Sınıf günlüğü

"Bana durmadan, memnun değilsem değişmem gerektiğini söylüyorlar. ’Senin özgürlüğün, başkalarınınkinin başladığı yerde biter’ diye de ekliyorlar.

Öyle bir özgürlük illüzyonu yaşıyoruz ki, nerede başladığı bilinmediği için nerede bittiği de bilinmiyor. Oysa bana göre, benim özgürlüğüm diğerlerinin özgürlüğünün başladığı yerde başlıyor ve yukarıdaki saçma sapan söz de, kimse bir şeyi yerinden oynatmasın diye ’düzen’i hep bize hatırlatmak işlevini görüyor."

Geçen pazar anlatmaya başladığım gibi, ortanca oğlum Cem’le birlikte gittiğimiz bir hamburgerci dükkánında, tam bizden önce masadan kalkan liseli grubun unuttuğu ve "sınıf günlüğü" başlığını taşıyan bir metin buldum.

Muhtemelen on altı-on yedi yaşlarındaki erkek bir öğrenci tarafından yazılmış olan ve ergenlik çağının bütün varoluş kaygılarını yansıtan bu harikuláde metnin "hayati" addettiğim bölümlerini, tek kelime eklemeden ve değiştirmeden ben de size aktarıyorum.

"Yaparmış gibi yapmak! Okulların her açılışında yaptığım gibi?

Sanki bu yıl geçen yılın hazin bir tekrarı olmayacakmış gibi?

Sanki her şey daha olumlu geçecekmiş gibi?

İyi çalışacağım; hocalar daha az salak olacak, hayatım biraz anlam taşıyacak.

’Hayatım’ mı? Hayatım sanki bana mı ait? Ve, beni bekleyen gelecek?

Sonra, hep o bulanık hissiyat: Ben burada ne bok yiyorum?


Yuh, bilmiyorum! Bir gün okula gitmek gerektiği söylendi, işte o günden beri gidiyorum. Veya, hemen hemen. Artık ’normal’e dönüştü. Ama sorumun hálá cevabı yok.

Net olan tek cevap, benden bekleneni yapmakta olduğum.

Ve, bu záfiyet, bu umutsuzluk, bu bıkkınlık anlarında bana sunulan yegáne şeyi, düşünmemek ve itaat etmek emri oluşturuyor. Hocanın deftere yazdırttıklarına uymak!

Ve, işin garibi, iyi de geliyor!

İçi kof bir olumluluk, tamamen boş bir konfor, sonsuz hüzünlü bir neşe!

Bu durumlarda, aslında kendimden nefret ediyorum.

Onların beklentilerine uygun davranarak diğerlerinin, ebeveynlerimin, büyüklerin benden hoşnut kalması ve bana güven duyması, kendime olan nefretimi kamçılıyor.

SANKİ MTV KLİBİ

Sonra, okul arkadaşlarıma kendi imajımı sevdirememekten; ama imajı onların talebine uydurduğum takdirde beni seviyor olmalarından ve bizzat benim de bu sevgiyi sevmemden, nefret ediyorum. (?)

Demem gerekiyor ki, aslında kendimin yaşamak háline bakmaktan ve buna duyduğum nefretin de bilincinde olmaktan nefret ediyorum.

Sanki, yaşayacağım her şey yaşanmışmış gibi his içindeyim. Meselá televizyonda?

Sanki okul, sanki bütün hayat bir
’MTV’ klibiymiş de, ben kameralara en iyi biçimde gözükmek, en doğru pozu almak için hiç durmadan didinip duruyorum.

Yaparmış
gibi yapmak! Okulların her açılışında yaptığım gibi?

Dayanamıyorum. Neden ağladığımı bilmemenin ürküntüsü; çığlık atamamanın ürküntüsü; hiç ürkmüyor olmanın ürküntüsü!

Bu bir çığlık: Biz, asla doğmamış olduğumuz bir dünyaya öldük!

Yalnız beton ve vitrin olan, yalnız imaj olan bir dünyaya öldük!

Artık vitrin olmayacağım. Yaşamaya başlamak için kendimi parçalıyorum.

Bu, birinci hámle! Kendini paramparça edersen, başkalarını da edebilirsin.

Yolu ve yordamı da, kendi hayatımızın
’MTV’ klibinden firar edebilmekten, dekorunu yıkmaktan geçiyor.

Firar etmek, dünyanın, hocaların, ebeveynlerin, aynasızların, sevgililerimizin, her şeyden önce de kendimizin beklediği bir yeri boş, bomboş bırakmak anlamına gelecek.

I-POD’U DAHA FAZLA DÜŞÜNÜYORUM

Sonra,
sık sık kendime, belki benim; hem de sizin; hepimizin yüzünden, böylesine sıkıcı bir konfora sarılarak bu bokluk dünyasını tercih ettiğimizi söylüyorum.

Çünkü, üzerine çok şarkı yükleyebileceğim bir
’iPod’u daha fazla düşünüyorum.

Çünkü, teneffüste sükse yapacağım yeni bir
’GSM’ daha fazla hayal ediyorum.

Çünkü hepimiz, kendimizi ve almak istediğimiz şeyleri, hayallerimizden, gerçek arzularımızdan, hakikaten yaşamak istediğimiz şeylerden daha fazla düşünüyoruz.

Bana
durmadan, memnun değilsem değişmem gerektiğini söylüyorlar.

’Senin özgürlüğün, başkalarınınkinin başladığı yerde biter’ diye de ekliyorlar.

Denedim, yürümedi. Ve neden sonra anladım ki, insanın kendinin nefret ettiğin yanını yıkabilmesi, aslında o nefreti besleyen şeyleri de yıkmak anlamına geliyor.

Bununla, şu sahtekárlık dünyasını; reklamları, kodları, hál ve oluş tarzlarıyla şu bitmez tükenmez tiyatro álemini kastediyorum.

Öyle bir özgürlük illüzyonu yaşıyoruz ki, nerede başladığı bilinmediği için nerede bittiği de bilinmiyor.

Oysa bana göre, benim özgürlüğüm diğerlerinin özgürlüğünün başladığı yerde başlıyor ve yukarıdaki saçma sapan söz de, kimse bir şeyi yerinden oynatmasın diye
’düzen’i hep bize hatırlatmak işlevini görüyor."

İşte, genç liseli öğrencinin "varoluş sorunu"na ilişkin olarak yazmış olduğu ve "çığlık" diye nitelendirdiği bu sonsuz duyarlı satırlar arasında daha çok şeyler var ama, işi tam bir "nihilizm"e vardırarak şu pazar gününün tadını kaçırmamak için burada kesiyorum.

Fakat yine de, kimden alıntıladığını çıkartmadığım aşağıdaki satırı ekleyeceğim.

"Ben, kendi hárábesinden başka bir şey olmamış olan bir anıtın hárábesiyim."

O halde bari bizler de, en azından, ergenlik çağı çocuklarımızın "sınıf günlüğü"nü hárábeye dönüştürmeyecek ebeveynler olmaya çalışalım!
Yazarın Tüm Yazıları