Hadi Uluengin

İki acayip seçim

4 Aralık 2007
DÜNYA basınından yorum aktaran Fransız "Courrier International" dergisi cuma sabahı şu kapakla yayınlandı: "2 Aralık Darbeleri - Putin ve Chavez: Acayip demokratlar". Bu manşetle, biri Rusya’daki genel seçimler, diğeri de Venezüella’daki anayasa referandumu olmak üzere, her iki ülkede önceki gün gerçekleşen oylamalar çağrıştırılıyordu.

Oysa dergi yanıldı! Yahut, birini "tutturdu" da, öbüründe "çuvalladı".

Zira, dün, Vladimir Putin’in partisi "Birleşik Rusya"nın "malı götürdüğü" anlaşıldı.

Zaten beklendiği gibi, oylama, KGB kökenli Moskova lideri için bir plebisit oluşturdu.

O halde rahatlıkla diyebiliriz ki, doğu cephesinde yeni bir şey yok"!

Çar 1. Vladimir’in saltanatı 8 Mart başkanlık seçimleri ertesinde de aynen sürecektir.

Yani, işte ayan beyan ortada, kızıl veya beyaz Rusyalar daha epey müddet, Kiev hanlığından beri iliklerine işlemiş olan "nev-i şahsına münhasır" otokrasiyle yönetilecektir.

Oysa Venezüella’da aynı şey gerçekleşmedi!

* * *

GERÇEKLEŞMEDİ, zira başkanlık koltuğunda ebediyen oturmak sevdası peşinde koşan ve dolayısıyla da, her demokraside mevcut "iktidar freni" kurumları tırpanlayarak ülkeyi kendi yörüngesinde merkezileştirmek isteyen Hugo Chavez, bunu hayata geçiremedi.

Söz konusu ihtirasını "legalleştirmek" için hazırladığı anayasayı halka onaylatamadı.

Üstelik, Sezar’ın hakkı Sezar’a, referandumu atbaşı kaybetmesine rağmen, görünen köy belli olduktan hemen sonra yenilgisini dobra dobra kabullenmekten çekinmedi.

Tabii, "muharebeden şimdilik yenik çıktık ama sosyalizmi inşa savaşımız devam ediyor" diye de eklemeyi unutmadı ama, eh bu kadar kusur kadı kızında da olur.

Adı üstünde, popülist bir demagogda ise haydi haydi olur.

Peki de, coğrafi açıdan birbirlerine çok uzak düşseler dahi, "Courrier International"ın deyimiyle her ikisi de "acayip demokrat" addedilen ve en azından "otokrat" kimlik arz eden iki benzeşir öndere rağmen, Rusya ve Venezüella’daki sonuçlar neden farklı çıktı?

Cevabı hemen vereyim, fark, sivil gelenekler arasındaki ciddi çelişkiden kaynaklandı.

* * *

ÖYLE, çünkü Putin ve Chavez’in göreceli benzerliğine rağmen, Latin ülkesiyle Slav devletinin halkları arasında; bilhassa da siyaset gelenekleri açısından hiçbir ikizlik yoktur!

Yukarıda belirttiğim gibi, káh "ışıltılı", káh "baltalı" despotlar tarafından yönetilen Rusyalar bütün tarih boyunca, daima otoriter veya totaliter yönetimler altında yaşamıştır.

Moskofya’ın önce "kul", sonra da "teba" halkı asla sivil reflekslerle donanmamıştır.

Vladimir Putin’in otokratlığı "demokratlık"a zaten yabancı Rusya’da sorun değildir.

* * *

FAKAT buna karşılık, inişli - çıkışlı ve darbeli - patırtılı olsa dahi, aslında kökeni zaten Avrupa siyasetine uzanan Güney Amerika ülkeleri; özellikle de onların en demokratik ve en zenginlerinden birisi olan Venezüella, belirli bir sivil gelenek ve "adáp"tan süzülür.

Nitekim, Karakas önderi de referandumu kazanmak için medyaya gözdağı verdi ve iktidar musluğunu yandaşlarına açtı ama, dün AGİK gözlemcilerinin de belirttiği gibi, bunlar Putin oligarşisinin yasaklı ve sopalı seçimleri yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalıyor.

Ama yine de tabii ki en önemlisi, demokrasi kültür ve pratiğini yaşamış Latin halk, bu kültür ve pratikten nasiplenmemiş Slav ülke halkıyla kıyaslanmayacak ölçüde "sivil refleks" sahibi olduğu içindir ki, Rus seçmenlerin aksine, Hugo Chavez’in otoritarizmini reddetti

Başka bir deyişle, önceki gün oy isteyen her iki lider de "acayip demokrat" olmalarına rağmen, demokrasiyi bilen Venezüela ulusu söz konusu "acayiplik"i kabullenmedi.

Demokrasiyi bilmeyen Rus ulusu ise "acayiplik"in farkına bile varmadı ve onayı verdi.

O halde şu kesin, demokrasi her şeyden önce "demokrasi kültürü"nü gerektiriyor !
Yazının Devamını Oku

Çirkin yárim

2 Aralık 2007
Cumartesi hava ılıktı ve bir ikindi kahvesi içmek için "PİA"nın terasına oturdum. Öylesine, bir yandan önümdeki kitapları karıştırıyorum, diğer yandan da, dar açıdan ve teğetleme gözüken İstiklál Caddesi’nin kalabalığını seyrediyorum. O İstiklál Caddesi ki önce İstanbul’un, sonra da Türkiye’nin mikrokozmosudur. Yani, şehrin bütün sosyolojisini yansıtır. Ülkenin de suretine ayna tutar. Hele hele, hafta sonları?

Evet bilhassa hafta sonları, çünkü uzak varoşlarda yaşayan yarı lümpen gençlerden, refah semtlerinde oturan şıkıdım kadınlara; artı, mutaassıp mahallelerde ikámet eden hicábi kızlardan, orta sınıf banliyö sákini rock çocuklara, cuma akşamından pazar gecesine dek şehrin tüm toplumsal yelpazesi Taksim’le Tünel arasında açılır, kapanır, yellenir. Ferahlatır.

Başka bir deyişle, söz konusu güzergáh "Grande Rue de Pera" veya "Cádde-i Kebir" isimleriyle anıldığı eski devirlerdeki "elitist" kimliğini çoktan yitirdiği içindir ki, fakir-zengin; yerli-taşralı; kentli-köylü, bütün bir İstanbul burada harmanlanır.

Ve, aynı İstanbul Türkiye makrokozmosunu oluşturduğuna göre, bu makrokozmos içinde bir mikrokozmos olan Beyoğlu’nun da ülkedeki "temel parametreleri"ni yansıttığını söylemek, o kadar vahim bir varsayım sayılmaz.

ÇİRKİN ORTALAMA

Neyse, işte ikinci kahvemi yudumlayarak caddeden akıp giden kalabalığa bakıyorum ve tabii ki pek çok istisnası var ama, yine de "ortalama"nın çirkin olduğunu düşündüm.

Bırakın ahım şahımlığı, çehreler cüsseler; boylar boslar; giyimler kuşamlar; bilhassa da hál ve oluş tarzları, benim öznel kıstaslarıma göre vasat bir güzellik dahi yansıtmıyordu.

Fiziki görünüm dışında da hep, "kitsch" dediğimiz türden bir uyumsuzluk sezinledim.

Her halükárda, şeyler benim estetik kıstaslarımla çelişiyordu.

Ve ne garip tesadüftür ki, tam bunları düşündüğüm sırada, Ahmet Muhip Dıranas’ın o an karıştırdığım "Toplu Yazılar" cildinde, 14 Eylül 1950 tarihli "Zafer" gazetesinde kaleme alınmış olan ve "İstanbul’dan Notlar II" başlığını taşıyan makaleye rastladım. Aynen aktarıyorum:

"İstanbul’da artık eskisi kadar bol güzel insana rastlanmıyor. Güzel soy üreten İstanbullu son yıllarda birden bire kalabalıklaşan şehrin içinde azınlıkta kalmıştır.

Ama sebep sade bu olmasa gerek. İstanbul insanlarında bir çirkinleşme hali var.

Güzelliğin refahla alakasını bilirsiniz. İstanbul’da refah bugün el değiştiriyor.

Bir zamanların müreffeh, zengin ve soylu aileleri bugün fakirleşmişler ve çirkinleşmeye yüz tutmuşlardır.

Buna karşılık, bir nesil istifası geçirmemiş olan yeni zenginler güzelleşebilmek için daha uzun zaman, aynı refah içinde soy değiştirmek zorundadırlar."

Dahası da var ama tamamını alıntılamıyorum.

İmdii, "Bahçede akasyalar açardı baharla / Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla" dizelerinin şairi yukarıdaki "çirkinlik" saptamasını yaptığında, henüz doğmamıştım.

Ve yarım asırdan fazla bir süre sonra bile, şu kahve terasının şu dar açılı masasından şu "ortalamada çirkin" Beyoğlu kalabalığına göz atarken, ben de aynı tespiti yapıyorum.

Artı, biliyorum ki Dıranas Usta meselenin can damarını tá o zaman yakalamıştır.

"Güzelliğin refahla álákası!"

Öyle, çünkü belki güzellik yerine "estetik"; refah yerine ise "şehir", daha doğrusu "burjuva" kelimelerini koyabiliriz ama, şüphe yok ki bu unsurlar birbirlerini tamamlıyor.

Dolayısıyla da, ikisi birden, yine Ahmet Muhip Dıranas’ın ifadesiyle insanı, "en büyük mucizesi olan çirkini keşfetmek ve onu güzelleştirmek" dürtüsüne sevk ediyor.

Yani, güzellik sanıldığı kadar Allah vergisi değil ve de illá gökten zembille inmiyor. Güzellik, bir oluşum sürecinin meyvesi olarak ortaya çıkıyor ve öyle toplanıyor.

Nitekim, fiziki açıdan, daha dengeli beslendiğiniz, daha çok spor yaptığınız, toprağın ve mevsimlerin durağan ritminden daha çok uzaklaştığınız ölçüde, kısa boylar uzamaya, ablak çehreler biçimlenmeye, engebesiz bedenler şekillenmeye, devasa basenler daralmaya başlıyor.

Fakat bilhassa, böyle bir dönüşüme paralel olarak "estetik kültür" oluşuyor.

Kadınsanız siyah saçlarınıza sarı meç çektirmiyor ve pırasa pırasa lülelemiyorsunuz. Ádabında makyaj yapıyor ve tayyörün altına da alaca bulaca şömiziye giymiyorsanız.

Erkekseniz de, işe giderken sinek kaydı tıraş olmaya, mokasenlerinizle uyumlu renkte çorap seçmeye ve özellikle, artık tenha köy çorbacısında değil tıkış tıkış hamburgerci dükkanında yemek yediğiniz için, o çoraplarınızın kokmamasına bin dikkat gösteriyorsunuz.

Ahmet Muhip Dıranas yukarıda bir de şöyle diyordu: "Bir nesil istifası geçirmemiş olan yeni zenginler güzelleşebilmek için daha uzun zaman, aynı refah içinde soy değiştirmek zorundadırlar."

Ve bin şükür, ister siz de "soy" deyin, ister başka bir şey, onun değişimi gerçekleşiyor.

Dıranas’ın o satırları yazdığı tarihten beri geçen elli yedi yıl bir toplum için nedir ki, nesil be nesil, kuşak be kuşak, soy be soy, bizim mikrokozmosumuz yine de gü-zel-le-şi-yor.

İşte nitekim, karşımdaki masaya çok hoş ve çok estetik bir kadın oturuverdi.

Ve aslında hiç niyetim yoktu ama, sırf onu alıcı gözüyle süzebilmek ve kaç kuşaktır burjuva olduğunu kestirmek için, "insanların en büyük mucizesi çirkini keşfetmiş ve onu güzelleştirmiş olmalarıdır" sözünü tekrar tekrar okuyarak, üçüncü bir kahve daha içeceğim.
Yazının Devamını Oku

Kızıl türban

1 Aralık 2007
DÜNKÜ "Hürriyet"te yayınlanan o olağanüstü fotoğrafı nasıl tanımlamak gerekir? Enfes, nefis, muhteşem kelimeleri yetmez. Çünkü birinci sayfada yer alan ve Fatih Yalçın’ın imzasını taşıyan görüntü, kelimenin tam anlamıyla há-ri-ku-lá-de’ydi!

Gazete yönetiminin işine burnumu sokmak gibi olmasın ama, ödül Yalçın’ın hakkıdır.

***

ÖYLE, zira isterseniz her biri bin sayfadan bin ayrı sosyolojik araştırma cildi yazın.

Asla, "ezber bozan türbanlı komünist" başlıklı haberdeki tek karenin yerini tutmaz.

Hiçbir şey, ülkemizin "nev-i şahsına münhasırlığını"; "kendine özgülüğünü"; "kitabiyata uymazlığını", söz konusu fotoğraf kadar somut ve veciz biçimde açıklayamaz.

Ben burada görüntüyü tekrar hatırlatayım.

***

TÜRBANLI bir genç kızımız, Türkiye Komünist İşçi Parti’ye yakın "Kızıl Bayrak" dergisini Beyoğlu’nda satmaktadır. Malûm, Bolşevik lûgat buna militan propaganda diyor.

Ama tabii, foto konuşmadığı için, "hicáplı yoldaşın" satış sırasında, o kızıl bayrağı o Bolşeviklerden çok daha önce simgeleştirmiş 1871 Paris komünarları gibi, "Proletaryanın asil sancağı / Mazlumların yol kavşağı / Cihanın topyekûn halkları / Sizlere selámet ve bahtiyarlık kaynağı" diye marş söyleyerek de "ajitasyon çekip" çekmediğini bilemiyorum.

Fakat her halükárda, işte "dini simge" addedilen biçimde giyinmiş bir genç kadın, teorisinde bütün dinleri "halkların afyonu" addeden bir ideolojinin propagandasını yapıyor.

***

İMDİİ, böyle bir "komünizm" ve böyle bir "İslamizm" başka yerde olabilir mi?

İnsaf, bu birincisi daha baştan tanrıtanımazlık ideolojisi üzerinde yükselir.

Bırakın dini simgelere "hoş bakmayı" falan, iktidara gelir gelmez ilk iş kilise, cami ve sinagogları dümdüz; papazların, imamların ve hahamların kellesini ise kopsi kefáli etmiştir.

Öte yandan, zaten "iman" temelinde doğmuş ikincisi ise daha düne kadar ve bizzat Türkiye’de, "komünizmle mücade dernekleri" çatısı altında insan kátlini vácip saymıştır.

Ama yine de kabul, tamam, Latin Katolikliğinden çıkan bir Don Camara "kurtuluş teolojisi"ni vaaz etmişti. Vatikan da "işçi papazlar"ın sendikal mücadelesine cevaz vermişti.

Ancaak, Suudi bir imamın, "kahrolsun Vahábilik, yaşasın yeşil mürteciliğe karşı kızıl direnişimiz" diye cuma hutbesi verebileceğini tahayyül edebiliyor musunuz ?

Yahut, Ortodoks bir rahibenin Moskova metrosunda, "Stalin yoldaşın ruhu ölümsüz ve komünist ideal sonsuzdur" diye "Kıvılcım" gazetesi satacağını düşünebiliyor musunuz?

Hayır, Türkiye’den başka hiçbir yerde bunlar ne hayal edilebilir, ne de düşünülebilir.

***

PEKİ, kötü mü? Birbirlerini aforoz etmesi gereken ideolojilerin, bizde aksine, hicáp giyinmiş kızlara "Kızıl Bayrak" sattıracak ölçüde içiçe geçmesi, nasıl değerlendirilmeli?

Dobra konuşayım, yanıtı tam bilemiyorum. Her halükárda da, illá "kötü"dür diyemem.

Tamam, "kitábi" açıdan baktığımızda, her yerde "ultra sağ" denilen "ulusalcılar"ın bizde kendileri "sol" diye vaftiz etmesi ne denli garabet arzediyorsa, bu da o kadar arzediyor.

Türbanlı "komünist"in komünizmine ve bilhassa, komünizmin hicáplısına kitákse!

***

ANCAK, buradaki sosyolojik olgunun başka boyutunu da görmemiz gerekiyor.

Demek ki, ne o "dini simge" iddia edildiği kadar "dinci"; ne de o bayrak vehmettiği kadar "kızıl"dır. İkisi de derme çatmadır. Aslında, sahiplendikleri şeylere bile yabancıdırlar.

Ve, renkleri de simge kıldığımız takdirde, tonlar yeşilimtırak pembemtırak arasındadır.

O netleşmemiş tonlar ise kitábi olmayan bir Türkiye muğlaklığını da yansıtmaktadır.

Eh, zaten baştan söylemiştim, suretimizi kitábiyatta değil Yalçın’ın fotosunda görelim.
Yazının Devamını Oku

Banliyö siyaseti

29 Kasım 2007
KELİME kelime tercüme edersek, İngilizceden terminolojye girmiş olan "politically correct" deyimi "siyaseten doğru" anlamına geliyor. Fakat gerçek karşılığı yansıtamıyor. Belki belki, "kitabına uygunluk" veya "kaçak güreşmek" dememiz gerekecek.

Öyle bir kitabına uygunluk düşünün ki, sözlerinizde táciz ve tecavüz sayılacak hiçbir şey bulunmayacak. Mecázi sayılabilecek kelime ve kavramları asla kullanmıyorsunuz.

Sütten çıkmış ak kaşık gibisiniz ki, kimse size gözünün üstünde kaşın var diyemez.

Ancak, bu "siyaseten doğruluk" sizi eleştiri oklardan koruyor ama, aslında ahláki doğruluk ve dobralıktan eser yok! "Kaçak güreşerek" buram buram riyakárlık saçıyorsunuz.

Örneklersem belki daha iyi anlatabilirim.

* * *

MESELÁ, "kör" demeyeceksiniz. Háttá, "ámá" bile demeyeceksiniz.

"Görme özürlü" diyeceksiniz ki, "siyaseten doğru" addedilesiniz.

Veya "Çingene" kelimesini de kullanmayacaksınız. "Roman" ifadesine başvuracaksınız

Ve tabii ki, bırakın erkeklerde "şorolo" ve kadınlarda "ablacı" türü avam deyimleri, "eşcinsel" sözcüğünü dahi ağzınıza almadan, "gay" diye İngilizce lugat paralayacaksınız

Hele hele, dilinize zehir zıkkım biber sürerler ve de "faşist" (!) ilán ederler, "Fransa’daki Mağribi eşkıya yine talana soyundu" gibi bir cümleyi zinhar yazmayacaksınız.

Kibar kibar ve mahcup mahcup, "Paris civarındaki alokton (yani yerli olmayan!) kökenli gençlerle polis arasında tekrar çatışma çıktı" diye láfı ağzınızda geveleyeceksiniz.

* * *

İŞTE
, artık kimse size sakatları, kávimleri, cinsel tercihleri aşağılamakla suçlayamaz.

Varsın, "Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz"den, "Çingene çalar, Kürt oynar" deyimlerine dek, bütün bir kolektif hafıza bu "kaçak güreş"i reddediyor olsun.

Varsın, "mal bulmuş Mağribi gibi saldırmak" sözündeki gerçek şu an hálá Paris banliyösünde alev alev yanıyor olsun!

"Kitabına uygun" konuşarak "siyaseten doğru" davrandınız ve de aklandınız.

* * *

BEN bundan nefret ediyorum. Fakat tabii ki ne haddime, Çingenelere, eşcinsellere, Mağribelere karşı asla bir önyargım yok ve de asla olamaz. Aksi durumda insanlıktan çıkarım.

Artı, zaten bütün hayatım boyunca her türlü azınlık haklarının sahiplerini sahiplendim.

Fakat "kaçak güreşemem"! Eleştiri oklarından korunmak için riyakárlık yapamam.

Nitekim, bundan iki yıl önce Paris banliyösündeki çapulculuk hád safhaya çıktığında, eşkıyanın adını da hiç çekinmeden koydum ve bunun Mağribi serseriler olduğunu söyledim.

Dolayısıyla, ne "ırkçılığım", ne "İslam düşmanlığım", ne "sosyal körlüğüm" kaldı.

Tá ki, olay yerine giden Türk televizyonları, lümpen takımının gecekondu gettolarda falan değil, sunuculara dahi "Ataköy’e benziyor" dedirten mahallelerde oturduğunu; binlerce otomobile ek olarak, haytaların bilhassa kreş, okul ve kütüphane kundakladığını; artı, hemen hepsinin de hırsızlık, esrarkeşlik ve berduşlukla iştigal ettiğini bizim ekranlara da yansıtana kadar!

* * *

YİNE aynısı tekrarlanıyor... Motosikletle polis otosuna bodoslomadan çarpan iki Mağribi ölünce, banliyö tutuştu.

"İntikam" (!) narası atan eşkıya, kreşleri, kütüphaneleri, okulları alev alev yakıyor.

Ve o kreşlere, o kütüphanelere, o okullara, başta Mağribiler, yine göçmenler gidiyor.

Ama yook, bunları söyleyemem, çünkü "siyaseten doğru" sayılmam için kávmiyeti ve yenilen haltı es geçerek, "alokton kökenli gençler sorun yaratıyor" demem gerekiyor.

Hayır efendim, o "siyaseten doğruluk" kusur kalsın, ben dobra dobra "Mağribi başıbozuklar Paris banliyösünü bedevi kervanı gibi talanlıyorlar" demeyi sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku

Panayırdan Expo’ya

28 Kasım 2007
"EXPO" sözcüğü, sergi anlamına gelen "exposition" kelimesinin kısaltılmış şeklidir. İzmir’in şimdi Milano’yla yarıştığı evrensel sergileri ise sanayi devrimi başlatmıştır.

Buhar makinası, havagazı lambası, uskur merdanesi, bunların en şaşaalısı da önce 1851 Londra’sında gerçekleşmiştir. "Teknik çağ", oranın ünlü "Kristal Palas"ında aydınlanmıştır.

Bizim ilk "expo"muzu ise 1863 yılında At Meydanı’nda açılan ve harcıálem bir panayıra tekábül eden "Sergi-i Umumi-i Osmani"yi oluşturur.

* * *

BENİM "Hayat" dergisindeki siyah beyaz fotoğraflardan hayal meyál hatırladığım ve 2. Savaş ertesindeki ilk dişe dokunur "expo" olan sergi, 1958 Brüksel’indekine uzanıyor.

Eh, önce Amerikalılar, sonra Ruslar bombayı patlattı ve üstelik, füzeye binildiği an iki dakikada Merih’e gidilebileceği tahayyül ediliyor ya, "Brüksel 1958"in álámet-i farikasını da nükleer çekirdeği simgeleyen "Atomium" adlı kule oluşturuyordu.

Daha sonra şehrin sembolüne dönüştü ve hálá da yerinde duruyor.

* * *

NİTEKİM, 1900 Paris "Expo"sunun "medár-ı iftiharı" olan ve tıpkı "Atomium" gibi sergiden sonra sökülmek üzere inşa edilen Eyfel kulesi de hálá yerinde duruyor.

Zaten malûm, o çelik yapı hanidir ve hanidir altıgen ülke başkentiyle özdeşleşiyor.

Asansör kuyruğa girmek angaryasını göze alırsanız, şehri tepeden temaşa edebilirsiniz.

Aşağıya bakarken de, Fransa sefir-i kebirimizin salladığı çil Napolyon altınlarına dayanamayan pek çok Jön Türk sürgünün hemen 2. Abdülhamit’e muhalefetten vazgeçtiğini ve aynı sergi için kurulan Osmanlı pavyonunda tercümanlık yaptığını hatırlayabilirsiniz.

Artı, bu "dönekler"in ikrám ettiği "Hamidiye" cigarasını da tüttürmek isteyebilirsiniz.

Ancak dikkat, o tütün bize rakip Mısır’ın bol kese dağıttığı "Hidiv" marka olmasın.

* * *

DAHA sonra Seine Nehri’ne doğru baktığınızda, psikanalizin babası Sigmund Freud’ün aynı pavyonda gördüğü Türk iç dekorasyonundan pek hoşlanıp bir divan ısmarladığını ve o vakitten beri de, alafrangalaşmış sedirin bilinçaltı tahlille özdeşleştiğini anımsayabilirsiniz.

Böylelikle, karınca kararınca, ruhbilime yapmış olduğumuz katkıyla övünebilirsiniz.

Fakat bilesiniz ki, her ne kadar yine "şarkiyatçı" cázibe arzediyor ve de tabii ki yine "lokum-fındık-halı" üçgeni etrafında dönüyor olsa bile, söz konusu Paris pavyonumuz, imparatorluğun katıldığı ilk "expo" olan 1873 Viyana sergisindekine benzemez.

Burada, oradaki gibi 3. Ahmet Çeşmesi’nin minyatür bir kopyası değil, daha "modernvári" bir mimari tercih edilmiştir. Háttá, mekanik dokuma tezgáhı bile kurulmuştur.

Ve, bu "modernlik" bile 1867’de gerçekleşen iki önceki Paris fuarından kaynaklanır.

Zira, yurtdışına çıkmış ilk sultan olan Abdülaziz söz konusu sergiden çok etkilenmiş, dönüşte de İmparatorluğun sanayi ve teknolojide adımlar atmasına bizzat öncülük etmiştir.

Neyse, siz bir lokum daha atıştırın, bir "Hamidiye" cigara daha yakın ve elli milyon insanın gezdiği o ilk 20’nci yüzyıl "expo"sunun "Düvel-i Muazzama" pavyonlarında sergilenen lokomotiflere, jeneratörlere, zeplinlere hayran hayran bakarak 21. yüzyıla doğru yürüyün.

Ne görüyorsunuz?

* * *

TABİİ ki, 2015 "Evrensel Sergi"si için Milano’yla kapışan İzmir’i görüyorsunuz!

Az buz şey mi? Kolay iş mi? Ulaştığımız başarıyı bundan daha iyi ne ispatlayabilir?

Lokumlu, tütünlü, fındıklı, hadi bilemediniz basma tezgáhlı panayır pavyonlarından sonra, eğer bugün modern uygarlığın ilerlemesinde motor rol oynamış o "evrensel expo"lara aday olabiliyorsak, bundan daha büyük, daha somut, daha belirgin bir zafer düşünülebilir mi?

Şansın bol, çok bol, sonsuz bol olsun İzmir!
Yazının Devamını Oku

Chavez’e, bize ve itaate dair

27 Kasım 2007
LATİN Amerika’nın bağımsızlık önderi Simon Bolivar, İspanyol İmparatorluğu’yla ipleri kopartarak ilk Büyük Kolombiya’yı oluşturan Şubat 1819 Angostura Kongresi’nde, delegelere şu uyarıyı yapmak ihtiyacını hissetmişti: "Tek bir kişinin iktidardaki sürekli varlığı demokratik hükümetlerin sonu olur.

Hep aynı yurttaşı kumanda mevkiinde bırakmak kadar tehlikeli bir şey yoktur.

Çünkü halk ona itaat etmeye, o da ipleri elinde tutmaya alışkanlık kazanır"
.

* * *

BİLİYORUM, girizgáhı bu alıntıyla yaptığım için şimdi bana, "hayr’ola, onca güncel sorun varken láfa Yeni Dünya’nın Türkiye’ye en uzak yerinden başlamak ve de üstelik, haniyse iki yüzyıl öncesine uzanmak nereden zuhur buyurdu" demektesiniz. Lütfen acele etmeyin, bizimle olan dolaylı ilintisi dahil işte hemen sadede geliyorum.

* * *

EFENDİM, eğer Bolivar’ın uyarısından yola çıktıysam bunun nedenini, eh Kamber’siz düğün mü olur, tabii ki bizde de araba dolusu müridi bulunan Hugo Chavez oluşturdu.

Hani şu, "anti - emperyalizm" konusunda mangalda kül bırakmayan ve kürsüdeki son şaklabanlığına dayanamadığı için İspanya Kralı Juan Carlos’un "çeneni kapat" azarlamasına maruz kalan müthiş "ilerici" (!) Venezüella lideri var ya, işte onu kastediyorum.

Ve malûm, ister solcu, ister sağcı, ister dinci, ister laikçi olsunlar, kendi aralarında bir "kutsal ittifak" oluşturmuş olan bizim "ulusalcılar" da aynı Chavez’e toz kondurmuyorlar.

Muhteremi ikonaya dönüştüler ki, bir önünde mum yakıp secdeye varmadıkları kaldı.

Dolayısıyla, madem hazret sittin senelik ülkenin adını bile "Bolivarcı Cumhuriyet" diye vaftiz edecek kadar Simon Bolivar hayranı olduğunu söylüyor ve matem şarlatanlık nutuklarında dakka başı ondan alıntı yapıyor ya, şeytan dürttü ve ben de aynısını yaptım.

Ama, Karakas’ın karakaş ve karabaş "Senor"u bunu asla ağzına almıyor!

* * *

EVET, sıkı mı, Chavez o Bolivar’ın demokrasi uyarısını dilinin ucuna dahi getiremez.

Çünkü, Güney Kıta’nın çok alışık olduğu türden tipik bir popülist, demagog ve otokrat olan Venezüella lideri fiiliyatta, aynı Bolivar’ın söylemiş olduklarının tam zıddını yapıyor.

Zira düşünün ki, bu pazar 69 maddesini referanduma sunacağı anayasa taslağında sırf başkanlık süresini yedi yıla uzatmak ve defalarca seçilebilmek hakkını istemekle yetinmiyor.

Artı, danıştay, sayıştay, merkez bankası gibi her demokraside birer "karşı iktidar" dengesi addedilen kurumların bağımsızlığını sıfırlamayı; daha artı, ülkeye oluk oluk döviz akıtan petrol kumpanyasını ve ordu kurmayını yalnız kendi tekelinde yönetmeyi tasarlıyor.

Eh, Simon Bolivar bundan iki asır önce Latin Amerika haklarını "hep aynı kişiyi kumanda mevkiinde bırakmak kadar tehlikeli bir şey yoktur" diye uyarmışmış, işte Hugo Chavez hiç utanmadan ve de üstelik onun adına, "ebedi kumandanlık" talep ediyor.

Açıkçası, otokratlıktan, "legalize edilmiş diktatörlük"e geçmek sevdasını kuruyor.

* * *

BURADA, daha düne kadar Chavez’in sağ kolu addedilen general Baduel dahil kendi taraftarlarının bile bu "legal diktatorya"ya karşı çıktığını; tasarıyı reddeden öğrencilerin ise "faşist" (!) damgası yiyerek milisler tarafından susturulduğunu uzun uzun anlatacak değilim.

Sormak istediğim yegáne soruyu şu muamma oluşturuyor. Nasıl oluyor da, gradosu bu denli kof popülist, demagog ve şarlatan bir adam, sırf "anti- emperyalist" láfazanlıkla, bizim her boy ve soydan "ulusalcı"yı bile tavlayabiliyor?

Hangi akla hizmet, Türkiye’de de onun sûretini ikonaya dönüştürenler çıkabiliyor?

Ve belki de cevap, Bolivar’ın iki asır önce Latin Amerika için kullandığı ama aslında çok daha genişletilebilecek olan o, "halkların itaat etmek alışkanlığı" uyarısında yatıyor.
Yazının Devamını Oku

Tekil ve çoğul

25 Kasım 2007
Tá aristokrat İngiltere’nin ilk Oxford koleji üniformalarından, tá Cumhuriyetçi Fransa’nın sonraki laik okul üniformalarına, çocuklar daima ve daima o tekillikte çoğulluğu dışa vuracak bir yöntem, bir simge, bir kod keşfettiler ve de bunu yansıttılar. Sabah erken vakit Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürüyordum ki, üniformalarının içindeki kızlı oğlanlı öğrenciler de káh aynı káh ters istikámette okullarına gidiyordu.

Mahmur gözlerine rağmen de haspaların fiyakasından geçilmiyordu.

Kendi kendime "Hah" dedim, "işte verilmiş sadakan varmış. İki pazardır burada anlatmaya çalıştığın ve çok sevdiğini söylediğin o ’Cumhuriyetçi üniforma’yı örneklemek için fırsat ayağına geldi".

Yani, ilkokul sıralarından itibaren giyim tarzında sağlanan bütünlükle, Behçet Kemal’in "Onuncu Yıl Marşı"ndaki "İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz" mısraını açıklamak için imkán doğdu.

Hayır, tabii ki doğmadı!

Doğmadı, çünkü kimisi lacivertli bordolu, kimisi kravatlı hırkalı ve her halükárda hepsi estetik barındıran o üniformalar aslında hiç de bir örnek değildi.

Daha doğrusu, dış görünümde gerçekten de bir tekillik vardı ama, biraz alıcı gözüyle bakıldığında, ayrıntılarda gizli olan farklılıkları görmemek için kör olmak gerekiyordu.

Nasıl mı?

SAATLERE VE ZİNCİRLERE BİR GÖZ ATIN

Efendim şöyle ki, örneğin ayakkabılarını bir inceleyin!

Veya, kızlarda boyun zincirlerine ve erkeklerde, bilek saatlerine bir bakın!

Ve tabii bilhassa da, her ikisinde birden, sabahın köründe nereyedir bilmem ama, SMS mesajı gönderdikleri yahut ahizesiyle konuştukları cep telefonlarına bir göz atın!

İşte bütün bunlar, üniformalardaki bir örnekliğe rağmen öğrenciler arasında hüküm süren sosyal hiyerarşinin, en azından "farklılaşma dürtüsü"nün delillerini sunuyor.

Öyle, zira okul belki genel bir siyah iskarpin mecburiyeti de getirmiştir.

Fakat, eğer müdür yardımcısı her sabah kapıda denetleme yapacak ve farklı ayakkabı giymiş olana "Eve dön ve Sümerbank kunduranla gel" diyecek kadar zebáni değilse, söz konusu yasağı kim takar?

O gün jimnastik dersi var veya yok, ayağa geçirilen spor "kes"lerin ve "basket"lerin üzerindeki markayı, armayı, deseni görmüyor musunuz?

Oradaki "álámet-i farika"nın çok ciddi bir sınıflandırma yansıttığını ve öğrencinin ailevi durumu hakkında gösterge oluşturduğunu fark etmiyor musunuz?

Oysa, vitrindeki etiketine göz atmak dahi kesenizi boşaltmaya yetiyor.

Dolayısıyla, paşazadenin keyfi öyle istedi diye, yumurcağın ilk televizyon klibinde gördüğü "rapçı" potinini almak; bir sonrakiyle diğerini talep ettiğinde de arzuyu yine yerine getirip "Buyur evládım, çorabında paralansın" diyebilmek her babayiğit ebeveynin harcı değil!

TEKİLLİKTE ÇOĞULLUK

Demek ki, eğitim kurumu istediği kadar Cumhuriyet’in "eşitleme üniforması" zorunluluğunu getirsin ve marş istediği kadar "İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz" desin, sizin veledin "Peder bey, onları küláhıma anlat" diye kıs kıs gülmesine mahkûmsunuz.

Fakat daha ötesi de var!

Evet var, çünkü yukarıdaki tercihler yalnız sosyal statüyü dışa vurmakla kalmıyor.

Artı, şimdilerde "look" denilen bir hal ve oluş tarzının da sembollerini yansıtıyor.

Oğlunuz herkes gibi lacivert ceket, çizgili kravat ve gri pantolonla evden çıktı ama, kasten lime lime parçaladığı fakat tabii ki markasından caymadığı o pejmürde ayakkabılarla "grunge" bir "look" seçtiğini ve "kurulu düzen"e meydan okuyan bir "isyankár" olduğunu ortaya koyuyor.

Zaten dikkat edin, kravatın düğümünü de asla gömlek yakasına oturtarak bağlamıyor.

Veya tam tersine, üniformanın bordo hırkasını, ekose etekliğini ve siyah mokasenini her zaman pek bir can-ı gönülden giyinen hanım hanımcık kızınız eğer cep telefonunu da "dizayn" modelden seçiyor ve zilini klasik musikiyle "dolduruyorsa", kerimeniz hanımefendi "isyankárlık"tan ziyade daha "glamour" bir tercih yapmıştır.

Cumartesi harçlığını dolgun hazırlayın, Nişantaşı-Teşvikiye-Maçka üçgeni piyasasından sonra gece mutlaka şık ve "in" bir kulüpte dans etmek isteyecektir.

Sosyal statüleri ve çocukluk ve ergenlik varoluşlarını daha ilkokuldan itibaren ortalamada eşitlemek isteyen "Cumhuriyet üniforması"ymış ve de "İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaymış bir kütleymiş", sevsinler!

Baba bana "marka" al, anne beni "sinye" giydir!

Hayır hayır, hiçbir şeyi eleştirmiyorum!

Ne eğitim yönetmeliklerini, ne okul idarelerini, ne tüketim toplumunu, bilhassa da, ne sevgili veletlerimizin "tekillikte çoğulluk" dürtüsünü iğnelemek istiyorum.

Çünkü bu iş her zaman böyle oldu!

Tá aristokrat İngiltere’nin ilk Oxford koleji üniformalarından, tá Cumhuriyetçi Fransa’nın sonraki laik okul üniformalarına, çocuklar daima ve daima o "tekillikte çoğulluk"u dışa vuracak bir yöntem, bir simge, bir "kod" keşfettiler ve de bunu yansıttılar.

Zaten de belki böylesi daha iyi!

Belki de böylesi onların kişilik yaratabilmesi için kaçınılmaz bir gerçeklik oluşturuyor.

Ve ben sabah vakti Galatasaray’dan Tünel’e doğru yürürken, haspa çocuklarımızı "tekilde çoğul" üniformalarıyla çok seviyorum.
Yazının Devamını Oku

PKK: Tecritten tasfiyeye

24 Kasım 2007
"YAŞANAN süreç PKK’nın siyasallaşması değil, PKK’nın tasfiyesidir". Evet öyledir ve Mümtaz’er Türköne’nin MHP’yi "pozitif alternatifle gelişmelere müdahil olmaya" çağırırken "Zaman" gazetesinde yaptığı bu saptama tamamen doğrudur.

Kürt sorununa bundan böyleki çözüm arayışlarında da bam telini yakalamaktadır.

Çünkü, eğer statüko olumlu gidişata taş koymaz ve komaya girmiş terör örgütüne, onu tekrar "şifaya kavuşturacak" sihirli iksiri içirtmezse, PKK’nın tasfiyesi artık mukadderdir.

Bu tasfiye süreci ise herhangi bir "askeri zafer" sayesinde rayına oturmamıştır.

* * *

FAKAT buna karşılık ortada, çok daha sağlamcı bir politik ve diplomatik zafer vardır.

Başka deyişle, akl-ı selimden caymayan ve Kürt örgütünün Türkiye’yi çekmek istediği Kandil Dağı tuzağına düşmeyen hükümet rüzgárı ters yöne çevirmiştir. Bu, ciddi bir beceridir.

Hem uluslararası planda, hem de Kuzey Irak’ta PKK’nın "ayağı yerden kesilmiştir".

Tabii ki "sopa" da sallanmıştır ama, esas olarak "havuç"tan caymayan AKP iktidarı gayet usta bir dış politika uygulamış ve meyvelerini de hemen toplamaya başlamıştır.

Bunu teslim etmemek ve inkára kalkışmak için gerçekten kötü niyetli olmak gerekir.

* * *

ÖYLE, çünkü terör şebekesi bugün dünle kıyaslanmayacak oranda tecrit durumdadır.

Şüphesiz, can hávliye ve varlık ispatlamak hálá birkaç saldırı daha gerçekleştirebilir.

Háttá, statükonun elinden o sihirli iksiri içebilmek için buna bilhassa heves edecektir.

Oysa, asker kátlinden sonraki gelişmeler PKK’yı tümden yalnız kılmıştır. Sipsivridir.

Bununla sırf coğrafi alanları ve lojistik destekleri kastetmiyorum. Onlar ikincildir.

Kabul, Başbakan Erdoğan’ın Bush’la yaptığı temas ertesinde ABD’nin TSK’yla istihbarat paylaşması ve Barzáni’nin Ankara’ya sempati iletmesi tabii ki önemli unsurlardır.

Ancak, PKK’nın esas tecriti, esas yalnızlığı, esas münzeviliği i-çe-ri-de-dir!

Yani, hitáp ettiği ve "doğal potansiyel" addettiği Kürt vatandaşlarımız nezdindedir.

* * *

ÖYLEDİR, zira DTP ekseriyeti dahil, "TeCe" değil Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan o b-i-z-i-m Kürtlerimizin ezici çoğunluğu, bırakın desteği falan, PKK’yı sevmiyorlar.

Ve, tabii ki aidiyetlerinin tescil edilmesi kaydıyla, bütün insanlarımız gibi onlar da eşitlik, huzur ve refah içinde, ortak bir Türkiye’nin ortak bireyleri olarak yaşamak istiyorlar.

Nitekim, daima en dev sondajı oluşturan son seçimler bu gerçeği tekrardan ispatlandı.

Ve, işte hál böyleyken; üstelik, yalpalamalı bile olsa "iyi"ye doğru kısmi bir gidişat varken; her halükárda da kan reddedilirken, eski hamam eski tas terör örgütü yine zuhur etti.

"Tansiyon yükseltmek" ve "gemi yakmak" stratejisiyle intiharcılığını sürdürüyor.

Artı, yine aynı "intihar stratejisi"ne uygun olarak, Kürtlere karşı Türk şovenizmini körüklemek; yani aslında bir iç savaş kışkırtmak için TSK mensuplarını haince katlediyor.

* * *

İMDİİ, çok marjinalleri hariç, ülkemiz Kürtlerinin bunu onayladığı düşünülebilir mi?

Böyle bir varsayım onları aptal yerine koymak anlamına gelir ki, ne münasebet!

Fakat doğru, "hain" damgası yememek ve kávmi gocundurmamak için, bugün PKK’nın sorunun çözümündeki en temel engel olduğunu söylemeye dilleri varmıyor. Çekiniyorlar.

Ama eli kulağındadır, yarın bunu bizzat şiddet örgütünün de suratına haykıracaklar.

Zira, yukarıdaki unsurlara ek olarak Ankara’nın Irak tuzağına düşmemesi ve Başbakan Erdoğan’ın legal DTP tavrından Cumhurbaşkanı Gül’ün Tiflis açıklamasına, sivil resmiyetin açılım sergilemesi, Kürt kitleleri PKK’ya daha da yabancılaştırdı. Zemin kaydı ve tecrit arttı

Açılım sürerse de, láfın gelişi, Kandil Dağı’nı belki bizzat Kürt demokratlar basacak!

Ve bunlardan dolayıdır ki, tecrit PKK siyasallaşma değil aksine, tasfiye sürecine girdi.
Yazının Devamını Oku