İMPARATORLUĞUMUZDAKİ ilk Garp mûsikisi okulu olan ve 2. Mahmud’un başına Guiseppe Donizetti’yi atadığı "Mızıka-ı Hümayûn", 1826 yılında kurulmuştur.
Yani, Cumhuriyet’ten ve "müzik devrimi"nden (!) tam bir asır öncesine uzanır.
Öte yandan, "Hamidiye" marşına ek olarak polka ve mazurkalar da besteleyen Yesárizáde Necip Paşa 1813; solfeji ülkeye getiren Flütist Saffet Bey ise 1858 doğumludur.
O müziğe áşina Abdülmecid’in saltanatı 1839-1861 yıllarını; zaten piyanist 5. Murad’ınki 1876 senesini; yine piyano çalan 2. Abdülhamid’inki ise 1876-1909devresini kapsar.
Sonra, yukarıdaki "Mızıka-ı Hümayûn" artık ihtiyaca cevap veremediği içindir ki de, "Dár’ül Elhan" 1914 yılından itibaren ilk sivil konservatuvar olarak faaliyete geçmiştir. Biliyorum, bu tarih ve isimleri neden çetele çetele sıraladığımı soruyorsunuzdur.
* * *
ŞUNDAN sıraladım ki, kimse dobra dobra itiráf etmeye yanaşmıyor ama, Fazıl Say’ın "azınlık psikolojisi"nden yola çıkarak "böyle giderse, bana yolcudur Abbas" demesine gösterilen tepkilerin büyük bölümü aslında, onun virtüöz piyanist olmasından kaynaklanıyor.
Eminim, eğer dört telli cura veya armudi kemençe çalıyor olsaydı, bu patırtı çıkmazdı.
En kabadayısı, "aman aman, git de oralara çiftetelli ve horon öğret" denirdi.
Artı, yukarıdaki klasik müzik daima "Cumhuriyet ideolojisi"yle özdeşleştiriliyor.
Tepeden inmecilik, seçkincilik ve laikçilik de onun tamamlayıcı unsurları addediliyor.
Dolayısıyla, gerek icrá ettiği mûsikideki "elitizm", gerekse verdiği demeçteki "beyaz Türk" yakınma, Fazıl Say’ındasöz konusu ideoloji çerçevesinde eleştirilmesine yol açıyor.
Oysa, hayat görünenden çok daha çetrefil ve şeyler ak ve kara değil gri olduğu içindir ki, bunda hem doğruluk ve haklılık payı var; hem de yanlışlık ve haksızlık payı var!
* * *
YANLIŞ ve haksız olan şey şu: En başta sıraladığım tarihler ortada, iddianın aksine, Cumhuriyet’in Batı müziği "aşk"ı gökten zembille inmedi. Yüzyıllık birikim üzerine yükseldi.
Nitekim, iç güveysinden hallice, vasat birer Bartok kopyası olan ve o "Cumhuriyet İdeoloji"siyle bütünleşen "Türk Beşleri"nin hepsi, 20. asrın en başında doğmuşlardır
Formasyonları İmparatorluk döneminde başlamış ve onun kültürüyle yoğrulmuştur.
Ama kabul, Batı müziğinin "elitizm"i doğrudur. Peki de, Arabi ve Farsi aktarmayla Hint’ten gelen ve Enderun seçkincisi olan "klasik" Türk musikisi pek mi "avamdır"? Asla!
Ne Itri veya Zekáizade halk bestekárı; ne de ûd yahut tambur popüler çalgıolmuştur.
Kaldı ki, "ortalama kulak"larımızın Batılı tınılarla tanışması tá Kırım Savaşı’ndaki İskoç gaydasından ilhám "Kátibim" şarkısına ve Rus Harbi’ndeki "Tuna Marşı"na uzanır.
Dolayısıyla, klasik Batı müziğini "yerli" olmamakla suçlamaya kalkışmak ve onu "Cumhuriyetçi elitizm"le sınırlı kılmak yanlış ve haksız, en azından eksiktir.
* * *
ANCAK, alaturka musikiyi radyolarda yasaklamak ve taşra kasabalarındaki "sivil ve askeri erkán"ı halkevlerinde "gıygıy" dinlemeye zorlamak başta, "Cumhuriyet İdeolojisi" nin Batı müziği empoze etmeye çalışmış olmasını eleştirmek tabii ki doğru ve haklıdır.
Böylesine cebri bir yöntemle ne kadar "kulak yontulabileceğini" (!) zaten geçelim.
Fakat, sonraki "arabeskleşmeyi" dahi bu zorbalığı duyulan tepkiyle açıklayabiliriz.
Hele hele, üç paralık bando şeflerinin daha dün, "devrim vidası sıkmak gerekiyor" buyurarak, "cumhuriyetçi", "Kemalist" ve "ulusalcı" konserler dayatmasına ne diyeceğiz?
Eh, Say da o müziğin virtüözü olduğuna ve özünde aynı şeyden yakındığına göre, ister istemez, yukarıdaki dayatmacı ideoloji ve kavramlarla ciddi bir paralelizm doğmuş oluyor.
Ama yine de paralelizmlere mesafeli bakmayı ve haniyse iki yüzyıldır aşinası olduğumuz klasik Batı müziğini "ideolojiler ötesi"nde değerlendirmeyi ve dinlemeyi bilelim.