19 Ocak 2008
HAYIR, geçen yıl bugün Hrant Dink’i "derin devlet" katletmedi. Böyle bir şey olmadı. Bir yıl önce bugün, canım ciğerim Hrant Dink’i "derin i-d-e-o-l-o-j-i" katletti. Ve hiç şüphesiz ki, bu ikincisi birincisinden sonsuz defa daha büyük tehlike arz ediyor.
Sonsuz defa daha büyük sorumluluk taşıyor ve de sonsuz defa büyük cürüm işliyor.
Burada şunu söylemek istiyorum.
* * *
KAHPE cinayetin arkasında, devlet dediğimiz o genel aygıtın bünyesinde yer ve onun hiyerarşik kademelerinden talimat alan bürokratik - militarist bir yapı yoktu. Asla da olmadı
Faillerin kendi aralarında "çete" kurduğu varsayımı yukarıdaki gerçeği değiştirmez.
Bunlardan bazılarının "resmi çevreler"le dirsek teması kurmuş olması da değiştirmez.
Nitekim, daha ahparik Hrant’ın cesedi soğumadan ortaya çıkan bütün ipuçları ispatladı ki, ortada herhangi bir gizli "derin devlet" falan değil, apaçık bir "derin ideoloji" vardır
Aksini iddia etmek, "laik ulusalcı - dinci ulusalcı" koalisyonunun zaten hiç durmadan ürettiği "komplo teorileri"ni bir zihin sistematiği olarak benimsemek anlamına gelir.
Zahiren ona zıt gözüken ama aslında aynı irrasyonaliteyi paylaşan bir şema yansıtır.
Her şeye kadir bir "meçhul el"in varlığına inanmak olur ki, mantiki akılda yeri yoktur.
Artı, geçen yıl bugün Dink’e sıkılan kalleş merminin kovanında devlet kumpası keşfetmek, istemeyerek dahi olsa, "az-met-ti-ri-ci"nin suçunu hafifletmek anlamına gelir.
Oysa, söz konusu azmettirici ise yukarıdaki "derin ideoloji"nin tá kendisidir!
* * *
"DERİN ideoloji" derken epey eskilere uzanıyorum. İmparatorluğun ulus - devlete geçiş sancılarıyla başlayan ve farklılıklar taşısa dahi, 2. Abdülhamid - Meşrutiyet - Cumhuriyet sürecinde özü aynı kalmış olan "ötekinden arınmak" dürtüsünü ve iradeciliğini kastediyorum.
Ve burada inkár eden çarpılır, işte o "öteki"ni "ben"den ayıran ana unsur hep din oldu.
Laik veya seküler söylem kullanıyor olmak gerçeği değiştirmez. Çünkü "Türkleşmek" projesi aynı zamanda "İslamlaşmak" tasavvurunu barındırdı. Daima onun üzerinde yükseldi.
Tabii burada "İslamlaşmak" derken imáni değil, coğrafi ve beşeri bir fiili kastediyorum.
Nitekim, ne Hamidiye alayları, ne 1915 Tehcir’i, ne de 1923 Mübadele’si tesadüfidir.
Bunların her biri, gayrı müslimlerin mümkün mertebe tasfiyesini hedeflemiştir.
Nitekim, Anadolu ve Trakya Müslüman olan fakat etnik Türk olmayan Kürt, Láz, Çerkes, Pomak vs. ile "Türkleştirilmiştir" ama; "öteki" addedilmeleri yalnız ve yalnız farklı din aidiyetinden kaynaklanan Rumlar, Ermeniler, Karamanlılar, Bulgarlar aynı süreçten dışlanmıştır.
Yani, tábir caizse, Türk milliyetçiliğinin hamurunu "dini milliyetçilik" de yoğurmuştur.
Hrant Dink cinayetinden sorumlu olan "derin ideoloji"nin kökeni de işte buradadır.
* * *
ÖYLE ve bakın, hem Dink’in kátil ve azmettiricileri; hem de İsevi ve Musevilere yapılan diğer saldırı failleri, siyasi İslam anlamında değil, milli anlamda "dini" kıstas kullanıyorlar.
Artı, o Dink’i ve Patrikhane’yi hedef göstermekten, misyoner ve dönmeleri teşhir etmeye, laik geçinen "ulusalcı"lar dahi kendi bilinçaltlı "öteki"lerini yine dini eksende belirliyorlar.
Ve, gayrı müslim hüviyetlerindeki gizli şifreden, onların sivil ve askeri bürokrasiden dışlanmasına; yahut, öğrencilere kanla bayrak çizdirtilmesine, örnekleri sayısızlaştırabiliriz.
O halde de diyebiliriz ki, "derin ideoloji" derin devletten çok, çok daha "derindedir"!
İkincinin onunla donanmış olması bir yana, ortada dehşet bir toplumsal şartlanma vardır.
Dolayısıyla da, bugün saat 14’ten itibaren cinayet mahallinde anacağımız Hrant Dink’i organik bir "derin devlet" değil, laik-teolojik karması bir "derin ideoloji" öldürmüştür.
Failleri cezalandırmanın; daha doğrusu, faillerin nedámet getireceği ortamı yaratmanın tek yöntemi ise o ideolojinin s-ı-ğ-l-ı-ğ-ı-n-ı teşhir ve insanları buna ikna etmekten geçmektedir.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2008
BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon dahil, salı günü Madrid’de geniş katılımla başlayan ve esas olarak Hıristiyanları ve Müslümanları buluşturan "Medeniyetler Diyaloğu Forumu"na İspanya ve Türkiye’nin öncülük ediyor olmaları, o kadar büyük tesadüf oluşturmuyor. Türkiye meselesine daha sonra geleceğim, ilkin İspanya’nın özelliği üzerinde duralım.
* * *
MALÛM, Berberî komutan Tarık İbn Ziyad’ın daha sonra kendi adını taşıyacak boğazı geçerek Afrika’dan İberya Yarımadası’na adım attığı 711 yılından itibaren, söz konusu coğrafya Arap - Müslüman fetihlerin Avrupa’daki temel yerleşim sahasına dönüşmüştü.
Neden sonra da, Kastilya Kralı 2. Ferdinando’nun sistematik biçimde öncülük ettiği ve iki buçuk asra yayılan "Rekonkista", yani "karşı fetih" başlatıldı.
Her halükárda da, son kale Gırnata emirliğinin düştüğü 1492 senesine dek, sekiz yüzyıla yakın, İslam toplumlarının en zirveye ulaştığı Endülüs uygarlığı burada hüküm sürdü.
* * *
EFSANE üretecek değilim ama şu kesin ki, Arabî - Berberî medeniyetin İsevi ve Musevilere tanıdığı hoşgörü ve müsamaha, tam anlamıyla "Kara Katolik" olan İspanyollar tarafından Müslümanlara ve Musevilere asla sağlanmadı. Tahammülsüzlük onlarda arşa vardı.
Öyle ki, kırk katır mı, kırk satır mı misáli, İberya yerlileri her yeni "karşı fetih"te, yukarıdaki din mensuplarını tehcir etmek veya vaftize zorlamak politikasıyla da yetinmediler.
"Morisko" denilen ve giderek Arapça kullanmalarına rağmen hep Mesih dinine bağlı kalmış olan en eski ahaliyi dahi tekrar "İspanyollaştırmak" (!) hevesine kapıldılar.
Daha artı, Hitler’den çok, çok önce tarihin ilk genetik ırkçılığını uyguladılar.
"Konversos" ve "maranes" adı verilen İslam ve Yahudi kökenlilerin şeceresini teker tekler çıkartıp, onları yine ya sürgüne gönderdiler, ya da Enkizisyon celládına teslim ettiler.
Öz olarak, İspanyollar Endülüs’ü kolektif hafızadan silmek istediler ve tá Franko nihayetine dek de, bin yıl müddetle kendilerini "Hıristiyanlığın ön mevzisi" (!) addettiler.
* * *
VE, işte o Franko morto, demokratik İspanya aynı kolektif hafızasını hemen tazeledi.
Aşk - nefret ilişkisi yaşadığı bir geçmişin nefret boyutunu çok büyük ölçüde törpüledi.
İktidar sağ veya sol, Madrid hep "pro İslam" ve "pro Arap" başkent sayılır oldu.
Fas göçmenlerinden Körfez sermayesine, Müslümanların cazibe merkezine dönüştü.
Zaten, eğer şimdilerde Gırnata’nın El Basin semtinde dolanırsanız kendinizi tümüyle Mağribî bir kentte hissedersiniz. Yahut, Sevilla’nın, yani eski adıyla İşbiliye’nin üniversite kütüphanelerinde Arap - İslam tarihine ilişkin en eski ve en bilimsel tezleri okursunuz.
Zira, demokratikleşen ve laikleşen İspanya bir anlamda günah çıkarttı ve açık ve sivil topluma dönüşürken, aynı zamanda Endülüs’ün yakamozlu mirasını can-ı gönülden sahiplendi
İşte bunun içindir ki, "Medeniyetler Diyaloğu"na şimdi o İspanya öncülük ediyor.
Yukarıdaki gelişmeye de ulus devletler sürecinde "tarihle barışmak diyoruz!
* * *
İMDİİ, burada tekrar başa dönersem, aynı "Medeniyetler Diyaloğu Forumu"na Başbakan Erdoğan’ın da eş başkanlık yapması tabii ki mükemmel bir açılım oluşturuyor.
Ama ne var ki, Türkiye henüz İspanyol becerisini gösteremedi! Tarihiyle barışamadı.
Nitekim, öz be öz b-i-z ve b-i-z-i-m olan Patrikhane’yi "düşman" saymıyor muyuz?
Bizans anıtı yıkmıyor ve azınlık vakfı gaspetmiyor muyuz?
Misyonerlerde "casus" (!) keşfetmiyor ve rahiplerde gırtlak kesmiyor muyuz?
Ve cumartesi günü de, sonsuz acılar utançlar içinde, yine öz be öz b-i-z ve b-i-z-d-e-n olan Hrant Dink’i, katledilişinin birinci yıldönümünde anmaya hazırlanmıyor muyuz?
Kendi uygarlık tarihimizle barışamazsak "öteki"ninkiyle nasıl diyalog kuracağız ki?
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2008
TEK bir hayati nokta hariç, şu an sürdürmekte olduğu Ortadoğu gezisi sırasında "W" rumuzlu George Bush’un ağzından çıkan her sözü müthiş bir ihtiyatla karşılamak gerekiyor. Hele hele, yıl sonuna dek mutlaka bir Filistin devletinin kurulacağı yönündeki kuyruklu yalanı yutmak için tam anlamıyla ebleh olmak gerekiyor.
Fakat, yukarıdaki o tek nokta öyle önemli ki, bölgeyi ve dünyayı sonsuz ilgilendiriyor. İran’ı hedefleyen uyarıları ve tehditleri kastettim!
Çünkü, Bush burada ne yalan söylüyor, ne de kuru sıkı atıyor.
* * *
NİTEKİM, İsrail - Filistin ziyaretleri dahil, ABD önderi bütün temasları boyunca hep aynı İran konusuna odaklandı. Konuşmalarındaki en temel ve hayati önceliği oluşturdu.
Daha Kudüs ve Ramallah’tan itibaren, Kuveyt’te de, Körfez’de da, Riyad’da da daima ve daima ilk iş olarak, Farsi devleti provokatörlük ve saldırganlıkla suçladı.
Hem bölge başkentlerini Tahran’a karşı işbirliğine çağırdı, hem de her halükarda, Acem ülkesinin atom silahı üretmesine izin verilmeyeceğini vurguladı.
Çok büyük ihtimalle de bugün aynı şeyi, son uğrayacağı Kahire’de tekrar yineleyecek.
Ve, velev ki Beyaz Saray kiracısı "yolcudur Abbas" olsun, George W. Bush’un ağzından çıkan bu yegáne doğruyu ciddiye almak gerekiyor.
* * *
EVET ciddiye almak gerekiyor, zira nasıl ki daha 11 Eylûl’ün hemen ertesinde, aslında uzak - yakın hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen Irak o Bush’un beyninde bir takıntıya, bir obsesyona, bir "fikr-i sabit"e dönüştü ve ABD’yi batağa saplamak pahasına maceradan çekinmedi, işte aynı beyni saplantı şimdi de İran konusunda hüküm sürüyor.
Ve muhtemelen bunda da, Teksaslı Hıristiyan mürtecinin kendisine ve ülkesine biçmiş olduğu "mesih" rolü yine belirleyicilik taşıyor. Hazretin dürtüleri "gaip"ten (!) kamçılanıyor.
Fakat psikanalitik ve teolojik tahlil yapmadığımıza göre, tekrar gerçeğe dönelim.
* * *
BUSH’un gün sayıyor olması ve İran nükleer programınının ABD servisleri tarafından göreceleştirmesi durumu değiştirmez, Beyaz Saray lideri giderayak dahi Tahran’a vurabilir.
Zira, yukarıdaki "mesih" kuruntusu bir yana, üç ana nokta belirleyicilik taşımaktadır.
Bir; Acem devletinin atom silahı üretmesi hem bölge dengelerini, hem de Washington’un Ortadoğu statükosunu olduğu gibi çökertecektir. Kaos kaçınılmazlık kazanacaktır.
Irak’ta sütten ağzı yandığı için ABD’nin yukarıdaki yoğurdu üfleyeceğini; dolayısıyla da bu defa gelişmeye "tınmadan" yeni statükoyu kabulleneceğini düşünmek ise hayalciliktir.
Ultra süper güç, hayati bir jeo-stratejik bölgeyi göz göre göre bırakmaz ve bırakamaz
* * *
İKİ; İsrail kendi varlığını tehlikeye sokacak böyle bir ihtimale tabii ki baştan karşıdır.
ABD’yle ortak veya değil, önlemek için her şeyi yapacaktır.
Ancak onun ötesinde, oportünist Suriye hariç, Mısır’dan Suudi Arabistan’a bütün Arap ülkeleri de böyle bir "Şii bomba"ya yine baştan karşıdır. Onlar da önlenmesini istemektedir.
Tersi durumda, yani İran söz konusu bombayı ürettiği takdirde, Türkiye dahil pek çok bölge ülkesinin de çekirdek silahla donanması kesinlik kazanacak ve "ipin ucu" kaçacaktır.
Nihayet üç; Amerikan halkı "boy"ların rehin alınmasını asla affetmediği içindir ki, ne denli gözden düşse de, Bush, İran’a yönelik bir girişimde kamuoyunu arkasında bulacaktır.
Yani, Irak’tan farklı olarak, bölge ülkelerinin zımni ve utangaç dış desteği bir de iç destekle pekişmiş olacaktır ki, eh hayali bir "mesih" için bunlar yeter de artar bile!
Ve bizler umalım ki, işler böylesine bir "dönülmez akşamın ufkuna"na gelmeden önce "W" rumuzlu Bush Beyaz Saray’dan yolcu; İran da "atom sevdası"ndan arınmış olur!
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2008
HABER fazla etki yapmadı ama, aslında gelişmeleri çok dikkatle izlemek gerekiyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın perşembe günü açıkladığı ve ya yılın birinci çeyreğinde ya da ilk yarısında gerçekleşecek Türk - Alman - Fransız zirvesini kastediyorum.
Eh, sır olmadığına göre de, Erdoğan’ı Berlin lideri Merkel ve Paris önderi Sarkozy’le buluşturacak olan bu doruk toplantısı tabii ki Ankara’nın AB üyeliği konusuna odaklanacak.
Dolayısıyla, her iki motor başkentin mızıkçılıkta da "motor" rol oynadığı düşünülürse, aynı zirvenin "stratejik" bir anlam taşıyacağını söylemek yanlış bir varsayım oluşturmaz.
* * *
ÖNCE, burada sorulması gereken ve benim yanıtını bilmediğim ilk nokta, böylesine hayati bir zirve talebinin Türkiye’den mi, yoksa Topluluk’tan mı geldiği sorusunu içeriyor.Bu "diplomatik? protokoler" sorgulamayı nemden nezle kaptığım için yapmıyorum.
Çünkü, eğer söz konusu talep, "Tekere çomak soktuğunuz yetti. Şöyle baş başa bir halvete girelim de eteğinizdeki taşları dökün. Biz de ona göre tutum belirleriz" diyen bir Ankara diplomasisinden geldiyse ve de "he" denildiyse, bunu olumlu haneye yazmak gerekir.
Demek ki, inisiyatifi alan ve dolayısıyla da karşı kampı zorlayan taraf Türkiye’dir.
* * *
OYSA aksi durumda, yani eğer teklif Alman - Fransız kaynaklıysa, gelişmeye daha ihtiyatlı bakmak zorunluluğu doğar. Temkinli ve tedbirli yaklaşmak ihtiyacı pekişir.
Zira, tamam, tabii ki müneccibaşı değiliz ve de söz konusu zirveye dek Berlin’deki Spree ve Paris’teki Seine nehri köprülerinin altından hangi suların akacağını bilemeyiz.
Dolayısıyla da, Merkel - Sarkozy ikilisinin neler söyleyeceğini şimdiden kestiremeyiz.
Ancak, onların "genel tutumu" zaten ortada olduğundan, Alman - Fransız çiftin Ankara temsilcisine öz itibariyle, "Aman gözünü seveyim, şu AB işinden vazgeç de seni ihyá edelim" türünden bir yaklaşım içine gireceğini varsaymak, yanlış bir öngörü oluşturmaz.
Başka bir deyişle, eğer "üçlü zirve" talebi yukarıdaki "ikili"den geldiyse, kulağımıza şimdiden kar suyu kaçmasını doğal karşılamak gerekir.
* * *
FAKAT bunu derhal, aynı Franko - Cermen çiftin şimdiden o "ihyá" (!) konusunda anlaştığı ve ortak bir siyaset belirlediği şeklinde yorumlamak da hatalı tahlile götürür.
Çünkü, şüphesiz toplantı öncesinde onlar böyle bir siyaset saptamak için baş başa temas gerçekleşeceklerdir ama, şimdiki aşamada herhangi bir "tek seslilik" mevcut değildir.
Üyeliğe itiraz hariç, Berlin ve Paris’in alternatifte ortak bir Türkiye politikası yoktur.
Nicolas Sarkozy tarafından Ankara’ya "kaptanlığı" önerilen o gayet hayali ve gayet áfaki "Akdeniz Birliği" projesine Angela Merkel zaten çok soğuk ve mesafeli bakmaktadır.
Artı, iki partöner gerek AB’nin kendi geleceğine ilişkin sorunlarda, gerekse Birleşik Amerika’nın Ankara desteği konularında farklı yaklaşım sergilemektedirler.
Dolayısıyla da, aynı liderlerin hedefi, doruk toplantısında "nabız yoklaması"nın da çok ötesine geçmek ve Türkiye’nin tansiyonunu milimetrik biçimde ölçmek olabilir.
Yani, Erdoğan’ın sergileyeceği iráde ve kararlılığa göre, henüz mevcut olmayan o politikayı tekrar belirlemek hesabını güdebilirler.
* * *
VE nihayet, Ankara - Berlin - Paris zirvesi projesinin oluşumu belki de, tüm tarafların kulislerdeki dirsek temaslarına paralel olarak ve hep birden, "Hadi, üçümüz de masaya oturalım ve işi artık enine boyuna konuşalım" demiş olmalarından kaynaklanmıştır.
Böyle gelişmeler diplomatik arenada "vaka-i ádiye" sayılır.
Ancak her halükárda da şu kesin ki, gelecek günlerde daha çok konuşacağımız Türk - Alman - Fransız doruk toplantısı, ülkemizin AB sürecinde ciddi bir viraj oluşturacaktır.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2008
Kara kafalar her bir yanı sardığına ve saracağına göre galiba artık işin şakaya gelir yanı kalmadı ve kalmayacak. Galiba geleceğin platin saçlı kadınları ancak ve ancak, benim sokakta tesadüfen rastladığım eski göz ağrım gibi kuaför koltuğundan çıkmış olacak.
Birden, galiba kökeni yarı Fransız, yarı Portekizli bir şantözün yıllar önce söylediği ve gayet harcıálem sayılacak bir şarkı nakaratını hatırladım.
Fakat güftesini unutmuşum, internet mucizesi sayesinde hemen buluverdim.
Kısa bir bölümünü serbest tercüme ediyorum, aşağı yukarı şöyleymiş:
"Rivayet edilir ki şu salak erkek milleti / Dayanamazmış sarışına, aman sahte platinli. / Hemen mayışırmış işte, alığın zamparalığı pek látifeli. Ey herif herif, esmerin suyu mu çıktı / Yoksa dilberler dilberi Jakond da mı sarı meçli? / Esmeriz esmer, var mı daha edepli / Bil kıymetimizi, lüle saçımız kara telli."
Mutlaka anladınız, sarışın hemcinslerine meydan okurken estetik kıstaslarını Leonardo da Vinci’nin ünlü tablosuna dek vardıran bu şarkıcı esmer kategoride yer alıyor.
Efendim, popüler müzikle hiç mi hiç aramın olmamasına rağmen eğer aniden yukarıdaki şarkıyı hatırladıysam mesele sarışınlara uzanıyor.
Çünkü, geçen gün ve tamamen tesadüf eseri, ezelden beri esmer bildiğim eski bir göz ağrısına rastladım.
Fakat inanın, eğer yolda o beni çevirmeseydi kendisini asla tanıyamazdım.
Hayır hayır, bu yabancılık aradan geçmiş uzun yılların kaçınılmaz olarak bıraktığı izlerden kaynaklanmadı.
Zaten aslına bakarsanız hem mihráp hálá yerinde sayılır, hem de fazla değişmemiş.
SARIŞINI MİTOLOJİSİ
Ancak öylesine bir sarışın kesilmiş ki, mazisini bilmesem bir İskandinav Vikingi, bir Alaman Helga’sı, en azından bir Slav Olga’sı sanacağım.
Ve de tabii, ilk merhabalaşmadan ve "Ah, seneler nasıl da çabucak geçmiş" yakınmasından sonra bendeniz yine patavatsız davrandım.
Saçlarını göstererek ve damdan düşer gibi, "Bu ne hal? Yoksa genetik formülünü mü değiştirdin" sorusunu patlattım.
Cevabına gelmeden önce, burada bir parantez açmam gerekiyor.
Evet soruyu genetiğe bağladım. Zira epey oluyor ki, "sarışınların nesli tükeniyor" gibisinden çok çarpıcı bir başlıkla verilmiş bir haber okumuştum.
Şimdi adını unuttum, yanılmıyorsam İngiliz milliyetinden bir hanım oturmuş ve tarihin ilk çağlarından beri hüküm sürmekte olan "sarışın mitolojisi" hakkında kitap yazmış.
Ta Kadim Yunan’dan, hatta Eski Mısır’dan itibaren biz erkek milletinin nasıl, neden ve niçin sarı saçlı hatunlara karşı özel bir zaaf beslediğini incelemiş.
Hemen söyleyeyim ki, haberin bu yanını okuyunca gayet ferahlamıştım.
Çünkü bendeniz ergenlik yıllarıma, yukarıdaki şarkıda denildiği gibi "sahte platinli" Jayne Mansfield fotoğrafları veya çok işveli bir Marilyn Monroe erotikalarıyla girmiştim.
O halde demek ki, ne "manyak"; ne "anormal"; ne de söz konusu düşkünlüğümü sezinleyen babamın ikide bir azarladığı gibi "Helga budalası"ymışım!
Her neyse, aynı kitaptan mı aktarmaydı, yoksa gazetenin soruşturması mıydı yine unuttum ama, haber ayrıyeten, soruda sözünü ettiğim genetik formüle dayandırılıyordu.
Zira, dünya nüfusundaki genel artışta benim gibi "kara kafalar"ın sarışınlara oranla haydi haydi ağır basması zaten bir yana, o sarışınlığın devam edebilmesi için hem anne, hem de baba tarafı kromozomlarının zorunlu olduğu vurgulanıyordu.
Dolayısıyla da, bir yandan esmer ve siyahilerdeki çoğalıştan; diğer yandan ise her melezleşme sürecinde daima bunlardaki hücrelerin ağır basacak olmasından ötürü, gelecekte sarışın kalmayabileceğine dair spekülasyon üretiliyordu. Allah Allah!
SARIŞIN ÇİFTLİKLERİ
Allah Allah dedim ama tabii bana göre hava hoş! Umursamıyorum.
Neden umursayacağım ki? O vakte kadar nasılsa kemiklerimin tozu dahi kalmayacak. Dolayısıyla, sarışınsız bir dünyayı ben değil geleceğin erkekleri düşünsün.
Büyük ihtimalle artık çok kıymetli birer antikaya dönüşecek Mansfield, Monroe veya Anita Ekberg ya da Madonna fotoğraflarına bakarak ağız suyu akıtırlar.
Bir de "ári ırk" (!) peşinde koşan Hitler hayranları düşünsün.
Eh, safkan damızlıklar sırf Hollanda ineklerine, İngiliz beygirlerine, İspanyol boğalarına yahut Macar katanalarına mahsus değil ya, belki şimdiden tedbirlerini alırlar da, yine Führer’lerinin yolunu izleyerek, yalnız sarışın kadınların ve yalnız sarışın erkeklerin çiftleşeceği özel birimler inşa ederler.
Böylelikle de kırk yılın başında nihayet hayırlı bir iş yapıp sonraki nesillere hiç olmazsa mostralık niyetine sarışın bırakmış olurlar.
Aksi takdirde, "kara kafalar" her bir yanı sardığına ve saracağına göre galiba artık işin şakaya gelir yanı kalmadı ve kalmayacak.
Söz konusu habere inanmak gerekirse, geleceğin platin saçlı kadınları ancak ve ancak, benim sokakta tesadüfen rastladığım eski göz ağrım gibi kuaför koltuğundan çıkmış olacak.
Tüh, işte yine araya láf girdi ve eskiden esmerken şimdi neden sarışına dönüştüğü sorusunu sorduğum o eski göz ağrısının verdiği cevabı size aktaracak yer kalmadı.
Çaresiz devamını gelecek pazara bırakıyorum.
Siz nasılsa, şarkının "Rivayet edilir ki şu salak erkek milleti / Dayanamazmış sarışına, aman sahte platinli" güftesiyle haftayı çıkartırsınız.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2008
DOĞRUSU, Alevi "dede"lerine ilişkin haberi okuyunca şaşakaldım. Nutkum tutuldu. Çünkü bu zevát basın toplantısıyla duyurmuş ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dün akşam düzenlediği Muharrem orucu iftarına katılacak her Alevi "düşkün" sayılacaktır.
Başka bir deyişle, af buyurun kıçına tekme, cemaatten kapı dışarı edilecektir.
Tá musalla taşında cenaze namazı kılınana dek, her türlü selám sabah kesilecektir.
Üstelik, Şii mitolojisindeki on iki imamı simgeleyecek biçimde kürsüye de yine on iki kişi olarak çıkan aynı "dede"ler işi aba altından yaba göstermeye vardırmışlar.
Demirel hükümetine güvenoyu verdiği için eski Birlik Partisi’nin yine "düşkün" ilán edildiğini hatırlatarak, davete gidenlerin de aynı ákibete uğrayacağı tehdidini savurmuşlar.
Sanki "El Ezher" ûleması "fetva" buyuruyor ve bunun adı "aforoz" değil de nedir?
* * *
EVET evet, Aleviliğin Türk - Fars - İslam inançları çerçevesinde değerlendiriliyor olması, Hıristiyan terminolojiden alıntıladığım "aforoz" kelimesindeki isábeti değiştirmez.
Zira "dede"lerin yukarıdaki tehdit ve şantajını hiçbir sözcük, İsevi lûgatte dinden atmak, kiliseden dışlamak, vaftizi sıfırlamak anlamına gelen bu deyim kadar iyi tanımlamıyor.
Eh malûm, papalık makamı veya piskopos konsilyumu, imani ve uhrevi değil tümden dünyevi ve siyasi tasalardan dolayı, káh şu kralla masaya oturdu, káh bu şövalyeyle cenge gitti, káh o soyluyla fink attı diye, işine gelmeyen Katolik ya da Ortodoksu aforozlayıverirdi.
İşte, Alevi ricálin yahut "ruhban" (!) sınıfının şimdi yaptığı şey de bunun aynısıdır!
Zaten aslına bakarsanız, terminolojiyi "sekter" kelimesine dek uzatmak gerekiyor.
Çünkü "dede"lerin yaklaşımı öz olarak, hem genel eski çağ Hıristiyanlığında, hem de günümüz Anglo-Sakson Protestanlığında "sekt" denilen mikrokozmos tarikatlarla benzeşiyor
Kapalı devre tabuların, değerlerin ve hiyerarşilerin teolojik dogmatizmini yansıtıyor.
Ve burada da derhal, böylesine katı, bağnaz ve dışlayıcı bir "sektarizm"in, bizzat Aleviliğin kendi söylemiyle nasıl bağdaştırılabileceği sorusunu sormak bir farz oluşturur.
* * *
ÖYLE, çünkü o Alevilik değil midir ki, sonsuz haklı olarak, geçmişte uğradığı haksızlıktan yakınıyor. Yaşamış olduğu hoşgörüsüzlüğü ve tahammülsüzlüğü artık istemiyor.
Ve yine çok haklı olarak, Sünni çoğunlukla inanç ve ibadet eşitliği talep ediyor.
Sonra da bilhassa, kendisinin laiklik güvencesi ve demokratlık simgesi; artı, hoşgörü ve tahammül timsáli olduğunu öne sürüyor. Bütün söylemini bu unsurlar üzerinde yükseltiyor.
Hepsine ámenna da, "dede"lerin cemaat mensuplarını, baştan sona teolojik bir şantaj olan "aforoz"la tehdit ettiği bir "laiklik" nerede görülmüş? Nasıl oluyor? Nasıl olacak?
Hayır, böyle bir laiklik yoktur ve bu tavır, Sünni, Vahábi, Háşimi filan, dinbaz imam bozuntularının zırt pırt yumurtladığı "zındık", "mûlhit", "kûfr" fetvalarından farklı değildir
* * *
SONRA, işte bir Başbakan çıkıyor ve Alevilerle diyalog iradesi ortaya koyuyor.
Oportünist veya gerçek, girişimi yorumlamakta ve davete gidip gitmemekte özgürsün.
Ama hangi hak ve seláhiyetle o sofraya oturacakların "dışlanacağını" buyuruyorsun?
Aleviler babaları tarafından azarlanan çocuklar; çobanları tarafından sürülen koyunlar; bilhassa da, davranış, düşünüş ve tercih tarzları "dede"leri tarafından zincire vurulan yekpáre kitleler midirler ki, söz konusu zeváttan icázet almaksızın su bile içemeyeceklerdir?
Küláhım bile böyle bir anti-demokratizmi "hoşgörü" ve "tahammül" diye yutmaz.
Zaten de bunlar asla laiklikle, demokrasiyle, hoşgörüyle ve tahammülle bağdaşmaz.
Bunlar ancak ve ancak sekter ve teokratik dogmaların "aforoz kültürü"yle bağdaşır ki, Alevi yurttaşlarımız da bir gün o kültürün prangalarını kıracak ve gerçekten laikleşecektir.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2008
MALÛM, her boy ve soydan küreselleşme karşıtları iki temel tezle ortaya çıkıyorlar. <br><br>Global gelişmenin hem yoksulluğu, hem de eşitsizliği artırdığını öne sürüyorlar. İddialar doğru mu ve eğer doğruluk payı varsa da, gerçeği nereye oturtmak gerekiyor?
* * *
EVET, mevcut küreselleşme süreciyle birlikte belirli bir kesim fakirleşmektedir.
Ancaak, biline ki söz konusu kesim "üçüncü dünya" veya "geri kalmış ülkeler" diye adlandırılan ve insanlığın çok büyük bir bölümünü barındıran coğrafyada yer almıyor.
Tam tersine, bu sonsuz geniş insanlık aynı küreselleşme sayesinde zen-gin-le-şi-yor!
Yoksullaşan tarafı ise eski sanayi toplumlarının geleneksel proletaryası oluşturuyor.
* * *
ÖYLE ve de nitekim, "Renault" şirketi Brüksel’deki fabrikasını kapatıp bunu Bursa’ya taşıdığı içindir ki, Belçikalı işçi Noel hediyesi olarak plazma televizyon alamaz oluyor.
Yahut, Çin tersaneleriyle rekabet edemeyen "Davies" firması Quebec’teki kızaklarına iflas bandırası çektiği içindir ki, Kanadalı ustabaşı artık her yaz Bermuda tatiline çıkamıyor.
Fakat buna karşılık, Bursa’daki fabrikada ve Şanghay’daki tersanede çalışan eski köylü proleterleşme - şehirleşme sürecini yaşıyor. Evine buzdolabı, cebine de telefon koyuyor
Yani, sanayileşmenin kaymağını çoktan yemiş olan Batı ve onun "işçi aristokrasisi" kısmen fakirleşirken, Doğu ve Güney yarımküre küreselleşme sayesinde zenginleşiyor.
Ve bu açıdan bakıldığında da, globalizasyon karşıtlarının sözümona "sol" (!) nakarat tekrarlaması gerçekle bağdaşmıyor. Aksine, "Batımerkezci" ve "sağ" bir öz yansıtıyor.
Zaten, o Çin’in, o Hint’in, o Brezilya’nın eski köylü, yeni işçisine bir sorun bakalım.
Dünya standartlarına göre çok az ücretle dahi olsa, uluslararası bir holding tezgáhında çalışarak hayat standardını somut biçimde yükseltmeyi mi tercih edecektir?
Yoksa, "eşitlik"ten dem vuran anti-küreselleşmeci lafazanlığa mı bel bağlayacaktır?
* * *
OYSA doğru, küreselleşmenin gelir dağılımındaki eşitsizliği pekiştirdiği bir vakıadır.
Örneğin, Pekinli bir "kızıl milyarder"le ortalama Çinli arasında mevcut olan uçurum, Mao dönemindeki en ayrıcalıklı komünist bürokratla o Çinli arasında varolmuş eşitsizlikten sonsuz defa daha derindir. Aynı şey Hint, Brezilya veya Türkiye açısından da geçerlidir.
İnáyetli devlet ve asgari eşitlik güvencesini sağlamış Batı toplumları için de geçerlidir.
Evet, inkár eden çarpılır, yaşadığımız küreselleşme zengini daha zengin kılmaktadır.
Ancak, buradaki bam telini görmezsek, en hayati noktayı tamamen ıskalamış oluruz.
* * *
O da şu ki, evet zenginler şimdi daha zengindir, fakat fakirler daha fakir de-ğil-dir!
Hayır değildir ve de istatistikler ortadadır! Sarı Asya’dan Kara Afrika’ya, aynı küreselleşme sayesinde en az milyar insan "açlık sınırında yoksulluk" seviyesini aşmıştır.
Dün bin kazanan bugün milyon kazanmaktadır ama, bir kazanan da on kazanmaktadır.
Yani, bire bin eski eşitsizliğin şimdi bire yüz bin olduğunu varsaysak dahi, fakirlerdeki o on puan zenginleşme sonsuz geniş kitleleri kapsadığından, çıta artık yukarılara tırmanmıştır.
Şüphe yok, "ortalama insanlık" küreselleşme sayesinde, ondan önceki "ortalama insanlık"la kıyaslanmayacak oranda daha iyi yaşamaktadrıyor ve bunu da inkár eden çarpılır.
* * *
FAKAT tamam, tabii ki yukarıdaki uçurumu asgariye indirmek gerekmektedir.
Ama, sanayi devrimi başta tüm tarihi atılımların kutuplaşmalarla başladığı ve ortalama yükselişin daha sonra gerçekleştiği başka bir vakıadır. Tersini empoze etmek sı-fır-cı-lık-tır.
Dolayısıyla, zaten nesnel bir olgu olan küreselleşmeyi reddetmek çözüm getiremez.
Çözüm, sivri yanlarını törpüleyerek onu en mümkün mertebe insancıl kılabilmektedir.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2008
ÖNCEKİ akşam Paris borsası kapandığında, dünyanın ikinci büyük perakende dağıtım zincirini oluşturan "Carrefour" 1,7 oranında değer kaybetmişti. Peki, dev Fransız şirketindeki bu beklenmedik gerileme neden kaynaklandı?
Türkiye’den!
* * *
EVET evet Türkiye’den kaynaklandı, çünkü yine pazartesi sabahı "Sabancı Holding" ve ortağı "Carrefour Group" İMKB’ye gönderdikleri mektupla, "Koç Holding" tarafından satışa çıkartılan "Migros"un ihalesine katılmayacaklarını açıkladılar.
İstanbul mahreçli bu haber dünya ajansları tarafından "flaş" geçildiğinde de, gelişme, önceki günkü Avrupa finans gündeminde birinci maddeye dönüştü.
Dolayısıyla da, yatırımcılar ve spekülatörler " ’Carrefour’ neden ’Migros’u almaktan caydı" tasasına düştüğünden, Fransız firma Paris borsasında değer yitirdi.
İmdiii?
* * *
İMDİSİ şu ki, tahmin edeceğiniz gibi bu girizgáhı, yukarıdaki şirketlerden herhangi birisinde hisse senetlerine sahip olduğum ve para kaybettiğim için, kuyruk acıyla yapmadım.
Sadece ve sadece, küreselleşme denilen iktisadi, siyasi ve beşeri olgunun ne denli evrensellik kazandığını ve ne denli içiçelik arzettiğini vurgulamak için yaptım.
Nitekim, yukarıdaki isimlere çok kısaca göz atarsak, bunu daha iyi saptarız.
* * *
DAHA çocukluğumdan itibaren, orta halli mahallelerde seyyar satış yapan seyyar kamyonlarından ve onların düdüğünden tanıdığım "Migros" başta bir İsviçre firmasıydı.
Türkiye "market kültürü"nü, soğanlı lápayı ateşte bırakarak bir koşu, ilk kez karton kutuya konulmuş domates ve plastiğe torbalanmış beyaz peynir alan ev hanımlarıyla öğrendi.
Söz konusu şirketin mülkiyeti "Koç"a geçtikten; yani "çevre" bu kez "merkez"i yuttuktan sonra da, zaten ezelden beri yabancı sermayeyle çalışmış olan Türk holding aynı "Migros"u, Rusya’dan Ortadoğu’ya uzanan dev bir perakende dağıtım ağına dönüştürdü.
Satışa çıkarttığında da taliplerin arasında, yine hep yabancı ortakları olmuş "Sabancı Holding" ve partöneri "Carrefour"a ek olarak Hırvat, İngiliz ve Amerikan firmaları sayıldı.
O "Carrefour" ise kağıt üzerinde Fransız gözükmesine rağmen, kimin eli kimin cebinde belli olmayan hisse dağılımı itibariyle, Suudi petrol şeyhlerinden Alman emekli fonlarına ve Çin kumpanyalarından Meksika zenginlerine, aslında uluslararası nitelik taşıyor.
Dolayısıyla, şimdi bunların hepsini yanyana koyalım ve aşağıdaki soruyu soralım:
* * *
KİM tahayyül ve tasavvur edebilirdi ki, daha dün Arnavut kaldırımı sokağa yanaşarak düdük çalan ve kamyon kasasından domates kutusu çıkartan; üstelik, alışverişini salı pazarından yapan mütevazı aileler tarafından "lüks" addedilen İsviçre kökenli firma zaten hanidir Türk mülkiyetine geçmiş ve özellikle de, "Türk peyzaj"a malolmuş olacaktır?
Bilhassa da artı, kim düşünebilirdi ki, menşei unutulacak ölçüde Türkleşmiş olan aynı firma satışa sunulduğunda, Fransız alıcının ihaleden çekilmesi Paris borsasını etkileyecektir?
Ve tekrar artı, bu etki zincirleme bir süreçte İngiliz işçinin emekli maaşından Koreli tasarrufçunun yıl sonu faizine, dünya ekonomik sistemine de az çok damga vurmuş olacaktır?
Hayır hayır, bırakın soğanlı lápá tenceresinin ateşini kıstıktan sonra seyyar kamyondan domates almaya koşan orta halli ev hanımlarını, en uzak görüşlü iktisatçı, en geniş açılı siyasetbilimci, háttá en müneccim falcı dahi böyle bir şeyi tahayyül ve tasavvur edemezdi!
Zaten küreselleşmenin sırrı da işte bu öngörülemezlikte yatıyor ki, yarın konuyu, başta Türkiye tipi ülkelere olmak üzere, aynı küreselleşmenin sağladığı avantajlara uzandıracağım.
Yazının Devamını Oku