27 Aralık 2007
İMPARATORLUĞUMUZDAKİ ilk Garp mûsikisi okulu olan ve 2. Mahmud’un başına Guiseppe Donizetti’yi atadığı "Mızıka-ı Hümayûn", 1826 yılında kurulmuştur. Yani, Cumhuriyet’ten ve "müzik devrimi"nden (!) tam bir asır öncesine uzanır.
Öte yandan, "Hamidiye" marşına ek olarak polka ve mazurkalar da besteleyen Yesárizáde Necip Paşa 1813; solfeji ülkeye getiren Flütist Saffet Bey ise 1858 doğumludur.
O müziğe áşina Abdülmecid’in saltanatı 1839-1861 yıllarını; zaten piyanist 5. Murad’ınki 1876 senesini; yine piyano çalan 2. Abdülhamid’inki ise 1876-1909 devresini kapsar.
Sonra, yukarıdaki "Mızıka-ı Hümayûn" artık ihtiyaca cevap veremediği içindir ki de, "Dár’ül Elhan" 1914 yılından itibaren ilk sivil konservatuvar olarak faaliyete geçmiştir. Biliyorum, bu tarih ve isimleri neden çetele çetele sıraladığımı soruyorsunuzdur.
* * *
ŞUNDAN sıraladım ki, kimse dobra dobra itiráf etmeye yanaşmıyor ama, Fazıl Say’ın "azınlık psikolojisi"nden yola çıkarak "böyle giderse, bana yolcudur Abbas" demesine gösterilen tepkilerin büyük bölümü aslında, onun virtüöz piyanist olmasından kaynaklanıyor.
Eminim, eğer dört telli cura veya armudi kemençe çalıyor olsaydı, bu patırtı çıkmazdı.
En kabadayısı, "aman aman, git de oralara çiftetelli ve horon öğret" denirdi.
Artı, yukarıdaki klasik müzik daima "Cumhuriyet ideolojisi"yle özdeşleştiriliyor.
Tepeden inmecilik, seçkincilik ve laikçilik de onun tamamlayıcı unsurları addediliyor.
Dolayısıyla, gerek icrá ettiği mûsikideki "elitizm", gerekse verdiği demeçteki "beyaz Türk" yakınma, Fazıl Say’ın da söz konusu ideoloji çerçevesinde eleştirilmesine yol açıyor.
Oysa, hayat görünenden çok daha çetrefil ve şeyler ak ve kara değil gri olduğu içindir ki, bunda hem doğruluk ve haklılık payı var; hem de yanlışlık ve haksızlık payı var!
* * *
YANLIŞ ve haksız olan şey şu: En başta sıraladığım tarihler ortada, iddianın aksine, Cumhuriyet’in Batı müziği "aşk"ı gökten zembille inmedi. Yüzyıllık birikim üzerine yükseldi.
Nitekim, iç güveysinden hallice, vasat birer Bartok kopyası olan ve o "Cumhuriyet İdeoloji"siyle bütünleşen "Türk Beşleri"nin hepsi, 20. asrın en başında doğmuşlardır
Formasyonları İmparatorluk döneminde başlamış ve onun kültürüyle yoğrulmuştur.
Ama kabul, Batı müziğinin "elitizm"i doğrudur. Peki de, Arabi ve Farsi aktarmayla Hint’ten gelen ve Enderun seçkincisi olan "klasik" Türk musikisi pek mi "avamdır"? Asla!
Ne Itri veya Zekáizade halk bestekárı; ne de ûd yahut tambur popüler çalgı olmuştur.
Kaldı ki, "ortalama kulak"larımızın Batılı tınılarla tanışması tá Kırım Savaşı’ndaki İskoç gaydasından ilhám "Kátibim" şarkısına ve Rus Harbi’ndeki "Tuna Marşı"na uzanır.
Dolayısıyla, klasik Batı müziğini "yerli" olmamakla suçlamaya kalkışmak ve onu "Cumhuriyetçi elitizm"le sınırlı kılmak yanlış ve haksız, en azından eksiktir.
* * *
ANCAK, alaturka musikiyi radyolarda yasaklamak ve taşra kasabalarındaki "sivil ve askeri erkán"ı halkevlerinde "gıygıy" dinlemeye zorlamak başta, "Cumhuriyet İdeolojisi" nin Batı müziği empoze etmeye çalışmış olmasını eleştirmek tabii ki doğru ve haklıdır.
Böylesine cebri bir yöntemle ne kadar "kulak yontulabileceğini" (!) zaten geçelim.
Fakat, sonraki "arabeskleşmeyi" dahi bu zorbalığı duyulan tepkiyle açıklayabiliriz.
Hele hele, üç paralık bando şeflerinin daha dün, "devrim vidası sıkmak gerekiyor" buyurarak, "cumhuriyetçi", "Kemalist" ve "ulusalcı" konserler dayatmasına ne diyeceğiz?
Eh, Say da o müziğin virtüözü olduğuna ve özünde aynı şeyden yakındığına göre, ister istemez, yukarıdaki dayatmacı ideoloji ve kavramlarla ciddi bir paralelizm doğmuş oluyor.
Ama yine de paralelizmlere mesafeli bakmayı ve haniyse iki yüzyıldır aşinası olduğumuz klasik Batı müziğini "ideolojiler ötesi"nde değerlendirmeyi ve dinlemeyi bilelim.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2007
FATİH’in vefatı ertesinde kardeşi 2. Beyazıd’la taht kavgasına girişen ve Yenişehir ve Konya yenilgilerinden sonra Rodos Şövalyelerine sığınarak Papa vasıtasıyla Fransa’ya geçen; Sassenage şatosundaki "altın kafes"te yaşadığı rehin yılları ertesinde de belki eceliyle, belki zehirlenerek ölen Cem Sultan, Türk Osmanlı kimliği taşıyan ilk mülteci olmuştur. Peki de, aynı 2. Beyazıd acaba, "küffár"a sığındı diye biraderini "vatan haini"; "dar-ül harp ajanı"; ne bileyim ben, "kefere uşağı" falan diye suçlamış mıydı?
Doğrusu, pek ihtimal veremiyorum.
* * *
VEREMİYORUM, çünkü hadi, kardeşinin "bakım masrafları" (!) için Papa 7. İnosentius’ye her yıl kırk bin altın akçe ödemesini siyasi gerekçelerle açıklayalım.
Tamam da, ölüm haberi geldiğinde buna çok üzülen 2. Beyazıd’ın üç gün yas ilán etmesini; camilerde hutbe okutmasını ve gıyábında cenaze namazı kıldırtmasına ne demeli?
Nitekim, "sürgün sultan"ın türbesi eğer bugün Bursa’daysa, bu, yine 2. Beyazıd’ın ne edip edip, vefattan dört yıl sonra naaşı Fransa’dan getirmiş olmasından kaynaklanır.
O halde, acaba diyebilir miyiz ki, şu "hıyanet-i vataniye" edebiyatı bundan yarım bin küsur yıl önce, en zirvedeki muhalifler için dahi, bugünkü gibi ağızda sakız edilmiyordu?
Anlaşılıyor ki edilmiyordu ve de "vatan haini" iftiracılığı ayağa düşmemişti.
* * *
ZATEN çok daha sonraları, tá ilk Genç Osmanlılar ve Jön Türkler Avrupa sürgününe gittiklerinde, bırakın "düvel-i muazzama ajanı" damgası vurmayı, başta 2. Abdülhamit yönetimi olmak üzere Dersaadet’in mülteci politikasını "sopa" değil "havuç" belirliyordu.
Söz konusu başkentlerdeki sefir-i kebirlerimizin resmen "maaşa bağladığı"; yahut, "evládım memleketine dön! Efendimiz hazretlerinin ináyeti büyüktür ve sana şurada mutasarrıflık buyurmaktadır" diye tavladığı "muhalif" sayısı saymakla tükenmez.
Başka bir deyişle, son dönem İmparatorluğumuz bile "zıt unsurlar"ı çala kalem defterden silmemiştir ve her halükárda da, onlara "vatan haini" yaftasını yapıştırmamıştır.
* * *
SONRA, bugünkü "ulusalcı" üfürüğün tam tersine, Cumhuriyet de çok farklı değildi.
Nitekim, bütün devrimler gibi bir "devr-i sabık" yarattığı doğrudur ama, Cumhuriyet Devrimi’mizin "hıyanet-i vataniye"yle suçladığı ve sürgüne gönderdiği şahsiyetler, 1789 Fransız ve 1917 Bolşevik ihtilalleriyle kıyaslandığı takdirde, devede kulak kalırlar.
Adı üstünde "yüzellilikler", ülkeyi terketmek zorunda kalanların sayısı çok sınırlıdır.
Zaten de, daha on beş yıl geçmeden, 1938’de çıkan afla yasak kaldırılmıştır.
Kaldı ki, ne şeriatçı Mehmet Akif, ne ırkçı Rıza Nur, ne de demokrat Adnan Adıvar, rejimle uyuşmayarak Türkiye’yi terkettiklerinde, "hıyanet-i vataniye" damgası yemişlerdir.
Dolayısıyla, herhangi bir muhalif kimlik yansıttıkları için, bugünkü gibi o sonsuz rezil ve o sonsuz kalleş "vatan haini" iftirasına uğramak ve "ya sev, ya terket" tehditli terör sloganına maruz kalmak, aslında İmparatorluk’un da, Cumhuriyet’in de mayasında yoktur.
* * *
İMDİ, dün dediğim gibi, velev ki ben de Fazıl Say’ın ülke tahliline katılmıyor olayım.
Bu, onun "azınlık psikolojisi"nden hareket ederek ve şahsını kastederek, "yolcudur Abbas" şeklinde konuşmasını eleştirmem için bana hak ve seláhiyet tanır mı? Asla!
Hayat tarzını ve ortamını seçmekte herkes sonsuz özgürdür, sanatçı daha da özgürdür !
Hele hele, piyanisti "irtica yaygaracılığı yapmak"; "beyaz Türk davranmak"; háttá o rezil "hıyanet-i vataniye" suçlasına maruz bırakmak, laik geçinen ve "ya sev, ya terket" zorbalığını dayatan "ulusalcı" terörün "sofu salça" katılmış şekli değildir de, başka nedir?
Yarın konuyu klasik Batı müziği ve Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2007
FAZLA ciddiye almayıp ha bugün, ha yarın dinecektir diye düşündüğüm içindir ki, Fazıl Say’ın verdiği demeçten sonra bir bardak suda kopartılan fırtınayı görmezden geldim. Dolayısıyla da, şimdiye dek konuya ilişkin tek satır yazmadım.
Oysa, klasik Batı müziği hastalığım haniyse "melomani" derecesine vardığından, genç virtüözümüzün henüz ismi ve cismi duyulmuşken, kariyerinin daha en başında ondan ilk söz eden ya birinci, ya da ikinci kalem olmuştum.
Nitekim, satırlarıma "ilham" (!) gelsin diye şu an bile kasten Say dinliyorum.
Fetiş bestecim İgor Stravinsky’den mükemmel bir "Bahar Ayini" icrá ediyor.
* * *
EVET evet, aslında hiç inanmadığım o "ilhám"a ihtiyacım var!
Çünkü madem ki yukarıdaki fırtına "bofor" ölçeğinde hálá dokuz şiddetle esiyor, o halde konuya benim de değinmem artık farz oldu. Yoksa, gündemi ıskalamış sayılacağım.
Üstelik, çıkan tartışma Fazıl Say vukuatının çok boyutluluk arzettiğini ortaya koydu.
Dolayısıyla ben de, "laik mûsiki"den Cumhuriyet ideolojisine ve "mülteci ruhiyatı"ndan "hıyanet-i vataniye"ye, sorunu ayrıntılı biçimde ele alacak ve birkaç güne yayacağım.
* * *
ÖNCE şunu söyleyeyim, büyük piyanistimizin "yükselen muhafazakárlık" gibi bir tehlike"den (!) yola çıkarak, aşağı yukarı, "böyle giderse, bana ’yolcudur Abbas’ demek kalıyor" diye konuştuğu demecin birinci kısmına asla katılmıyorum.
Başka bir deyişle, yapmış olduğu Türkiye tahlilini yanlış, eksik ve sáthi buluyorum.
Ancak, reddettiğim bu yaklaşım fikri platformda tabii ki tartışılır ama, kimsenin Say’a "gözünün üstünde, kaşın var" demek hakkı yoktur. Olamaz!
Çünkü, her birey hayatın her şeyini daima öznel bir algılama süzgecinden geçirir.
O algılama ise yetişme tarzından sosyal hiyerarşiye; zeká seviyesinden bilinçaltı şartlanmasına; yerel kapanıklıktan kozmopolit ufka uzanan çok geniş bir yelpazede belirlenir.
Artı, bunların yine farklı sentezlerinden yine farklı sonuçlar çıkar ve çıkabilir.
Dolayısıyla, eğer Fazıl Say yukarıdaki hayat tarzı ve yaratıcılık ortamı itibariyle bir "tehlike" sezinliyor ve bundan irkiliyorsa, hissiyatını álenen haykırmakta sonsuz özgürdür.
Hele hele, hiç şüphesiz ki, bir s-a-n-a-t-ç-ı olarak onun özgürlüğü daha da sınırsızdır.
* * *
ÖYLE, çünkü bazen "hezeyán sayıklamak" lüksü dahil, vasatın üstüne ulaşabilmiş sanatçı ve yaratıcıların özgürlük marjı "sıradan fániler"inkinden daha geniştir.
Zira söz konusu sanatçılar için geçerli olan yegáne kıstas, ölçek ve mihenk taşı, onların yarattıkları, ürettikleri veya performansına ulaştıkları şeylerin genel bütünüdür.
Örneklersem, Pablo Picasso’nun cáni bir Stalin’in arkasından hüngür hüngür ağlayıp ağıt yakmış olması, İspanyol ressamın "dáhi" kimliğinden bir şey eksilebilir mi? Asla!
Yahut müziğe dönersem, Hitler hayranı Herbert von Karajan’ın azılı Nazi geçmişi, onun en dev orkestra yöneticilerinden birisi olduğu gerçeğini değiştirir mi? Hayır!
* * *
EVET, asla ve hayır, çünkü Picasso’nun ölçeği kübizm veya mavi dönem tablolarıdır.
Von Karajan’ın kıstası ise Beethoven ya da Honegger icrálarıdır.
Ve Say’ın mihenk taşı da Paganini varyasyonları yahut "Silk Road" besteleridir!
O ve onlar biz o sıradan fánileri kat be kat aşan çok istisnai becerilere sahip oldukları içindir ki, daha çok özgürlüğe, daha çok hoşgörüye, daha çok yanlışa hak kazanmışlardır.
Kaldı ki, Fazıl Say’ın "tehlike" saptaması bana göre de yanlıştır ama, esas fırtınayı kopartan, "böyle giderse, ’yolcudur Abbas’" sözünde bu tür bir yanlış dahi yoktur!
Bunu yarın, "mülteci ruhiyatı" ve "hıyanet-i vataniye" çerçevesinde ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2007
KABUL, aklımı peynir ekmekle yemediğime göre şu yarım porsiyon Belçika’nın yarın da bir devlet olarak kalacağı konusunda bahse giremem. Sermayeyi kediye yatıracak değilim. Fakat bilin ki, ister üçe bölünecek, ister başkasına ilhak edecek olsun, o Belçika’da dahi bir ulusal bilinç mevcuttur. Háttá, şovenizme varan millliyetçilikten bile söz edilebilir.
Tabii, gırtlak bab’ını kastediyorum!
***
EVET evet, birbirlerinin o gırtlaklarını boğazlasalar dahi iş táam faslına geldi miydi, akan sular durur. Flamanı da, Valonu da, Brüksellisi de ánında "Belçikalı" kesiliverir.
Yerden göğe kadar da haklılar, zira yapay ülke tam Latin, Cermen ve Sakson álemlerin kesişme noktasında yer aldığından, onları sentezi çok sofistike bir mutfak kültürü yaratmıştır.
Midye buğulamasından, karides köftesine de nefis spesiyaliteler listesi upuzundur.
Hátta, gurmeliklerine toz kondurmayan o burnu büyük Fransızlar bile Belçika’ya geldiklerine pek bir apışıverir ve memleketlerine ancak mide fesádına uğradıktan dönerler.
Neyse, burada mönü sıralayacak değilim ve dillere destan "esas" spesiyaliteye gelelim.
***
ÇİKOLATAYI kastettim, çünkü Yeni Dünya mahreçli kakao çekirdeğinin en rafine biçimde işlendikten sonra en álá tadla damağınıza ulaştığı yer Belçika’dır. Bu, tartışılmaz.
Loncası, üstádı ve üstád-ı azámıyla, çikolatacılık burada zenáatten sanata geçmiştir.
Zaten de, dünyada kişi başına en çok tüketimi gerçekleştiren Benelüks ülkesi ahalisi İsviçre mamulátına burun kıvırarak, "eh, inek yemi olarak ehvendir" diye onu alaya alırlar.
Sonra, kraliyet familyasına üretim yapan istisnayı hariç tutarsak, lüks veya süper lüks; veya da ultra lüks, onca çikolata firmasının içinde tek bir tanesi zirveye çıkar: "Godiva"!
Söz konusu marka, o olmayan Belçikalılığı dahi "Belçikalılık" kılar ki, muhtemelen "ulus bilinci"ni (!) kısmen ayakta tutan birkaç ortak paydadan birisini oluşturur.
***
EYVAAH, işte şimdi o da gitti! Üstelik de, kör talihe bakın ki, elin Türk’üne gitti!
Dün bizim medya "dünya çikolata devini ’Ülker’ aldı"; yabancı gazeteler ise en iyi tercümeyle, "lokumun fendi, çikolatayı yendi" türü manşetlerle duyurdu ki, zaten Amerikan çorpacısı "Campbell"in mülkiyetinde olan ve yılda yarım milyar dolar ciro yapan o anlı şanlı "Belçikalılık sembolü"nü, 850 milyon doları bastıran "Yılmaz Holding" satın almış.
Sizin anlayacağınız, tıpkı 2. Savaş ertesindeki Alman mucizesine simge addedilen "Grundig"in de "Koç"a geçmesindeki gibi, küreselleşme bir "milli efsane"yi daha yıktı.
***
BELÇİKA’da gerçekleşen bu son el değiştirme ne demektir, biliyor musunuz?
Boyut ve hacimler çok daha sınırlı olsa bile, örneğin, bizim kendi kimliğimizle özdeşleştirdiğimiz bir "Ali Muhittin Hacı Bekir ve Mahdumları"nın; yahut bir "Vefa Bozacısı"nın; yahut bir "Koska Helvacısı"nın önce bir Çin şirketine; sonra da, lokum, boza ve helva ustalarının ruhu bile duymadan, tekrar başka bir Maçin firmasına satılması demektir.
Peki, bu faraziye gerçekleşse o lokum, boza ve helva artık Türk olmayacaklar mıydı?
Ne münasebet, tabii ki yine Türk olacaklardı! Tabii ki yine "milli" kalacaklardı!
Tıpkı, aslında zaten tá kırk yıl önce Amerikan sermayesine geçmiş olmasına rağmen "Godiva"nın bugün de içeride ve dışarıda bir "Belçikalılık" alámet-i farikası olması gibi!
Nasıl ki "Campbell"in veya "Ülker"in mülkiyeti o álámet-i fárikayı değiştiremez, eh, kapital lokuma nişasta, bozaya fıçı, helvaya şeker değil; hele hele, üretenlerin el becerisi ve tüketenleri kolektif hafızası hiç değil, böyle durumlarda da Türklüğe hálel falan gelmez!
Eveet, işte lokumun fendi çikolatayı yendi ve Kurban Bayramı şerefine birincisiyle, "küresel bayram"ın yüzü suyu hürmetine de ikincisiyle ağzınızı tadlandırın, afiyet olsun!
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2007
GERÇEKTEN de bir "İslamofobi" var mı? İddia hakikát mi? Yani dün belirttiğim gibi, başta Batı’da olmak üzere, korku anlamına gelen "fobi" kavramının nefretle bütünleşerek, genel bir Müslüman düşmanlığına dönüştüğü doğru mu?
Cevabı vermeden, şu soruyu soracağım:
***
MALUM, "hákim uygarlık" olan o Batı’yı Hıristiyan kimlikle bütünleştiriyoruz.
Kabul ama, bu "hükümrán" (!) Hıristiyanlığın ve bizim ait bulunduğumuz "mağdur" (!) Müslümanlığın dışında kalan çok geniş bir insanlık da başka dinlerin hüviyetini taşıyor.
Pekii, acaba onlar da aynı Batı’yla kavgalı; bizim gibi kanlı bıçaklı mı?
Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Çinliler, Hintliler, Papunezya-Yeni Gineliler falan, İslam áleminin hiç durmadan sızlandığı gibi, söz konusu Batı’nın kendilerini "öteki" addettiğini; bunun için de nefret ve husûmete maruz kaldıklarını iddia ediyorlar mı?
Bir "taofobi"den; bir "hindofobi"den; bir "paganofobi"den yakınıyorlar mı?
***
DOĞRUSU, ben duymadım. Fakat yine de, tek tük sızlanmalar olduğunu varsayalım.
Ama şu kesin ki, onlar İstanbul’daki "İslamofobi" kongresi gibi toplantılar düzenleyip Hıristiyanlığın kendilerine "nefret savaşı" başlattığına veya bizim meczûp "yorumcular"ın (!) yaptığı gibi, "Batı’nın Hindu soykırımına hazırlandığına" dair herze yumurtlamıyorlar.
Oysa, sömürgecilikse sömürgecilik ve emperyalizmse emperyalizm, o Hint’i de, o Çin’i de, o Maçin’i de geçmişte, Müslüman álemle kıyaslanmayacak oranda aynı Batı’dan "çekti".
Şimdiki ortalama hayat seviyesi ise yine İslam dünyasının kat be kat altında dolanıyor.
Artı, onlar da mazide çok büyük ve çok görkemli uygarlıklar oluşturmuşlardı.
Peki, tüm bunlara rağmen niçin ne Hıristiyan Batı’ya karşı düşmanlık üretiyorlar; ne de bilhassa, aynı Hıristiyan Batı’nın kendilerine yönelik "fobik" düşmanlığından yakınıyorlar?
Derhal söyleyeyim, "Haçlı zihniyeti" gibisinden sonsuz kof veya bir o kadar uyduruk "oryantalizm" kompleksine karnım tok, bunlar láf-ı güzáftır ve kıymet-i hárbiyesi yoktur!
***
YOKTUR, zira benliğimden ayrılamaz bir İslami aidiyet insanı olarak haykırıyorum, sırf Hıristiyan Batı’nın falan değil, istisnasız diğer bütün dinlerin o İslam’la s-o-r-u-n-u vardır.
Daha doğrusu, bugün hükümránlık sağlamış olan İslam’ın kültür ve pratiğiyle vardır.
Ancak tabii ki bu sorun ortak hayat alanlarına göre derece derece yükselir veya azalır.
Yani, çocuğunun gittiği kreşin Paris varoşunda yakıldığını ve duvara "Şeri intikam" yazıldığını gören bir Fransızın "İslamofobi"si, Kyoto’daki Japon garsonun, Paki bulaşıkçının "haramdır" diye pavurya yıkamaması karşısında hissedeceğinden çok daha fazla olacaktır.
Ama yine de, pandiklenmemek için yerli kızların dahi baş örtmek zorunda kaldığı bir Anvers banliyösündeki Belçikalının "İslamofobik" dürtüsü, şık Pekin apartmanının banyo küvetinde kurban boğazlandığını gören Çinli komşunun aynı dürtüsüyle paralellik arz eder.
Yahut, oraya "Şeriat" (!) geldiği için kahvede artık bira bile içemeyen bir Kuzey Nijeryalı animistin üreteceği "İslamofobi", Büyük Britanya "Londonistan"ında (!) "helál" etiketli et satmadığı için vitrini taşlanan İngiliz kasabın "İslamofobi" duygusuyla benzeşir.
***
EVET evet, bu "fobi"ler, yani korkular gökten zembille inmiyor. Somutluk arzediyor.
Bugün hakim olan İslam kültür ve pratiğinin "öteki"ne korku saçmasından; kendisi için talep ettiği tahammülün bir gıdımını dahi ise o "öteki"ne esirgemesinden kaynaklanıyor.
Ve, sonucu sebep belirlediği içindir ki de, aynı "öteki" artık "İslamofobi" üretiyor.
Kurban Bayramı hepimize mübarek olsun ve kör kör parmağım gözüne bir "sebep"i reddederek "İslamofobi" mağduriyetine sığınmak riyakárlığı, yine hepimize uzak dursun.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2007
ASLI "fobos" olan ve korku anlamına gelen "fobi" kelimesi kádim Yunancadan iner. Freudcu ruhbilim ise 19. yüzyıl nihayetlerinde sözcüğü modern lûgate dahil etmiştir. Yani, nevroza dönüşmüş korku saplantılarını "fobi" diye tanımlamaya başlamıştır.
Örneğin, kapalı mekánlardan ürkmeye "klostrofobi"; su sesinden ve görüntüsünden paniklemeye "hidrofobi"; güneşten ve ışıktan kaçmaya da "fotofobi" denilir.
Ve psikanalistlere sorarsanız, bazen delirium raddesine ve histeri nöbetine varan her "fobi"nin arkasında, insan ruhunun derin bilinçaltını tayin eden çok vahim travmalar yatar. İşte, Yunani kökenli deyimi psiko-psikanalitik lûgatte bugün bu anlamda kullanıyoruz.
***
ÖTE yandan, insani bilimler arasındaki kelime alışverişi ve benzeşme genellemesi çok yaygın olduğundan, epey zaman var ki, "fobi" kelimesi sosyo-etnolojik lûgate de girdi.
Burada da yine korku, yine dehşet, yine ürküntü, yine panik çağrıştırılıyor.
Esas farkı, toplumsallığı ağır basan bu ikinci "fobi" sözcüğünde bireysel nevrozların değil de, daha ziyade kolektif gruplara yönelik ortak endişelerin ifade edilmesi oluşturuyor.
Tekrar örneklersek, "yudaefobi" Yahudilere; "anglofobi" İngilizlere; "rusofobi" Ruslara; veya "türkofobi", Türklere karşı hissedilen ürküntüyü tanımlamak için kullanılıyor.
Ve dolayısıyla, şimdilerde pek bir moda olan "İslamofi" deyimi teláffuz edildiğinde de, Müslümanlık dinine ve onun mensuplarına yönelik genel korku isimlendirilmiş oluyor. Hayır hayır, yalnız korku değil ve de tabii ki ötesi var!
***
VAR, çünkü ister psikolojide, ister sosyolojide olsun, her "fobik" korku kaçınılmaz olarak kin, nefret, hiç olmazsa husûmet duygularını da beraberinde getirir. Getiriyor.
Háttá, "fobi"lerin bilinçaltı deşildiğinde çoğu kez bu ikinci unsurlar ön plana çıkıyor. En azından, birbirleriyle tamamlayıcılık arzediyorlar ve karşılıklı olarak dönüşüyorlar.
Nitekim, ruhbilimdeki "fobi" onu uyaran objeye veya duruma; toplumbilimdeki diğer "fobi" ise onunla bütünleşen "öteki"ne karşı, az veya çok, mutlaka düşmanlık üretir.
Örneğin, kapalı mekánlarda paniklediği içindir ki "klostrofob" insan hem asansörden; hem de giderek, asansörsüz çıkılması mümkün olmayan gökdelenlerden nefret eder.
Yine örneğin, "yudaeofob" kişi Musevilerin İsevi bebek kanı içtiğine dair kültürü aşamadığı içindir ki, Yahudilere kin besler. Öküzün altında bile "sionist komplo" keşfeder.
Zira, nesnel mantıkla çelişen "fobik" birey veya grup nevrozu kendi öznel mantığıyla açıklamak ihtiyacını hisseder. Bunun için de asansörden yahut Yahudiden "düşman" yaratır.
Ve, korkuları yenmek; yani dolayısıyla nefret duygusunu atmak "klostofob" kişi için ancak psikanalitik tedaviyle; "yudaefob" rezil için ise ancak sosyolojik eğitimle mümkündür.
***
İMDİİ, bugün de bazıları iddia ediyor ki, dünyada "İslamofobi" hüküm sürmektedir. Onlara göre, Müslümanlara duyulan korku 11 Eylül’den sonra, yukarıda belirttiğim "fobi - nefret" ilişkisine paralel biçimde, artık o Müslümanlara karşı nefrete dönüşmüştür.
Nitekim, geçen hafta İstanbul’da da uluslararası nitelikli bir "İslamofobi" konferansı toplandığını ve izlediğim kadarıyla, aşağıya yukarı aynı argümanların üretildiğini biliyorum. Yani malûm "tez" (!), benmerkezci Batı "öteki" olan İslam’ı "düşman" bellemişmiş.
El insaf, düşünün ki "İslam nefretine hayır" diye bağıran bu tez ciddi ciddi, Ermeni gazetecilerin katledildiği, Katolik rahiplerin bıçaklandığı, Protestan ruhbanların gırtlaklandığı, gayrı müslim mallarının gaspedildiği şu laik ama Müslüman kimlikli ülkede öne sürülüyor.
Doğrusu, buna kimin "inanacağını" (!) ve "inandırılacağını" (!) ben bilemiyorum. Ancaak, şu "İslamofobi" iddiasının sonsuz göreceleştirilmesi ve aslında, bizzat İslam áleminin kendi sayısız "fobi"lerini tedavi etmesi gerektiğini biliyorum ki, yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2007
HİÇ şüphesiz, İzmir’deki son "papaz bıçaklama" vukuatının şakaya gelir yanı yok! Ancak, önce acil şifalar dilerim, Sen Antuan Kilisesi rahibi Peder Adriano Franchini’nin durumu hayati vehámet arzetmediğine göre, girizgáha kasten biraz látife karıştıracağım.
Çünkü galiba, Hıristiyan din adamı görevini ifa etmek, dünyanın hiç bir yerinde Türkiye’deki kadar zor ve tehlikeli bir iş oluşturmuyor.
Zira baksanıza, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misáli, bizim ülkemizde yaşayan ruhbanlar ağızlarıyla kuş tutsa, ne İsa’ya, ne de Muhammed’e yaranabiliyorlar.
Önce, sadece ve sadece çok kısa dönemin çetelesine şöyle bir göz atalım:
***
MİSYONERLİK yapıyor diye, Trabzon’da Rahip Andrea Santoro’nun katledilmesi biir!
"Emperyalist din pazarlıyor" diye Malatya’da Tilman Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in kıtır kıtır gırtlanmaları ikii, üüüç ve döört!
"Haç öptürtüyor" diye Samsun’da Peder Pierre Brunissen’in bıçaklanması beeş!
Yine İzmir’de diğer Peder Martic Kmetec’in, Mersin’de ise Fransisken kilise cemaatinin sille tokat pataklanması altıı ve yedii!
Mardin’de de Süryani rahip Edip Danyel Savcı’nın gizli gizli kaçırılması sekiiz!
Maaşallah, dünyada en az Hıristiyan azınlığa sahip olan bir ülke olmamıza rağmen o Hıristiyanlığa karşı "cihat"da (!) en başı çekiyoruz.
Tamam ama, son "İzmir vukuatı"yla diğer nokta daha devreye girdi ki, Türkiye’deki ruhbanların inandıkları İsa’ya dahi yaranamadıklarını söylerken, işte bunu kastediyorum.
***
ÖYLE, zira hem bizim gazetelerin, hem de Katolik ajansların verdikleri habere göre, rahib Adriano Franchini’yi saldıran Balıkesirli Ramazan Bay, aziz pederi, İsevi ruhban herhangi bir "Hıristiyanlık propagandası" yaptığı için falan bıçaklamamış.
Tam tersine, kendisini o Hıristiyanlığa kabul etmediği için kamaya sarılmış.
Zahir Franchini, "evládım, din değiştirmek terli mintan değiştirmeye benzemez. Mukaddes suyla takdise ve kutsal ekmekle vaftize hak kazanabilmek için üçlü "Tehlis"e iman etmiş olmak ve bütün inançlar gibi, vecibelerini yerine getirmek gerekir" filan gibisinden bir şeyler söyledi ki, Bay’ın da hevesini kursağında kaldı.
Ve gazaba gelen hazret de çok muhtemelen, "ne lan, İsa Mesih’in Kudüs’te yattığı Kámáme anahtarını istemedim ya, alt tarafı sizin taraftaki cennetin anahtarı istedim. Vermiyorsan, sen de al bakalım sustalıyı" diye söylenerek, adamcağızı delik deşik etti.
Ama tabii, karakolda "Kurtlar Vádisi"inden etkilendiğini ve misyoner faaliyetlere karşı "mücadele yürütmek" (!) için Adriano Franchini’yi bıçakladığını eklemeyi unutmadı.
O halde, ya Muhammed, ya İsa, ya Musa, şimdi hep beraber imdádımıza yetişin!
Zira öyle bir hallere düştük ki, bütün bir ulus olarak zebabi cehenneminde yanacağız.
***
NERESİNDEN başlamalı? Daha doğrusu, neresinden başlamamalı?
Çünkü yukarıdaki dehşet manzarayı gördükçe, içimden, "canına yandığımın, bári şu Şeriat’a geri gelsin de, zımmi mimmi ama, hiç olmassa haracını ve cizyesini veren gayr-ı müslimlere can güvenliği altında yaşamak hakkı sağlanmış olur" diyeceğim geliyor.
Artı, İsevilerin katledildiği veya saldırıya uğradığı şu hoşgörüsüzlük Türkiye’sinde; şu ötekine nefret ülkesinde; şu kolektif fanatizm diyarında, bizlerin hiç utanmadan, hiç yüzümüz kızarmadan ve kıçımıza değil çuvaldız, toplu iğne bile batırmadan, "Müslüman düşmanlığı" (!) yükseliyor diye ahkám keserek bir de İstanbul’da "İslamofobi" konferansı düzenlendiğimizi görünce, doğrusu cinnet yaşadığımıza dair kanaatim daha da güçleniyor.
Eh, Peder Franchini’ye ve de bilhassa, "öteki" nefretinden hasta ülkemize acil şifalar.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2007
"Bana durmadan, memnun değilsem değişmem gerektiğini söylüyorlar. ’Senin özgürlüğün, başkalarınınkinin başladığı yerde biter’ diye de ekliyorlar. Öyle bir özgürlük illüzyonu yaşıyoruz ki, nerede başladığı bilinmediği için nerede bittiği de bilinmiyor. Oysa bana göre, benim özgürlüğüm diğerlerinin özgürlüğünün başladığı yerde başlıyor ve yukarıdaki saçma sapan söz de, kimse bir şeyi yerinden oynatmasın diye ’düzen’i hep bize hatırlatmak işlevini görüyor."
Geçen pazar anlatmaya başladığım gibi, ortanca oğlum Cem’le birlikte gittiğimiz bir hamburgerci dükkánında, tam bizden önce masadan kalkan liseli grubun unuttuğu ve "sınıf günlüğü" başlığını taşıyan bir metin buldum.
Muhtemelen on altı-on yedi yaşlarındaki erkek bir öğrenci tarafından yazılmış olan ve ergenlik çağının bütün varoluş kaygılarını yansıtan bu harikuláde metnin "hayati" addettiğim bölümlerini, tek kelime eklemeden ve değiştirmeden ben de size aktarıyorum.
"Yaparmış gibi yapmak! Okulların her açılışında yaptığım gibi?
Sanki bu yıl geçen yılın hazin bir tekrarı olmayacakmış gibi?
Sanki her şey daha olumlu geçecekmiş gibi?
İyi çalışacağım; hocalar daha az salak olacak, hayatım biraz anlam taşıyacak.
’Hayatım’ mı? Hayatım sanki bana mı ait? Ve, beni bekleyen gelecek?
Sonra, hep o bulanık hissiyat: Ben burada ne bok yiyorum?
Yuh, bilmiyorum! Bir gün okula gitmek gerektiği söylendi, işte o günden beri gidiyorum. Veya, hemen hemen. Artık ’normal’e dönüştü. Ama sorumun hálá cevabı yok.
Net olan tek cevap, benden bekleneni yapmakta olduğum.
Ve, bu záfiyet, bu umutsuzluk, bu bıkkınlık anlarında bana sunulan yegáne şeyi, düşünmemek ve itaat etmek emri oluşturuyor. Hocanın deftere yazdırttıklarına uymak!
Ve, işin garibi, iyi de geliyor!
İçi kof bir olumluluk, tamamen boş bir konfor, sonsuz hüzünlü bir neşe!
Bu durumlarda, aslında kendimden nefret ediyorum.
Onların beklentilerine uygun davranarak diğerlerinin, ebeveynlerimin, büyüklerin benden hoşnut kalması ve bana güven duyması, kendime olan nefretimi kamçılıyor.
SANKİ MTV KLİBİ
Sonra, okul arkadaşlarıma kendi imajımı sevdirememekten; ama imajı onların talebine uydurduğum takdirde beni seviyor olmalarından ve bizzat benim de bu sevgiyi sevmemden, nefret ediyorum. (?)
Demem gerekiyor ki, aslında kendimin yaşamak háline bakmaktan ve buna duyduğum nefretin de bilincinde olmaktan nefret ediyorum.
Sanki, yaşayacağım her şey yaşanmışmış gibi his içindeyim. Meselá televizyonda?
Sanki okul, sanki bütün hayat bir ’MTV’ klibiymiş de, ben kameralara en iyi biçimde gözükmek, en doğru pozu almak için hiç durmadan didinip duruyorum.
Yaparmış gibi yapmak! Okulların her açılışında yaptığım gibi?
Dayanamıyorum. Neden ağladığımı bilmemenin ürküntüsü; çığlık atamamanın ürküntüsü; hiç ürkmüyor olmanın ürküntüsü!
Bu bir çığlık: Biz, asla doğmamış olduğumuz bir dünyaya öldük!
Yalnız beton ve vitrin olan, yalnız imaj olan bir dünyaya öldük!
Artık vitrin olmayacağım. Yaşamaya başlamak için kendimi parçalıyorum.
Bu, birinci hámle! Kendini paramparça edersen, başkalarını da edebilirsin.
Yolu ve yordamı da, kendi hayatımızın ’MTV’ klibinden firar edebilmekten, dekorunu yıkmaktan geçiyor.
Firar etmek, dünyanın, hocaların, ebeveynlerin, aynasızların, sevgililerimizin, her şeyden önce de kendimizin beklediği bir yeri boş, bomboş bırakmak anlamına gelecek.
I-POD’U DAHA FAZLA DÜŞÜNÜYORUM
Sonra, sık sık kendime, belki benim; hem de sizin; hepimizin yüzünden, böylesine sıkıcı bir konfora sarılarak bu bokluk dünyasını tercih ettiğimizi söylüyorum.
Çünkü, üzerine çok şarkı yükleyebileceğim bir ’iPod’u daha fazla düşünüyorum.
Çünkü, teneffüste sükse yapacağım yeni bir ’GSM’ daha fazla hayal ediyorum.
Çünkü hepimiz, kendimizi ve almak istediğimiz şeyleri, hayallerimizden, gerçek arzularımızdan, hakikaten yaşamak istediğimiz şeylerden daha fazla düşünüyoruz.
Bana durmadan, memnun değilsem değişmem gerektiğini söylüyorlar.
’Senin özgürlüğün, başkalarınınkinin başladığı yerde biter’ diye de ekliyorlar.
Denedim, yürümedi. Ve neden sonra anladım ki, insanın kendinin nefret ettiğin yanını yıkabilmesi, aslında o nefreti besleyen şeyleri de yıkmak anlamına geliyor.
Bununla, şu sahtekárlık dünyasını; reklamları, kodları, hál ve oluş tarzlarıyla şu bitmez tükenmez tiyatro álemini kastediyorum.
Öyle bir özgürlük illüzyonu yaşıyoruz ki, nerede başladığı bilinmediği için nerede bittiği de bilinmiyor.
Oysa bana göre, benim özgürlüğüm diğerlerinin özgürlüğünün başladığı yerde başlıyor ve yukarıdaki saçma sapan söz de, kimse bir şeyi yerinden oynatmasın diye ’düzen’i hep bize hatırlatmak işlevini görüyor."
İşte, genç liseli öğrencinin "varoluş sorunu"na ilişkin olarak yazmış olduğu ve "çığlık" diye nitelendirdiği bu sonsuz duyarlı satırlar arasında daha çok şeyler var ama, işi tam bir "nihilizm"e vardırarak şu pazar gününün tadını kaçırmamak için burada kesiyorum.
Fakat yine de, kimden alıntıladığını çıkartmadığım aşağıdaki satırı ekleyeceğim.
"Ben, kendi hárábesinden başka bir şey olmamış olan bir anıtın hárábesiyim."
O halde bari bizler de, en azından, ergenlik çağı çocuklarımızın "sınıf günlüğü"nü hárábeye dönüştürmeyecek ebeveynler olmaya çalışalım!
Yazının Devamını Oku