8 Ocak 2008
DOĞRU, Bush yolcudur Abbas olduğuna göre, gönül arzu ederdi ki Cumhurbaşkanı Gül’ün Washington zirvesi gelecek yıla sarksın. Yeni Beyaz Saray kiracısıyla gerçekleşsin. Böylelikle de, stratejik ve sembolik anlam orta - uzun vadeye yayılsın.
Artı, yine gözül arzu ederdi ki, madem bu alternatif hayata geçemedi, o halde Ankara liderinin ABD önderiyle bugün yapacağı temas daha bir protokoler ve "cafcaflı" (!) olsun.
Her halükárda da, Amerikan basınında "fast food" yorumlarına yol açan cinsten bir "aceleye getirme" izlenimine meydan vermesin.
* * *
EN önce, bariz biçimde anlaşılıyor ki yukarıdaki tercih esas olarak Türk tarafınındır.
Belli ki Ankara hariciyesi, "garantiye alınmış" bir zirveyi seçimler ertesinde ve yeni yönetimin oturmasından sonra gerçekleşebilecek "farázi" bir temasa tercih etmiştir.
Başka bir deyişle, yukarıdaki seçenek ister istemez "ölme eşeğim ölme" ihtimalini gündeme getirdiğinden, Dışişleri "işi sağlam kazığa bağlamak" tutumunu benimsemiştir.
Artı, muhtemelen de, Cumhurbaşkanı’nın daha önce o Dışişleri koltuğunda oturmuş olması, Çankaya’nın "azimkár" davranmasına yol açmıştır.
Fakat, bu Ankara ısrarcılığı belki kısmen eleştirilebilir ama, bana sorarsanız, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Washington ziyaretindeki özü ve önemi değiştirmez.
* * *
DEĞİŞTİRMEZ, çünkü ilkin, madem ki en yukarıda simgesel eksikliği vurguladık, onu bir de bardağın dolu tarafından okuyabiliriz.
Yani, Gül’ün Birleşik Devletler başkentine on bir yıl sonra resmen çağrılan ilk Türk Cumhurbaşkanı olduğunu da söyleyememiz gerekir. Ve, buradaki sembolizm es geçilemez.
Çok daha önemlisi, Başbakan Erdoğan’ın Kasım ayında aynı başkente yaptığı temaslar ertesinde Türk - Amerikan ilişkilerinin tekrar rayına oturduğunu ve TSK’nın Kuzey Irak’taki harekátlarıyla da bunun derhal ispatlandığını bilhassa göz önüne almak zorundayız.
Dolayısıyla, bugünkü Abdullah Gül - George W. Bush görüşmesinin aslında bir "dostluğu taçlandırma zirvesi" anlamına geleceğini vurgulamak yanlış olmaz.
Nitekim, yabancı gözlemcilerin dünkü yorumlarında da hep bu nokta öne çıkmaktadır.
Artı, iki liderin PKK çeteciliğine karşı artık fiilen mevcut olan işbirliğinden ziyade genel Ortadoğu sorunları üzerinde duracak olması da bir göstergedir.
Ortada zaten bir ortak eksen vardır ve şimdi bunun da ötesine geçmek söz konusudur.
* * *
ANCAK tabii, Beyaz Saray’da Ortadoğu sorunlarına değinilecek olması, bizim komplo teorisyenlerinin hanidir uydurduğu ve Gül’ün temasları arifesinde dozunu daha da arttırdığı gibi, Türkiye’nin ABD’yle "eklemleşeceği" (!) anlamına gelmemektedir.
Çünkü en önce, Washington’da çoktan süngüsü düşmüş "yeni muhafazakárlar"ın yumurtladığı ve hayal bile sayılamayacak olan o BOP projesi bugün hiç gündemde değildir.
Bırakın Ortadoğu’ya şekil vermeyi, kendi parti adaylarının dahi acımasız eleştirisine hedef olan Bush yönetiminin artık Cumhuriyetçilere seçim kazandırmaya bile mecáli yoktur.
* * *
KALDI ki, aynı bölgeye ilişkin olarak ABD’ye zaten hep mesafeli bakmış bir Türkiye, tam giderayak o Bush’un tongasına basar mı? Ankara diplomasisi bu kadar ahmak mıdır?
Bunu ancak ülkesine güvenmeyen ödlekler ve komplo teorisyeni meczûplar düşünür.
Dolayısıyla, hayır, Cumhurbaşkanı’nın bugün Beyaz Saray lideriyle gerçekleştireceği zirve Ankara’nın Washington’a "endekslendiği" anlamına gelmemektedir ve gelmeyecektir.
Biçime ilişkin eleştirilerde kısmi haklılık payı bulunsa dahi, temas öz itibariyle yakınlaşmadaki "sembolik bir taçlandırmadır" ve ancak bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2008
Matmazel mesela, Mendelssohn dinleyen bir taksi şoförüyle önce istiridye yenilen ehven bir lokantaya; sonra da yine onunla beraber, yeni yılı kutlayan ahalinin budala sevincini seyretmeye gidebilir. İşte benzin ve gaz ful, yallah bismillah, siftaha çıkabilirim. Şoför efendi, rastgele!
Anladınız, geçen pazar girizgáhını yaptığım ve taksicilik dönemimdeki bir yılbaşı akşamını hikaye eden satırları kaldığım yerden sürdürüyorum.
Ve dediğim gibi, ayyaş gündüzcünün bana boş teslim ettiği her iki depo da artık dolduğu için, istasyonu gönül ferahlığıyla terk ediyorum. Gel müşteri, gel! Bin müşteri, bin!
Fakat, çiseleyen soğuk yağmurun hafiften sulu kara dönüşmekte olduğunu fark ettim.
Fena halde işkillendim ve de içimden beddua okudum.
Hayır, cimri patronun sağ sileceği hálá yaptırtmamış olması umurumda değil!
Onu nasılsa idare ederim de, eğer kar tutmaya başlarsa asıl o zaman ne halt ederim?
Çünkü biliyorum, yine patronun pintiliğinden dolayı lastikler kabağa kaçıyor.
Nitekim, geçen gece aynasızlar kavşakta durdurmuşlardı da, "Aman mösyö zaptiye, istersen cezayı kes beni ilgilendirmez, zira işveren ödeyecek. Fakat n’olur, beni hemen trafikten men etme! Aksi takdirde ekmek paramla oynamış olursun" diye yalvarmıştım.
İnsaflıymışlar, "Bu sefer görmemiş olalım ama derhal değiştirt" diyerek bıraktılar.
Oysa, tipi şimdi ániden bastırırsa, işin ne şakaya, ne de yalvarışa gelen yanı kalır.
Evet kalmaz, çünkü yok ikinci vitesle kalkarım; yok frene basmadan istoplarım; yok usturuplu direksiyon döndürürüm falan, bunlar kendini ralli pilotu sanan ahmak tesellisidir.
Altımdaki otomobil dört çarpı dört "Range Rover" álamet-i farikasını taşımıyor!
Altı üstü, "Fiat 125" taklidi ve ta komünist Lehistan’da imál edilen gayet kıçı kırık bir "Polsky" ki, piyasanın en ucuzu olduğu için patron efendi garajını bunlarla dolduruyor.
Ben bu meretin balatasına ve debriyajına güvenip de karda buzda sefere çıkmam.
Allah saklasın ölümcül kaza bir yana, paat, patinaj yapıp kaydı ve o sana vurdu.
Çaat, sağa çevirdin sola döndü ve sen ona vurdun.
İşin yoksa, hurdahaş arabayı patrona nasıl edeceğim diye soğuk terler dök!
GÖRDÜN MÜ BAŞIMIZA GELENİ
Ama biliyorum, bagajda bir çift köhne zincir duruyor. Mevsim başı oraya bırakmıştı.
Kabul de, krikoyla arabayı zar zor kaldırmaya çalışacaksın ve paslanmış mereti takacağım diye helák olacaksın; sonra da, yüzün suratın ve üstün başın şopara döndüğü için temizlenecek musluk ve kubur arayacaksın. Nihayetinde de yılbaşı seferine çıkacaksın...
Ölme eşeğim ölme, işte zaten şimdiye kadar siftah yapamadım. O saatten ve o gerginlikten sonra kazanacağım paranın hiç mi hiç bereketi olmaz.
Dolayısıyla, aman kar, gözünü seveyim yağma! Kartpostal yılbaşı umurumda değil! Ben yalnız ve yalnız, bu gece kopartabileceğim bahşişle ilgileniyorum.
Oysa yağdı! Bütün dualarımı es geçti ve lapa lapa, tipi tipi yağmaya başladı.
Benzinciden durağa koca mesafede dahi siftah yapamadım. Direkt sıraya girdim.
Önce camı açıp bir önümdeki Ardaş Abi’ye "Nice senelere ahparik" diye seslendim.
Şimdi haniyse iki parmak tutmuş karı göstererek, "Gördün mü başımıza geleni? Mübarek yarını bekleseydi ya! Bu havada kim yılbaşı kutlamaya çıkar" cevabını verdi.
Motoru açık bıraktım; kaloriferin vantilatörünü çalıştırdım; tüm külüstürlüğüne rağmen yine de radyosu olan takside, ibreyi klasik müzik programına ayarladım.
Mendelssohn bütün otomobili doldurdu ve sesi biraz daha yükselttiğim için de, keman konçertosu motorun ve vantilatörün gürültüsünü bastırdı.
Sonra, önümdeki iki üç taksinin peş peşe dolduğunu ve müşteri alan Ardaş Abi’nin de karda hafiften patinaj yaparak hareket ettiğini fark ettim. Hemen benim de kapım açıldı.
Radyoyu kısıp kimdir ve nereye gidecektir diye sormama fırsat kalmadan, içeri giren şahsa ait çok hoş bir kadın sesi önce "mutlu yıllar" dedi.
Sonra da derhal, müziği kast ederek "Mi minör, Opüs 64" diye ekledi.
Şaşırmış arkama dönüyordum ki, "O kadar da kısmayın canım! Yeni yıla galiba çok şanslı gireceğim. Yalan mı, müşteri beklerken Mendelssohn dinleyen taksi şoförüne düşmek talih işidir. Üstelik, mösyömüz pek de entelektüel gazete okuyor" diye üsteledi.
Hızla sağ arka koltuğa döndüm ve sesinden de çok daha hoş bir genç kadın gördüm.
Ne kucağında hediye paketi, ne de koltuğunda şampanya şişesi vardı.
Sadece, nefesli saz olduğunu tahmin ettiğim bir enstrümanın çantasını yanına bırakmıştı ki, biraz ötedeki Radyoevi’nden çıkmış bir orkestra elemanıdır diye düşündüm.
KÁHYA KOLTUĞUNDAKİ MÜŞTERİ
Göz göze geldik! Hani, hiçbir şeyin söylenmediği ama aslında her şeyin söylenmiş olduğu anlar vardır ya, işte öylesine bir momentum yaşandı.
Her şey sonsuz kısa ve sonsuz uzun sürdü. Her şey çok muğlak ve çok berrak göründü.
Taksimetreyi açmadan, "Matmazel kaçıncı opüs tarafa gidecek" diye sordum.
Sessizlik oldu. Sessizlik devam etti. Sessizlik konçertosuna notalarına asılı kaldı.
O da üçüncü şahıstan konuştu ve, "Sizce, matmazel böyle karlı ve böyle yalnız bir yılbaşı akşamı nereye gitmeli ki" cevabını verdi.
Arkamdaki vasıtalar da müşteri doldurduğu için, patinaj yapmayayım diye ikinci vitesle hareket ettim ve hiç tereddüde düşmeden ve hiç arka koltuğa bakmadan, yanıtladım:
"Matmazel mesela, Mendelssohn dinleyen bir taksi şoförüyle önce istiridye yenilen ehven bir lokantaya; sonra da yine onunla beraber, yeni yılı kutlayan ahalinin budala sevincini seyretmeye gidebilir" dedim.
Yine sessizlik oldu. Sessizlik sürdü. Sessizlik konçertosuna notalarına asılı kaldı
Sonra, "Matmazel programı enfes buluyor ve itiraz beyan etmiyor" cevabı geldi.
Ardından da, "Matmazel taksi şoförünü şimdi daha iyi tanımak istiyor ve eğer sağ tarafına yaydığı entelektüel gazeteyi katlamak zahmetine katlanırsa, yanındaki kahya koltuğuna oturmak arzusunu ifade ediyor" cevabını verdi.
Kar şimdi haniyse yarım karışa ulaşmıştı. Hemen geriye döndüm ve otomobili, gündüzcünün ertesi sabah onu alacağı parkinge bıraktım.
Sonra, el ele ve kara bata çıka, taksi şoförü ve "siftah müşteri"si yeni yıla yürüdüler.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2008
BEN şair değilim. Dolayısıyla, 2008’deki dünya perspektifine göz atacağım bu yazıya, Nazım Hikmet Ran’ın "Güneşli günler göreceğiz çocuklar" dizesiyle girizgáh yapamam. Çünkü, yukarıdaki iyimser vaadin gerçekleşmesini ne denli temenni edersem edeyim, öngörülemez bir kaos olan tarihe, başlayan yıl açısından dahi ihtiyatla yaklaşmak zorundayım.
Zaten de ufka baktığımda, heyhat, öyle "güneşli günler" falan seçemiyorum.
Aksine, fırtına kümeleri, yağmur bulutları, en azından sis belirsizlikleri fark ediyorum.
Kaldı ki, şu 21. yüzyılda "güneşli günler göreceğiz" demek bile hayra yorulmayabilir
Şair, ozon tabakasını delmek ve karbon gazını arttırmak isteğiyle suçlanabilir
O halde, şimdi benim hiç mi hiç "şairáne" olmayan meteoroloji tahminime gelelim.
* * *
SANIYORUM ki, bu yılki gelişmeleri üç temel ülke belirleyecek: ABD, İran ve Çin!
Butto suikastı ertesi bunlara belki Pakistan da eklenebilir. Ama Irak artık ikincildir.
Malûm, Birleşik Amerika’nın ilk sırada yer alması hem onun süper güç kimliğinden, hem de başkanlık seçiminin 2008 Kasım’ında gerçekleşecek olmasından kaynaklanıyor.
Bu çerçeveden baktığımızda, Bush’tan illállah diyen ve kriz işaretlerini fark eden Yeni Dünya ahalisinin Demokrat; hiç olmazsa "akıllı" bir aday tercih etmesi şansı yükseliyor.
O halde ihtiyatlı bir iyimserlikle, daha az cop sallayacak bir jandarma öngörebiliriz.
Tabii, bunun Atlantik tecritçiliğine kayması rizikosu da var ama, konumuza girmiyor.
* * *
ÖTE yandan, velev ki Bush görevi terk etmeden önce son bir çılgınlık daha yapmak gafletine düşmedi, yine de Washington’daki ilk gündem maddesini İran sorunu oluşturacaktır.
Diğer bir ifadeyle, Beyaz Saray koltuğunda kim ve hangi parti üyesi oturursa otursun, ABD merceğinin odaklandığı "hayati başkent" hep Tahran olacaktır ve öyle kalacaktır.
Yani demektir ki, Ahmedinejad atom silahı üretmek tehdidinden caymadığı takdirde, bölgede sıcak savaş çıkması ihtimali dahil tüm rizikoları göze alacak olan Birleşik Amerika, belki İsrail’le birlikte, belki onsuz, nükleer tesislere yönelik "harekát" düzenleyecektir.
Bugün değilse yarın, yarın değilse öbürsü gün, bu, mukadderdir! Kaçınılmazdır!
Çünkü bir; soruna ilişkin olarak Birleşik Devletler’de çok geniş bir mutabakat vardır.
Ve de zaten bundan ötürüdür ki iki; "Şii bomba"nın gerçekleşmesi durumunda Suudi Arabistan ve Mısır dahil tüm Ortadoğu stratejisinin çökeceğini bilen Amerikan "ricál"i, Irak ve Afganistan müdahalelerindeki "iç kırılma"nın aksine, Humeyni döneminde "boy"larının rehin alınmasını asla affetmemiş olan bir kamuoyunun desteğiyle hareket etmiş olacaktır.
Dolayısıyla, evet, 2008’deki en bariz tehlike ABD - İran kutbunda belirmektedir.
* * *
SON temel ülke Çin açısından ise böyle bir tehlike hiç ufukta gözükmemektedir.
Zaten bu yıl gerçekleştireceği olimpiyatlarla bütün gözleri üzerine toplayan Pekin esas olarak, kızışan ekonomisini Washington’la uyum içinde dizginleyebilmeyi hedeflemektedir.
İran’a yönelik bir ABD harekátına "muhalefet şerhi" koymaktan fazla öteye gitmez.
Nitekim, sarı başkentin 2008’deki ana sorunu iktisadi plandadır. Birleşik Amerika’daki dev bütçe açığını Çin finanse etmektedir. Oysa Pasifik ötesinden kriz işaretleri gelmektedir.
Bu açıdan da, çelişki aynı zamanda kader birliği içermektedir. Seçim kampanyasında sivrilecek adaya göre de, perde gerisinde bir Çin - ABD yakınlığının doğması hayal sayılmaz.
* * *
BİLİYORUM, tüm bunlar "güneşli günler göreceğiz"deki iyimserliğe sığmıyor.
Eh, umarım o güneşi görürüz ama, baştan söyledim, ben şair bir meteorolog değilim.
Meczup bir komplo teorisyeni ise hiç değilim ki, o halde bağışlayın, öngörülemez bir kaos olan tarihte, şu içine girdiğimiz 2008 yılı için dahi sizlere tek bir vaatte bulunamıyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2008
BEN çok cigara içerim. Çok ne kelime, fosur fosur, baca baca, egzos egzos içerim. Yazmak sancılarımın tutmadığı hafta sonları hariç, eh, günde iki paket ehven sayılır. Gözümün çapağıyla kalktım ki, ilkin kendimi züğürt tesellisiyle kandırmaya çalışıyorum.Yani, "c" vitamini bombası olduğunu öğrenmişliğim var ya, dünyanın öteki ucundan gelip artık buralarda da sıradanlık kazanan şu kivi meyvasından yiyorum. Zoraki yutuyorum.
Sonra sokağa fırlıyorum ve, hey garson ilk kahveyi getir! Ve, hey ecel, ilk nefesi çek!
Bu zıkkıma çocuk yaşta alıştığım için de, haniyse kırk yıldır aynısıyla devam ediyor. Benimkisi bile bile ládes, her an sekte-i kalp ve ciğer kanseri ürpertisiyle yaşıyorum. Ama yine de, ele güne karşı "milliyetçilik" (!) ispatladığım tek nokta her halde budur.
Çünkü malûm, Frenkler hád safhadaki tiryakileri "Türk gibi" deyimiyle tanımlarlar.
* * *
TÜRK gibi veya değil, her gerçek tiryáki gibi tabii ki benim de cigara ritüellerim var. Bir kere, işte görüyorsunuz, asla "sigara" demem. Daima ve daima "cigara" derim.
Anneannemden büyükbabama, hep bu kelimenin kullanıldığı bir ortamda büyüdüm.
Nitekim, "Reji" tütünlerinin teneke kutusunda da Fransızcaya ek olarak öyle yazardı.
Artı, dile revá gördüğü soykırım dank ettiğinde ben de Orhan Veli’nin "Drink Galata / Soğan salata / Nurullah Ata" tekerlemesiyle alaya aldım ama, çıraklığımı etkilemiş olan Nurullah Ataç’ın "Yeni Harman" pakedine "sarı cigara" demesini "şairáne" bulurdum. Zaten, pek bir nadiren ve çok gizli olsa dahi, ondan da tüttürmüşlüğüm vardır.
* * *
EVET, ender ve gizli, zira bırakın o ekábir "sarı cigara"yı, "cinnet yıllarım"da "Birinci"yi aşan bir cigara içmek, "halkın kaderini paylaşmayan burjuva" suçuna girerdi.
Çaresiz, ben burjuva kaderimi halkımızın proleter kaderine teslim ettim. Ciğerlerimin makûs kaderi ise içinden ya fasulye çöpü, ya da osuruk otu çıkan saman kağıdına talim etti.
Neyse neyse, "Üçüncü"ye veya "Asker"e düşmediğime de bin şükür!
Sonra, yirmi yedi veya yirmi sekiz yıldır hep aynı asil İngiliz markayı kullanıyorum ki, zaten bu süre de "cinnet yılları"ndan "dönekliğe" terfi ettiğim döneme denk geliyor.
* * *
CİGARA ritüellerimin diğer iki noktasını ise yakmak ve söndürmek fiileri oluşturur. Kibritten nefret ederim. Kükürt kokusu tütündeki tadın da, ráyihanın da canına okur.
Biliyorum, bazıları, benim yine "döneklik"e terfi ettikten sonra aralıksız kullandığım ve fetiş addettiğim "Zippo" çakmak için de aynı şeyi, ama bu kez benzin için söyleyecektir.
Yanlış! Eğer cimri davranmaz ve o benzini garajdan değil de halis orjinal bidondan doldurur; sonra kasten iki - üç defa boşa yakıp fazlasını atarsanız, koku moku kalmaz.
* * *
ÖTE yandan, yine aynı koku bab’ında, mikroskopik kül tablalarından kaçarım.
İlk cigarayla dolar. Hemen de leş gibi koku saçar. Kalk, yıka, tekrar getir, angarya! Tabla dediğin şöyle kállávi cinsinden olmalı ve de bir parmak suyla doldurulmalı.
Cız, bastırdığınız an söner. Bana öğürtü veren izmarit kokusu da etrafa yayılmaz. Artı, o "Türk gibi" tiryakiliğime ve oğlumun da benle aşık atmasına rağmen, evime tütün sinmez. Dışarıda kar bora, odaların biraz dumanlandığını farkettiği an, pencereler fora!
Kabul, şu zıkkımı içiyorum ama bunun bile bir adábı var, is ve kurum içmiyorum.
* * *
ANLADINIZ, satırlarım ilhamını, her yana tütün yasağı getiren yasa tasarısından aldı.
Kul bir parya olarak artık çişe dahi cigarayla gidemeyeceğim bir yana, hakkında virgül karalamak bile gelecekte suç sayılır korkusuyla, tedbirli davranıp şimdiden bu yazıyı yazdım.
Zahir sonuncusudur ki, tá mereti bıraktığımı müjdeleyebileceğim bir mucize gerçekleşe!
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2008
DÜNKÜ "Hürriyet"te "Türklerden Umutlusu Yok" başlığıyla yayınlanan ve Atina temsilcimiz Yorgo Kırbaki’nin imzasını taşıyan haber bana gerçekten de çok umut verdi. İçimde bir bahtiyarlık, bir ümitkárlık, bir nikbinlik oluştu. İyimserliklere uçtum.
Ama elimle koymuş gibi biliyorum ki, muhtemelen daha bugünden itibaren, bizim ümitsizlik, bedbahtlık ve bedbinlik çığırtkanları yukarıdaki "umut"u ti"ye almış olacaklardır.
"Fakirin ekmeği umut, ye Memet, ye Memet" diye sözümona alaya vuracaklardır.
Olsun, ben o feláket tellárından değilim ve dolayısıyla da, ilettiği habere teşekkür etmek için sevgili meslektaşıma ve arkadaşıma "zito, vre Yorgaki" diye bağırasım geliyor.
* * *
FAKAT tabii, bunları söylediğim için sakın sanılmasın ki hemen boyumdan büyük láf etmeye kalkışacak ve de "2008 yılı 2007’den daha iyi geçecek" diye kerámet buyuracağım.
Böyle şeyler şakaya gelmez. Müneccimbaşılığa hiç gelmez
Ben, asla öngörülemez bir kaos olan tarihe Tophane rıhtımında barbut zarı atmıyorum.
Çünkü, geleceğe, hátta yakın geleceğe ilişkin "yanılmaz" (!) tahminlerde bulunmaya çalışmak, asla ve asla rasyonel akılla bağdaşmaz.
Zira dediğim gibi, sağı solu belirsiz o tarihin kendisi mantiki süreç izlemez ve eğer ez káza bir rasyonalitesi varsa da, bu, olsa olsa kuantum fiziğinin "tesadüfiyet kuralı"na girer.
* * *
ANCAK yine de kabul, bilgiç lûgatte "politolog" denilen "cevher beyinler" (!) şunun hesabını ve bunun bilançosunu çıkartarak ufku belki bir nebze genişletebilirler.
Örneğin, İran’la gerilim arttığı takdirde petrol fiyatlarının daha çok yükseleceğini söyleyebilir ve sonuçta da doğru tahmin yapmış olabilirler. Fakat, işte hepsi hepsi o kadar!
Çünkü kimse şimdiden, yine kovboyluğa soyunacak bir Bush’un aynı İran’a saldırıp saldırmayacağı; saldırdı, işlerin nereye varacağı konusunda kesin bir hüküm veremez.
Nitekim, 1 Ocak 1989’da, on ay sonra Berlin Duvarı’nın yıkılmış olacağını ve 1 Ocak 1990’a da blok sistemi çökmüş bir dünyayla girileceğini hangi "politolog" öngörebilmişti?
Yahut, 1 Ocak 2001’de hangi "cevher beyin", dokuz ay sonraki 11 Eylül’le, söz konusu dünyanın 1 Ocak 2002’ye bambaşka bir kaos ortamında başlayacağını tahmin etmişti?
Evet evet, eğer her gün gaipten haber veren ve de her gün foslayan komplo teorisyeni meczûplardan değilseniz, ne yakın, ne uzak geleceğe ilişkin olarak kerámet buyurabilirseniz.
Tarihi "umut"a sigortalamak için, ancak onlar gibi yüzsüz ve utanmaz olmak gerekir.
* * *
ANCAAK, tarihin geleceğine ilişkin bu nesnel, bu soğuk ve bu mesafeli yaklaşım, başta belirttiğim gibi, "Türklerden umutlusu yok" manşetindeki gerçeği değiştirmiyor.
Oraya yansıyan olumluluğun, iyimserliğin ve mutluluğun değerini azaltmıyor.
Çünkü, yukarıdaki unsurlar söz konusu geleceğin gerçekten de olumlu, iyimser ve mutlu bir seyir izleyebilmesi için, "stimulus" denilen türden bir "uyarıcı" işlevi görüyorlar.
Zira, "umut" nesnel değil öznel bir ruh halidir ve de irádi bir durumu yansıtır.
Dolayısıyla da, soğuk ve nesnel bir kaos olan o tarihe "umut"la dalmak, aynı soğuğu ılık rüzgarlarla, aynı kaosu ise kosmos uyumlarla donatmak açısından dev avantaj oluşturur.
Sahaya galip gelmek azmiyle çıktığınız içindir ki, işiniz bayağı bayağı kolaylaşmıştır .
Üstelik, tarihin yarınki geleceğine ilişkin azimkárlığınız ve bu "umut" birikiminiz gökten zembille inmediği için, demek ki aslında bugününüz de hiç öyle "umutsuz" değildir!
* * *
İMDİİ, "fakirin ekmeği umut, ye Memet ye" diye alaya vuran feláket tellállığı yetti.
Çünkü, fakirin veya zenginin değil tüm insanlık tarihinin ekmeği tabii umuttur ki, o halde Yorgo gibi, Olga gibi, Hoa gibi, Bongo gibi, Bill gibi, evet, ye Memet ye; ye ve de yen!
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2008
NAÇİZANE kanaatim odur ki, 1 Ocak gazeteleri okunmaz. <br><br>Mahmur gözle piyangoya bakılır ve de tabii ki çıkmadığı için, vur kafa tekrar yatılır. Çöpü boylayan gazete ertesi güne, kefesten uçan talih kuşu da gelecek seneye kalır.
* * *
BUNU yalnız, uzun, upuzun geceyi işkembeci dükkanının mermer masasında bol sarmısaklı ve keskin sirkeli damardan tuzlamayla noktalamış olanlar için söylemiyorum.
Onları akşama doğru, o da sırf telvesi olmak kaydıyla, belki belki acı kahve paklar.
Fakat, velev ki benim gibi, daha millet dışarıya çıkmak için ayna karşısında şıkıdım giyinirken, siz kasten duble uyku hapı alıp, beyin elektronlarınızı kısa devreye sokmuş olun.
Artı, telefonu kapatmak zaten vaka-i ádiye, bir de havai fişeği, oto klaksonunu, sarhoş narası işitmemek için, kulak deliklerinizi çifter kat pamuk tamponla tıkayın.
Dolayısıyla da, başucunuzu "Heidegger Kavramları Sözlüğü" veya "3. Reich’in Lisán Totalitarizmi" türünden en yenip yutulmaz ciltlerle doldurup, en erken saatte zıbarın.
Fark etmez, Etiler diskosunda ekstra kavgası çıkmış veya Londra Trafalgar’ında çılgın gece geçirilmiş olduğunu zaten öngördüğünüzden, gazetelere yine alarga bakacaksınızdır.
* * *
EVET anladınız, metazori istisnalar hariç, ben kendi hesabıma yılbaşıları kutlamam.
Üstelik buna ek olarak, bütün dinlerin bütün bayramları ikii; yaş sene-i devriyeleri üüç ve annelerinkinden sevgililerinkine bilûmum diğer "günler" (!) döört, onları da kutlamam.
Tam tersine, hepsinden fellik fellik kaçarım. Köşe bucak saklanır ve gizlenirim.
Felsefi varoluştan imáni metafiziğe; yahut sürüden uzak durmak ve tüketim toplumuna mesafe koymak reflekslerine, bu "yadırgatıcı" (!) tutumumu izah etmeye çalışacak değilim.
Kimseyi ilgilendirmez. Öznel tavrımı empoze ve ikná etmek hakkım yok ve olamaz
Dolayısıyla da, "öteki"nin ritüeline sonsuz saygı gösteririm. Göstermek zorundayım.
Nitekim, internet "e-mail"i ve telefon "sms" derken eskinin tebrik kartı angaryası kalktı ya, bugün o "öteki"nin o ritüellerine dünkünden bile fazla riayet ediyorum.
Yılbaşı akşamı yorganı başıma tavukların yattığı saatte çekiyor olmam, söz konusu yılbaşına karşı çıktığım ve çıkacağım anlamına gelmez ve gelemez.
* * *
OYSA malûm, çıkanlar var. Ben yarım asrı devirdim ama ilk çocukluğumdaki "gávur adeti" mi, değil mi; "yapay alafrangalık" mı, evrensel gelenek mi tartışması hálá sürüyor.
Yetti bre! Canına yandığımın, öyle olsa ne yazar, böyle olsa ne değişir?
Madem ki yılbaşı kutlanıyor ve kutlamak isteyenlerin varlığı göz çıkartıyor, sen hangi cüretle ve ne hakla "haramdır" fetvasını veya "gayr-ı millidir" herzesini yumurtluyorsun?
Bak, son on - on beş senedir pek çok Batı ülkesinde Çin Yeniyılı da kutlanıyor oldu.
Etrafta ejderha korteji dolanıyor ve mağaza vitrinleri "kedi yılı şansı bol olsun" diyen hediyeyle dolup taşıyor diye, şimdi yine üstüne vazife olmayan haltlar mı yumurtlayacaksın?
Papazların "pirinç rakısı içeni aforoz ederim ha" tehdidi savurmasını isteyeceksin?
Yoksa, yine aynı ülkelerde yerli Hıristiyan ahalinin artık Müslüman göçmenlerin Şeker Bayramı’nı da kutlamasını, "ehl-i İslam’ın zaferi" diye mi takdim etmeye yelteneceksin?
* * *
AMENNÁ efendi, sen de benim gibi yılbaşından hazetmiyor olabilirsin. İtirazım yok.
O halde, yukarıda formülünü verdim, uyku hapını al, telefonunu kapat, kulağını tıka!
"Heidegger Kavramları Sözlüğü" yerine de "İslamcı - Ulusalcı Kaderbirliği" manifestosunu başucuna koy ve el álemin yılbaşı kutlamasına karışmadan, erkenden zıbar.
Ve, kimsenin okumayacağı şu yazıyı belki bu sabah sen okursun da, biraz yontulursun.
Yani, benim şimdi yaptığım gibi, etrafa "mutlu yıllar" dilemek nezáketini öğrenirsin.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2007
Gündüzcü yine geç geldi. Çipil ve soğuk yağmur altında gocuğu başıma geçirdim. Her akşam taksi değiş tokuşu yaptığımız meydanda beklemekten helák olmaktayım. Üstelik de çok sabırsızlanıyorum, çünkü bu gece yılbaşı müşterisine çıkacağım.
Otomobili aslında beşte teslim etmesi gerekirken, hazret altıya doğru teşrif buyurdu.
Ağzı ta üç kulaç öteden leş gibi bira kokuyor ve kilometre saatini kaydetmeye çalışırken de yalpalayıp duruyor, hemen anladım ki yine kafayı çekmiştir.
N’eyleyebilirim, eşşoğlu beş kulağın ádeti bu!
Evet ádeti bu ve patronla sıkı fıkı olduğundan, kendi kendine izin verip daha öğlen ortasında paydos ediyor. Soluğu da meyhanede alıyor. Allah bilir, üç, beş, on, deviriyor.
Oysa, kaç defa söylemekten dilimde tüy bitti. Paşam şu arabayı vaktinde getir de, sonra istersen küfede zıbar, umurumda değil!
Biliyorsun ki, biz gececiler işte bir şu akşam vakti iş tutabiliyoruz.
Bir de, ancak cuma veya cumartesiyse, belki sabaha doğru müşteri kapabiliyoruz.
Gerisini ya durakta yatarak, ya da boş boş dolanarak geçiriyoruz.
Dolayısıyla söyle bana, şu civcivli saati kaçırırsam nasıl yevmiye çıkartacağım?
Tamtakır kara bakır kasayı görecek patronun, "Direksiyonda uyuyor musun" diyerek beni sepetlemesi ihtimalini nasıl bertaraf edeceğim?
Ve de bilhassa, işte bu akşam yılbaşı, çift koltuğu altında çift şampanya şişesiyle evlerine dönen burjuvalara "Hayırlı seneler mösyö"; gece yarısı partisinde kuşanacakları dekolteleri biraz önce mağazadan almış kadınlara "Nice yıllara madam" diyerek ekstra bahşiş kopartamazsam, keseyi nasıl doğrultacağım?
Ölme eşeğim ölme, yelkovan yeni yıla dönecek de; neden sonra eğlence bitecek de; sarhoşu, iti, kopuğu, uğursuzu, serserisi tan vakti o eğlenceden çıkacak da, müşteri alacağım.
BİRA UĞRUNA
Ardından, ya otomobilin içine kustuktan, ya da koltuğun üzerine işedikten sonra, değil öyle ekstra bahşiş falan, taksimetrenin yazdığının altındaki bir rakamı suratıma fırlatacak.
Hatta belki de, geçen yılbaşı başıma geldiği gibi, istediği adrese getirdiğimde, herifçioğlu kafasındaki palyaço küláhını iki yana sallayarak ve içkili dilini dolandırarak, "Şef, kulüpte bütün papelleri yolundum. Gelecek sefere..." diyecek.
Ne yapabilirim? Karakola götürsem, zabıt falan derken diğer müşterileri kaçıracağım.
Dışarıya atıp eşek sudan gelene kadar pataklasam, bu defa ben karakolluk olacağım.
Binaenaleyh, getir be gündüzcü şu meret taksiyi vaktinde de, nafakamı çıkartayım.
Arabayı hep leş gibi teslim ettiği için daha önce de papara çektiğimden, sarhoş sarhoş sallanan gündüzcü cigara tablalarını ve paspaslarını temizlemek istermiş gibi yaptı.
"Aman bırak! Bugünlük kusur kalsın yoksa ağzımı havaya açacağım" deyip hemen anahtarları aldım.
Koltuğu kendi boyuma ayarladım, dikiz aynasının açısını düzelttim, kilometre ve taksimetre saatlerini kaydettim ve hemen kontağı çevirdim.
Ácilen durağa gidip ilk müşteriyi "siftahı senden, bereketi Allah’tan" diye alacağım ki, akşamın geri kalan bölümü de piç olmasın.
Kontağı çevirdim de, o ne? Facia!
Hayır, zaten hanidir yarım tur atan ve cimri patronun hálá tamir ettirtmediği sağ silecek yine falsolu çalışıyor ama, bunu umursayan kim!
Vahimi, sonsuz vahimi, gaz zaten sıfıra sıfır elde var sıfır gösteriyor ve artı, benzin de kırmızı sinyal veriyor. Onun yükümlülüğü altında olduğu halde, demek deyyusoğlu deyyus gündüzcü işkembesini birayla doldurmaktan depoları dolduracak vakit bulamamış.
Şimdi ne halt edeceğim? Pahalı diye, patron benzin kullanmamızı zaten yasaklıyor.
Geçen gün, "farkı yevmiyenden keserim" tehdidini savurdu.
En yakın gaz istasyonuna ulaşmak için ise anasının nikáhı mesafe kat etmek gerekiyor.
Fakat tabii ki mecburen gideceğim ve bu arada da çok vakit harcayacağımdan, yılbaşının akşam müşterisini yine kaçıracağım.
Ulan gündüzcü, ulan gündüzcü, şimdi seni bir elime geçirirsem öyle yandın ki! Biralarını arpa suyu olarak kusturtacağım.
POMPA VE HORTUM
Kapıyı açtım ve hálá parkingde mi diye bakındım ama çoktan kirişi kırmış.
Cehenneme kadar yolu var ve en tez zamanda, meyhane tezgáhında geberir inşallah!
Sonra tekrar kontak; ikinciye daima çok zor geçen vites; ön cama çevirdiğim "doludur" tabelásı; hava iyicene karardığı için yaktığım farlar; artık sulu kara dönüşmekte olan çipil yağmur; yılbaşı alışverişinin gıdım gıdım ilerleyen trafiği; arada bir işaret eden potansiyel müşterilere başımla "hayır" yanıtı...
Ardından, istasyon, pompa, hortum ve otomobilin plakasını kaydettirerek patronun hesabına attığım, "şu kadar litre benzin, bu kadar litre gaz" imzası...
Hadi bakalım şoför efendi, bereketi Allah’tan yılbaşı siftahı!
Yeni yılınızı şimdiden kutlayarak, bir taksi şoförünün eski bir yılbaşı gecesine dair hikayesinin devamını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2007
PERŞEMBE akşamı, Benazir Butto’nun intihar saldırısı sonucu katledildiği haberini radyoda duyduğum an, ilk tepkim şu oldu: Yarın en kuyruklu komplo teorilerini işiteceğim. Malımı bilmez miyim, nitekim dünkü gazeteleri açtım ki, Allaah, hepsi gırla gidiyor.
Biri "sofu", öteki "laikçi" geçinse dahi aslında kan kardeşi olan "İslamcı - ulusalcı" cihet bir döktürmüş, pir döktürmüş. Öküz altında buzağı ne kelime, fil altında kuzu keşfetmiş.
Kimi aklı sıra çağrışım yapacak, "Pakistan’da derin cinayet" manşetini atmış.
İşin arkasında "Amerikan parmağı var" demeye getiriyor.
"Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" kışkırtmacılığıyla ekmek yiyen sicilli ajan-provokatör "yorumcu" (!) türünden kimileri ise bu çağrışıma dahi ihtiyaç duymamış.
Gaipten haber almış ki, meczûp ciddi ciddi ve küstáh küstáh, zaten Pakistan’ı işgal etmek için "senaryo" hazırlamış olan ABD’nin Butto suikastını düzenlediğini yumurtluyor.
* * *
NE diyeyim birader? Boynum kıldan ince, sizler öyle buyuruyorsanız, eh öyledir!
Bári, komplo teorisi çorbanızda tuzum olsun diye kulağınıza şunu da fısıldayayım:
Benden duymuş gibi olmayın ama, ihtihar bombasını patlatan dini bütün çocukcağızın kuş beynini aslında, şeyh ve imam kılığına girerek vaız veren İsrail ajanları yıkamışlardı.
Hadi bakalım, yarınki "yorum"unuza (!) bunu da katın ve kıyağımı unutmayın.
* * *
SOĞUK şaka bir yana, burada saldırıyı üstlenen "El Kaide" haberini; asla ulus devlet olmamış Pakistan’ın kabile toplum niteliğini; ordunun ve gizli servislerin klan çelişkisini; atmış yıldır siyasi hayatın hep şiddetin belirlendiği gerçeğini uzun uzadıya işleyecek değilim.
Háttá, ikiz kardeşi ve demokrasi timsáli Hint’le kıyaslama yaparak, sonsuz haklı bir "dini olanla, laik olan neden böylesine farklılık arzediyor" sorusunu bile soracak değilim.
Çünkü, korkunç házin olan ve dehşet trajik olan şey aşağıdaki noktada odaklanıyor.
* * *
SORARIM, kendisine "İslam" diyen ve en azından, siyaseti "dini hassasiyetli" bir eksende arzulayan ve yorumlayan insanlar, nasıl yukarıdaki komplo teorilerini uydurabilir?
Ne hak ve cüretle, söz konusu İslam’ı ve dini böylesine ayağa düşürebilir?
Çünkü, ey ahmak, görmüyor musun ki sen bunları uydurarak, daha ilk andan itibaren, başka din, kültür ve aidiyetlere mensup "gizli servislerin" (!) Müslümanlar arasından adam devşirmekte ve enayi tavlamakta hiç zorlanmadığını "a priori" kabullenmiş oluyorsun?
İmáni dogmatizmin en uç raddesi olan "intihar saldırganlığını" dahi, senin dogmanı o imandan olmayanların manipüle ve fanatize etmesiyle açıklamaya yelteniyorsun.
Farkında değil misin ki, "öteki"ni durmadan "komplo"yla suçlamakla, kendi "ben"ine; yani kendi dini kimlik ve kültürüne mensup ibadullah kitlelerin, her defasında o komplo tongasına basacak kadar geri, köksüz, ebleh ve cahil olduğuna eyvallah diyorsun?
* * *
ANCAAK, eğer gerçekten öyleyse; yani eğer "El Kaide" cinayetleri, 11 Eylül katliamları, Cezayir, Irak, Sudan iç savaşları; artı, Sünni - Şii iç savaşları; daha artı, ekranda kelle uçurmalar ve gırtlak boğazlamalar; nihayet de Benazir Butto suikastları, senin işkembe-i kübrádan attığın gibi hep birer kumpas, manipülasyon ve komploysa, o zaman haline ağla!
Ehl-i İslam’ın niçin bu kadar çok ve yoğun biçimde "ketenpereye geldiğini" sorgula!
Dolayısıyla da, hiç kıvırtmadan, bu ortamı yaratan ve "sofu"sunu da, "laik"inini aynı zihin silsilesine mahkûm eden bir din sistemağinin zafiyet noktalarını ara, bul ve değiştir.
Yani, her suçu "öteki"ne yükleyen şu kuş beynini bir nebze çalıştır da, gerçeği uyduruk komplo teorilerinde değil, bizzat kendi "ben"inde ara, bul ve değiştir.
Yahut da, bir yerine tütsü yakıp Şintoist veya zil çalıp Budist ol ki, canın cehenneme!
Yazının Devamını Oku