibi en üst görevleri ifá etmiş bir rütbeli ki, bunlar dünyanın her ordusunda zirve anlamına gelir.
Üstelik, Yalman, oralardaki konumu gereği PKK’ya karşı ilk safta mücadele yürüttü.
Aynı konumundan dolayı da, Kürt sorununun ıcığına cıcığına vakıf olacak bilgi edindi.
Ve daha üstelik, eski rivayetlerde Kara Kuvvetleri Komutanı hep "şahinlerin şahini"; yani "cihet-i askeriye" içinde dahi Kürt sorununa en katı yaklaşan komutan olarak sunuldu.
Her halükárda, yine Bilá’dan öğrendiğimize göre, ölen askerlerimiz için "Şehitler Oratoryosu"na libretto yazacacak kadar va-tan-per-ver olan Orgeneral Aytaç Yalman’a "bölücü" diye çirkef atabilecek bedbaht, umalım ki henüz anasının karnından doğmamıştır.
* * *
PEKİ, bizi hedef gösteren o iğrenç, o rezil, o alçak iftiralar n’olucak?
Üniformasız siviliz diye hep okka altına mı gideceğiz? Hep vurun abalıya mı olacak?
Bugün Yalman’ın ifade ettiği nesnel ve somut saptamaları a-y-n-e-n ve üstelik çeyrek yüzyıldır ısrarla söylediğimiz için bizlere küfür savuranlar; dava açanlar; mahpusa tıkanlar; háttá kurşun sıkanlar, Orgeneral’in gerçekten t-a-r-i-h-i tespitleri karşısında ne diyecekler?
Yoksa yine, "Kürtler, Türklerin koludur ve kelime karda yürürken çıkan kart-kurt sesinden türemiştir" diye, ezelden beri beynimizi yıkayan mavalı mı tekrarlayacaklar?
Eğer öyleyse, o halde, dürüst ve açıkyürekli Orgeneral’in bu tarihi açıklamasındaki en ha-ya-ti noktadan, yani "bizler, Kürt yoktur diye eğitilmişiz" itiráfından yola çıkacağım.
Dolayısıyla da, Kürt sorunun özünde bir "Türk sorunu" olduğunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2007
Çantayı açıp içinden kasketi çıkartıyorum ve mümkün mertebe formuna sokup tekrar başıma geçiriyorum. Gayet "hanım evládı" bir çocuk edasıyla aile ocağına avdet ediyorum. Ancak biliyorum ki, işten eve erken dönen bir peder beye; yahut alışverişe çıkmış bir valide hanıma kasketsiz rastlama rizikosu da mevcuttur. Ben okul üniformasını severim!
Ve gördünüz, sözümün de eriyim. Ağzımdaki baklayı hemen çıkarttım.
Çünkü, geçen pazar da yazıya aynı cümleyle başlamıştım.
Fakat şu farkla ki, "okul" kelimesini zikretmemiştim.
Sonra da her bir üniformada kadı kızı kusuru keşfederek ve hangisini sevdiğime ilişkin o baklayı dilimin altında saklayarak, sırrı ancak bu hafta açıklayacağımı söylemiştim.
Siz sağ, ben selámet, işte şimdi öğrenmiş oldunuz.
Evet evet, ilkokul, hatta anaokulu önlüğünden itibaren, öğrencilerin tá üniversiteye kadar giydiği; daha doğrusu benim giyinmelerini arzuladığım üniformaları çok severim.
Fakat burada derhal parantez açıp, dobra dobra bir itiraftá bulunacağım.
Bu üniforma sevdam kendim için hiçbir zaman geçerlilik taşımadı.
İlkokulu tabii ki háriç tutalım, tam tersine, böyle kıyafetlerden daima nefret ettim.
Nitekim, işin aslına bakarsanız sonsuz hayret edilecek bir mucizedir ya, gönderildiğim Fransız Cizvit mektebinin sınıflarında, avlularında ve koğuşlarında müthiş bir garnizon disiplininin hüküm sürmesine rağmen, öyle kesin bir giyim kuralı yoktu.
Belki de yatılı öğrencilerin varlığından dolayı, buradaki vida kısmen gevşek sıkılmıştı.
Neyse, bunu öğrendiğim an sevinçten uçmuştum.
Kabul, müdür "birader" ilkin ceket-kravat demişti ama, sonra bu da çabucak tavsadı.
Çapulculuğa varmasa dahi, hemen hepimiz hırpaniliğe yakın giyinirdik.
BONJURUN BATSIN
Ancaak, benim değil ebeveynlerimin heves ve ısrarıyla hazırlık birinci, hatta ikinci sınıfta bile kasket takmak zorunda kaldığım oldu. Haftalarca ve aylarca ağladım.
Hele hele, yağmurlu günlerde o naylon siperliği üzerime geçirmemek için, gökten rahmet yağmasın diye dua ederdim.
Çünkü elimle koymuş gibi biliyorum, daha okulun civarına yaklaşmaya başladığım an, yolda rastlayacağım benden büyük bir öğrenci, yahut da sınıfımdaki "kasket ásileri"nden (!) birisi serpuşu arkadan iterek "N’aber anne kuzusu" veya "Bonjur hanım evládı" diyecek.
Elinin körü ve de "bonjur"un batsın!
Sanki bu koleje girebilen her öğrenci zaten eninde sonunda "anne kuzusu" ve "hanım evládı" değil mi ki, senin başında benimkisi gibi zebániler kılıç sallamıyor diye, şu meret kasket yüzünden, kendi aidiyetini de inkár etmek şansına sahip bulunabiliyorsun.
Neyse, bir müddet sonra ustalaştım. Ustalık ne kelime, üstád-ı azám kesildim.
Evden çıktım mıydı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek misáli, köşeyi dönene dek lacivert kumaşlı ve altuni armalı kasket başımda, "iftiharla" (!) ve paşa paşa yürüyorum.
Sabahın köründe işlerine giden konu komşu da yolda bana rastlarsa, "Ah evládım, Frerler Mektebi’ne de pek bir yakışıyorsun. Allah zihin açıklığı versin" diyor.
İçimden "Allah sizin de müstáhakınızı versin, amin" diyerek köşeyi döndüğüm; yani artık ebeveynlerimin pencere açısından kurtulduğum an ise, bittiiii!
Melûn kasketi derhal başımdan çıkarttığım gibi, ite kaka ve siperliği eğirip bükmek pahasına doğru okul çantasına veya jimnastik torbasına tıkıyorum.
Oh, dünyalar varmış, şimdi tramvaya veya otobüse rahat rahat binebilirim.
Binebilirim ve paso biletimi aldıktan sonra da, benimle aynı istikámetten kendi okullarına gitmekte olan Bağlarbaşı Amerikan Kız Koleji’nin; Moda Kız Lisesi’nin; yahut da bilhassa, Notre Dame de Sion Fransız Kız Koleji’nin o güzelim üniformalı, o güzelim öğrencilerine ferah ferah bakabilirim.
AH O EKOSE ETEKLER
Ah ekose etekli, gri hırkalı, lacivert soketli ve ceketli kız, benden yana şöyle gizli bir göz atmak tenezzülünde bulunsan ya!
Seninle "konuşabileceğim" (!) umuduyla okulu derhal "kırarım" (!) ve vapurda güverteye çıkarsan da, sanki tesadüfmüş gibi, ben de oraya gelirim.
Lánet olsun, işte o tenezzülü göstermedi ve biletçi de "Altıyol" diye bağırdı.
Sonra, okul dönüşü tabii ki yine aynı senaryoyu tekrarlıyorum.
Çantayı köşebaşında açıp içinden kasketi çıkartıyorum ve mümkün mertebe formuna sokmaya çalıştıktan sonra da tekrar başıma geçiriyorum.
Gayet uslu ve gayet "hanım evládı" bir çocuk edasıyla aile ocağına avdet ediyorum.
Ancak biliyorum ve farkındayım ki, işten eve erken dönmekte olabilecek bir peder beye; yahut alışverişe çıkmış bir valide hanıma herhangi bir güzergáhta ve başım kasketsiz rastlamak gibi korkunç bir talihsizliğe düşmek rizikosu da mevcuttur.
Ve, bu takdirde o melûn ve o meşûm kasket armasından itibaren ve siperliği de dahil bana çiğ çiğ yedirileceğinden, aman Hadi Efendi gözünü dört aç ve de tongaya basma!
Hay Allah, "gözünü dört aç" falan derken işte láf da láfı açtı ki, parantezi kapatmayı unuttum.
Dolayısıyla, kendimde değil başkalarında sevdiğim okul üniformalarına neden, niçin ve ne zamandan beri "aşk" duyduğumu anlatacak yerim ve zamanın kalmadı.
Ama biliyorsunuz ve zaten ispatladım, sözüm söz olduğuna göre, hadi bu da gelecek pazara kalsın.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2007
ERDAL İnönü’yü çok, ama çok severdim. Vefat haberini duyduğumda da burnumun direği sızladı. Hüngür ağlayasım geldi.
Yemin ederim ki, Turgut Özal hariç, reşit çağa geldikten sonra ölümüne gerçekten üzüldüğüm yegáne siyaset simásı, yarın toprağa vereceğimiz müteveffa SHP lideri oldu.
* * *
YUKARIDA, "siyaset simásı" deyimini kasten kullandım.
Çünkü, Erdal İnönü o siyasette yalnız ve yalnız bir çehreydi. Hepsi bu kadar!
Yani, asla "siyasetçi" değildi ve olmadı.
Hele hele, kináyeli anlam verdiğimiz "politikacı" hiç mi hiç olmadı.
Zaten metazori girdiği arenadan "rüzgár gibi geçti" ki, şahsında topladığı "uslûp", "adáp", "etik" gibi erdemleri tribüne dahi miras bırakamadı.
Evet evet, Türkiye siyasetinde İnönü’nün "simá"sından başka hiçbir şey kalmadı.
* * *
PEKİ, madem ki "siyasetçi" ve "politikacı" değildi, teorik fizik alanında zaten kanıtlanmış olan bilimadamlığını saymazsak, Erdal İnönü neydi?
"Babasının oğlu" muydu?
Şüphesiz ki biraz öyleydi!
Zira, bizde yerleşmemiş olan "siyasi hanedan" geleneğinde tek istisnayı oluşturması bir yana, üstelik de "İkinci Adam" gibi bir şahsiyetin "mahdum beyi" kimliğini taşıyordu.
Bunlar İnönü’nün siyasi parkurunda yabana atılmayacak unsur olarak ortaya çıktılar.
Ancak, onu "babasının oğlu" tanımıyla sınırlamak korkunç haksızlığa tekábül eder.
Çünkü, Erdal İnönü bilhassa ve bilhassa "babasını aşan babasının oğlu" oldu.
Nitekim, eğer bugün çok farklı yelpazelere mensup kişi ve kurumlar eski SHP önderini çok olumlu ve çok yürekten anıyorlarsa, bu, i-n-s-a-n olan İnönü içindir.
Ne "Milli Şef"in "madum bey"i içindir, ne de "altı ok"un hedef tahtası içindir!
* * *
SONRA, Erdal İnönü bir "elit"ti! Ama kelimenin gerçek anlamındaki bir "elit"ti!
Yani, "seçkin" diye bol kepçeden işportaya sunulan "vasat ordusu"na dahil değildi.
Onun kat be kat üzerindeki en zirve gradoya ulaşmıştı. Kremanın bile kaymağıydı.
Kuşkusuz burada, Cumhuriyet yöneticilerinin kendilerine hakiki "elit"i; "avam"a ise tapon "vasat"ı láyık görmelerini eleştirenler çıkabilir. Ama hiç kıymet-i harbiyesi yoktur.
Çünkü bütün tarihte ve bütün dünyada aynı süreç işlemiştir. Aksi de düşünülemez.
Cebeci ilkokulundan sonra "İkinci Adam"ın çocuğunu, "bári eli de sanat tutsun" diye marangoz yanına çırak vermesini istemek ve beklemek kadar ahmak bir şey olamaz.
Dolayısıyla, şanslı olduğu için ne mutlu, evet, küçük İnönü "seçkin" yetiştirilmiştir.
Fakat onun sonsuz büyük erdemidir ki, bütün gerçek "elit"ler gibi bunu hazmetmiştir.
Nitekim, eğer şimdi hep "mütevazı" kişiliği vurgulanıyorsa, bu, oturmuş bir Erdal İnönü’nün kibir seviyesine alçalamayacak kadar k-i-b-i-r-l-i olmasından kaynaklanmıştır.
* * *
VE, ve, Erdal İnönü koca, koskoca bir ç-o-c-u-k’tu!
Zira SHP lideri, "állame-i cihan" insanlarda; özellikle de pozitif bilimlerin teorik ve metafizik boyutlarıyla ilgilenen kişilerde rastlanan türden bir hál ve oluş tarzını yansıtıyordu.
Öyle bir hál ki, dış görünümüne ek olarak, o fizik - metafizik ikileminin yarattığı "gerçeğin hem içinde, hem dışında olmak" durumu, İnönü’yü masûmiyetle donatıyordu.
Öyle bir tarz ki, onu Ermeni Konferansı’na katılacak ölçüde reşit, ama "ulusalcılar"ın arkasından çürük domates attığını ertesi gün gazeteden öğrenecek kadar çocuk kılıyordu.
Toprağın bol ve de fizik teoremlerin cennet oyuncağın olsun koca, koskoca çocuk!
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2007
"LE Monde" gazetesinden dün aktardığım Kandil Dağı röportajında şu pasaj da vardı: "İki haftadır artmakta olan bütün uluslararası baskılara rağmen Irak Kürtleri (?) dikkafalı "kuzenler"inin üzerine (ordu) yollamaya niyetli gözükmüyorlar.
Hayır, öyle etnisite akrabalığı gibi romantik bir gerekçeden dolayı falan değil!
Önce, satır aralarında gözden kaçabilir diye bir kaç noktaya parmak basacağım.
* * *
DİKKAT ettiyseniz, röportajı gerçekleştirmiş olan gazeteci PKK’yı "dikkafalı" diye tanımladıktan sonra "kuzenler" kelimesini kullanıyor ve onu da tırnak içine alıyor.
Yani, terör örgütüyle Irak Kürtleri arasında "yeğenlik", "kirvelik", "emmilik" türü bir dayanışmanın olmadığını, manidarlığı güçlendiren bir işaretle vurgulamış oluyor.
Zaten hemen ardından da, Erbil yönetiminin şimdilik pasif kalıyor olmasında öyle "etnisite akrabalığı" falan aranmaması gerektiğinin altını tekrar çizmek ihtiyacını hissediyor.
Háttá burada yine kináyeli bir "r-o-m-a-n-t-i-k" (!) kelimesine başvurarak, iki Kürt taraf arasında hiç mi hiç "aşki duygusallık"ın söz edilemeyeceğini çağrıştırıyor.
* * *
SONRA, dün okumuştunuz ama yine de hatırlatayım, peşmergelerin PKK’yı Kandil’den sökmek için harekáta girişmemesini bizzat o peşmergelerin yaşadıkları deneyle açıklıyor.
Saddam’ın önünden kaçarken kendilerinin de aynı yere sığındıklarını hatırlatarak, bu tecrübenin onlara, söz konusu coğrafyanın zaptedilemez olduğunu öğrettiğini kaydediyor.
Zaten konuştuğu bir PKK’lının da, "buraları Büyük İskender bile fethedemedi. Ne izin alırız, ne de kimse bizi çıkartabilir" diye "yüksek perdeden gürlediğini" ekliyor.
Şimdi, yukarıdaki çerçeveden yola çıkarak ana hatları saptamaya çalışalım.
* * *
BİR: Genel olarak Kuzey Irak Kürtleri, özel olarak da Barzáni - Tálábani yönetimi PKK’lı "kuzenler"in Kandil Dağı’ndaki mevcudiyetinden hiç mi hiç hoşnut değildirler.
Aralarında ne "romantik", ne de "aşki" bir ilişki mevcuttur.
Zaten hatırlatayım ki, Türkiye Kürtleri "dağlı", Irak Kürtleri ise "ovalı" addedilirler.
* * *
İKİ; Barzáni - Tálábani yönetiminin PKK’ya duyduğu antipati; dolayısıyla da, buna simetrik olarak Ankara’yla arzuladığı yakınlık, aynı zamanda "reelpolitik"e dayanmaktadır.
Çünkü, nispeten tek "sakin" yer olan Kuzey Irak’ta Kürt otonomisi kurmak ve bunu da, zaten iktisadi odağı oluşturan Türkiye’yi "kollayarak" gerçekleştirmek en akılcı yoldur.
Oysa, tedhişçi "vur - kaç"ları bu ideal hedefi, en azından statükoyu baltalamaktadır.
Olası bir TSK harekátı da PKK’dan ziyade Erbil’in üzerindeki Demokles kılıcıdır.
Dolayısıyla da, aynı PKK o mendebur Kandil Dağı’ndan bir def edilebilse, aslında buna en çok sevinecek ve bundan en çok yararlanacak taraf Kuzey Irak Kürtleri olacaktır.
* * *
ÜÇÜNCÜ ve son nokta ki, eğer oradan temizlenemiyorsa, hem yukarıda, hem dün kaydettiğim gibi, bu ne Türkiye’deki "alargalık"tan, ne TSK’daki "taktik eksiklik"ten, ne de "kuzen" (!) aşkıyla, Irak Kürtlerindeki "müsamahákárlık"tan kaynaklıyor.
Kabul, Erbil yönetiminin de kendine göre bir kamuoyuna sahip olduğu ve "kuzenler"e (!) karşı mecburen doz ayarladığı tabii ki bir vakıadır ama, bu, şimdiki aşamada çok tálidir.
Çünkü, PKK’nın Kandil Dağı’nı in tutabilmesindeki esas sorumlu o lánet coğrafyadır.
Zaten artık gizlisi de yok, isteyen internetteki uydu haritalara şöyle bir "zoom" yapsın.
"Zum" yapsın ki, hamaset edebiyatlarındaki o t-u-z-a-k savaş "bum" yapmasın.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2007
AŞAĞIDAKİ listeye uluslararası ajansları ve görüntülü medyayı dahil etmiyorum. Benim izlediğim kadarıyla, İngiltere’de "Guardian", "Times" ve "Independent"; Fransa’da da "Le Monde", Kandil Dağı’nda röportaj yapan yazılı basın organları oldular.
Ve, bu sonuncusuna yansıyan bazı noktalar hayati önem arzediyordu.
Oysa, aynı röportajı zaten gayet kısa biçimde alıntılayan Türk medyası bunları es geçti.
Halbuki, Fransız gazetenin satır aralarında, dün burada sormuş olduğum sorulara, kesin olmasa bile "doğruya en yakın" cevabı getirebilecek çok ciddi ipuçları yatıyordu.
* * *
SORULARI tekrarlayayım, PKK neden sittin senedir Kandil Dağı’nda barınabiliyor?
Sayısız operasyona rağmen niçin hálá ininden çıkartılamıyor?
Vur - kaç yaptıktan sonra da aynı ine nasıl tekrar kaçabiliyor?
Dolayısıyla da, "sorumlu"yu Türk hükümetinin "alargalık"ında; TSK kurmayının "taktik eksiklik"inde ve Erbil yönetiminin "müsamahákárlık"ında mı aramak gerekiyor?
* * *
HAYIR hayır hayır, çünkü aşağıda yalnız o hayati noktalarını aktarmakla yetineceğim ve cuma ve cumartesi günleri Patrick Claude imzasıyla "Le Monde" gazetesinde yayınlanan röportaj, "sorumlu"nun (!) ne Ankara, ne TSK, ne de Erbil olduğunun ispatını tekrar sundu.
Esas "sorumlu"yu bizzat Kandil Dağı’nda aramak gerektiğini gözler önüne serdi
Yani, bütün tarafların elini kolunu bağlayan şeyin coğ-raf-ya olduğunu ortaya koydu.
Zaten, eğer satırları alıcı gözüyle okur ve bunlara bir de eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın yöredeki PKK’lılar için, "tepelerine bomba yağarken, mağarada saz çalıp eğleniyorlardı" dediğini eklerseniz, "sorunlu coğrafya" gerçeğini derhal mimleyeceksiniz.
* * *
"BURADA dünyanın en mükemmel doğal kalelerinden birisi başlıyor.
Göz alabildiğine kabak dağlar, binlerce mağara, zıpkın uçurumlar ve kerpiç ve taştan yapılmış bir kaç sefil köy kümelenmesi(...)
İki haftadır artmakta olan bütün uluslararası baskılara rağmen, Irak Kürtleri şimdilik, sahip oldukları yüz bin kişilik peşmerge ordusunun bir tümenini dahi dikkafalı "kuzenler"inin üzerine yollamaya niyetli gözükmüyorlar.
Hayır, öyle etnisite akrabalığı gibi romantik bir gerekçeden dolayı falan değil!
Sadece, geçmişte Saddam’ın askerlerinden kaçarken kendileri de oraya sığınmış olduklarından, bizzat tecrübeleriyle biliyorlar ki, Kandil Dağları zaptedilemez.
Zaten de gizli servis şefi Masmur Barzani El Cezire ekranında bunu kabullendi.
Nitekim, bizi yol kenarındaki bir mazgalda kabul eden "komutan" Bozan Tekin (PKK’lı kastediliyor) "buraları Büyük İskender bile fethedemedi" diyerek gülüyor. (...)
* * *
"OYSA Erbil yönetimi, eski iki düşman kardeş Tálábani ve Barzani’nin ağzından, PKK faaliyetlerinin kendi projesini engellediğini açıkça söylemekten çekinmiyor. Artı, Talábáni daha şimdiden "ya silahı bırakın, ya Irak Kürdistan’ını terkedin" diye rest çekti.
Bazıları da, Ankara’nın Kürt özerk yönetimi tanımasına karşılık geniş çaplı bir Türk... Amerikan harekátına yeşil ışık yakılması için alttan alta pazarlık öneriyorlar.
"Kumandan" Tekin ise, "bu dağlar Kürttür. Kalmak için kimseden izin alacak değiliz! Dünyadaki hiç kimsede de bizi buradan çıkartamaz" diye yüksek perdeden gürlüyor".
* * *
EĞER kör değilsek, zaten öyle kör kandil falan da değil, yukarıdaki röportajın Kandil Dağı’na ve ötesine ilişkin olarak sorduğumuz suallere bin vatlık projektör tuttuğunu görürüz.
Ve cevabı onun ışığında bulmalıyız ki, mağaraların karanlığına sürüklenmeyelim!
Yazının Devamını Oku