15 Aralık 2007
EH hadi hayırlısı, AB’nin nihayet yeni bir anayasası oldu. Daha doğrusu, taslağı oldu. Taslağı diyorum, çünkü yirmi yedi liderin perşembe günü Lizbon’da álá ve váláyla imzadıkları metnin resmileşmesi için, bunun tüm üyeler tarafından onaylanması gerekiyor.
Oysa malûm, bir önceki tasarı Fransa ve Hollanda referandumlarıyla reddedilmişti. Dolayısıyla da, uzun pazarlıklar ertesinde bu ikincisini hazırlamak zorunluluğu doğdu.
* * *
FAKAT doğru, sütten ağzı yanan AB devletleri bu kez yoğurdu üfleyerek yediler.
Yani, işi en baştan ve mümkün mertebe sağlam kazığa bağlamak istediler.
Çünkü, İrlanda dışındaki diğer bütün üyeler "Lizbon Metni"nin halkoylamasına sunulmayacağına ve parlamento onayıyla yetinileceğine dair söz verdiler.
Tabii burada, kendi halkından korkan bir Topluluk’un, ısrarla iddia ettiği gibi, o "yurttaşlar Avrupası"nı nasıl yaratacağı sorulabilir ama, şimdilik buna girmiyorum.
Zaten, yukarıdaki tehlikeyi gayet iyi bilen Brüksel Komisyonu Başkanı Mario Barroso da Portekiz başkentindeki tören sırasında yaptığı konuşmada hükümet liderlerini yalvara yakara, "AB’yi kamuoyuna anlatmak için seferberliğe" çağırdı.
Gerçekleşeceğini varsayalım ve her halükárda da umalım ki, demokratik rejimlerde "yurtaş temsilcisi" olan o parlemantolar inşallah yeni bir aksilik çıkartmazlar.
Dolayısıyla da, kısmi lûgat değişikliği hariç aslında öz itibariyle hemen hemen birincisinin aynısı olan yeni "Anayasa" kazasız belásız yürürlüğe girmiş olur.
İçeriğinde ne var mı diye soruyorsunuz?
* * *
DOBRA dobra cevap vereceğim, size ancak özetin özetini aktarabilirim.
Çünkü, velev ki şu kadar yıldır bilûmum AB meselelerinde şakak ağırtmış olayım, brüt metin okunduğu takdirde, benim gibi sıradan fánilerin işin içinden çıkması imkánsız!
Álláme-i cihan olmak yetmez. Anlamak için üstüne bir de, "uluslararası yüksek hukuk profesörü" sıfatına "ultra ordinaryüs" falan gibi bir payeyi daha eklemek gerekir.
Dolayısıyla, sadecene şu ana başlıklarla yetineceğim:
Kararlar "oybirliği" yerine, 2017 yılından itibaren geçerli olmak üzere, "çifte çoğunluk" denilen bir sistemle alınacak. 2014’de de, Brüksel Komisyonu’ndaki sorumlu sayısı azaltılırken Avrupa Parlamentosu’nun yetki alanı genişletilecek.
2009’dan itibaren ise hem AB Konseyi dış politikayı yöneten bir "süper komiser" etrafında toplanacak, hem de altı aylık ülke başkanlık dönemleri iki buçuk yıla çıkartılacak.
Londra ve Varşova’nın muaf tutulduğu yükümlülükler veya Avrupa Parlamentosu’nun hükümetlerle yapacağı kurumsal danışmalar gibi çok vıdıvıdlı konuları geçiyorum.
Meraklısı ve bilhassa anlayanı varsa, üşenmesin ve yeni Anayasa’yı paşa paşa okusun.
* * *
İMDİİ, bütün bunlar iki temel olguyu ortaya koyuyor:
Bir; evet, tüm "yol kazaları"na rağmen "Avrupa dinamik"i hálá mevcuttur.
Lizbon’da imzalanan yeni Anayasa taslağı "sokaktaki yurttaş" için ne denli çetrefil ve anlaşılmaz olursa olsun, son tahlilde AB’yi güçlendirmek yönünde bir atılımdır.
Ancak iki; gerek o "dinamik", gerekse o "atılım" özünde biçimsel kalmaktadır.
AB’nin bir "arayış" ve bir "muallaklık" içinde bulunduğu kesin vakıadır .
Ama yukarıdaki olgu Türkiye’nin hedef değiştirmesi için asla gerekçe yaratmamaktır.
Çünkü, Türkiye için yegáne önemli nokta "hedefe varış süreci"nin tá kendisidir.
O hedef tahtası sallandı veya sallanmadı, hiç farketmez. Okumuz yaydan çıkmıştır.
Bizi ilgilendiren tek şey, nişan alıp zaten çektiğimiz o okun menzil mesafesidir.
Evet evet, bizim Avrupa dinamiğimiz özünde, yalnız bir "aero-dinamik" kuraldır!
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2007
ÇOK büyük çoğunluğu bizim lehimizde tutum takınsalar dahi işi Paris’le kanlı bıçaklı olmaya dek vardırmayan AB üyelerini teker teker saymadan, hemen şu soruyu soruyorum: Fransa’nın Türkiye’ye karşı bir Pirüs "zafer"i (!) kazandığı son Brüksel vukuatında Ankara’yı canla başla savunan iki esas devlet hangileri oldu?
İngiltere ve İsveç!
***
PEKİ de, biz Manş ve Baltık denizli bir ülke miyiz?
Tabii ki hayır! Sisli sularla ve kuzeyli fiyortlarla ne alákamız var ve de olabilir!
İki gündür burada vurguladığım gibi, teorik olarak Akdenizli addedilmemiz gerekiyor. Oysa işte meydanda, biri Kıta’nın en ucunda, diğeri ise en kutbunda olan Londra ve Stockholm "Türkiye’nin AB’ye tam üyelik perspektifi teyit edilmelidir" diye yırtınıyorlar.
Buna karşılık, sözümona aynı deniz sahilini paylaştığımız ve aynı anasonlu içkiden tattığımız Paris, "hayır, Küçük Asya’nın Avrupa’da yeri yoktur" diye rest çekiyor.
Ee, nerede kaldı o "Akdeniz dayanışması"? Hani "güneylilik ruhiyatı"? Tabii Nicolas Sarkozy’ye sorarsanız, bu dayanışma ve ruhiyat, asla gerçekleşme şansı olmayan bir "Akdeniz Birliği"nde Ankara’ya "temel direk" rolü verilerek ispatlanacakmış.
Dün dediğim gibi, istemez Mösyö Sarkozy, biz o deryaya düşmedik ve mersi boku!
***
EVET istemez, zira başta Berlin olmak üzere zaten daha ilk andan itibaren diğer AB üyelerinin yanaşmadığı; háttá Federal Şansölye’ye, "birlik içinde birlik mi kuracaksın" dedirtecek kadar tepki çeken "Akdeniz Birliği" projesinin somutluğu yoktur. Olmayacaktır!
Muhtemelen, Paris liderine akıl veren ve Tibetçeden tercümeyle "şerpa" denilen bir beyin takımının kafasından çıkmış olan bu be-yin-siz proje, ilk kez on iki yıl önce Akdeniz ülkelerini buluşturan "Barcelona süreci"nin temeli üzerinde inşa edilmek isteniyor. Tutmaz!
Tutmaz, çünkü o temelin de kaygan zemini, tıpkı Katalan limanı gibi, dolgu topraktır.
Öyle ki, en kıtıpiyos Kuzey Afrika ülkeleri dahi ciddiye almamıştır ve 2005’te onuncu yıl kutlaması yapıldığında, pek çok devlet başkanı törene "şeref" bile vermemiştir.
***
FAKAT durum böyleyken, Tibet manastırı rahibinden "feyz alan" (!) bir "şerpa"nın o sivri aklına esti diye, Nicolas Sarkozy havai ve afáki bir "plan"ı hortlatmaya kalkışıyor.
Üstelik, iki gündür káh Evliya Çelebi’ye, káh Fernand Braudel’e uzanarak anlatmaya çalıştığım gibi, öyle Akdenizli makdenizli değil, etnolojik, sosyolojik ve tarihi boyutta daima kıtalı ve karalı olmuş bir Türkiye’ye orada "temel direk" görev "lütfettiğini" buyuruyor.
Sanıyor mu ki, ağzıma bir karış Provans Alpleri balı sürdüğü için faka basacağım?
Aman Mösyö Sarkozy, sen benim gözüme iyi bak, eh müsaadenle kaçın kurrasıyım!
***
SONRA, hayır, AB bildirgesine Türkiye’nin "katılım"ı kelimesini koydurtmamakla aynı Sarkozy zafer mafer kazanmadı. Daha doğrusu, olsa olsa bir "Pirüs zaferi" kazandı. Ancak kabul, bu, öteki üyeler tarafından Paris’e verilmiş göreceli bir "tavizdir".
Fakat aslında, Brüksel mekanizmasındaki diğer Fransız çelmelerini aşmaya yöneliktir. Yani, üyeler Sarkozy’nin Ankara şantajına kısmen "he" demekle iç bünyedeki Paris engelini atlamış; o Sarkozy ise Fransa kamuoyuna "sağlam durduğunu" göstermiş oldular.
Oysa, kendisi cim karnında nokta ve kıymet-i harbiyesi devede kulak kalan bu fitne, "uzun ince yol"da daha çok karşılaşacağımız doğal engebelerden bir tanesidir. O kadar!
Ama dikkat, "yol" kelimesini kullandım. Deniz lügatindeki "rota"yı ağzıma almadım.
Çünkü, pöh, Türkiye de, Fransa da Akdenizliymiş ve anasonlu içki içermiş falan filan. Aman aman, dayanışması da, ruhu da ve de bilhassa, "Akdeniz Birliği" kusur kalsın!
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2007
FRANSA Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy acaba, yurttaşı Fernand Braudel tarafından kaleme alınmış olan ve başyapıt bir araştırma niteliği taşıyan "Akdeniz ve 2. Filip Döneminde Akdeniz Álemi" başlıklı o dört devása cildi de okumuş mudur? Pek ihtimal vermiyorum ama yine de öyle olduğunu varsalım.
* * *
ÖYLE varsayalım, çünkü Paris liderinin tüm AB’ye kakalamaya çalıştığı ve Türkiye’yi Kıta Avrupa’sına láyık görmediği için de bize kıyısında yer "lûtfettiği" (!) şu "Akdeniz Birliği" projesi, zorlandığı takdirde, Fransız tarihçinin yaklaşımıyla kısmi paralellik taşıyor.
Yani, iç denizin çevresindeki halklar arasındaki iletişim ve etkileşimden yola çıkarak, bütün havzayı kapsayacak "modernist" bir "iktisadi pazar" inşa etmek hevesini güdüyor.
O halde, en son söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim:
Bunun gerçekleşme şansı yoktur. Olmayacak duaya amin demekten başta şey değildir.
Her halükárda da, mersi boku Mösyö Sarkozy, biz kullanmıyoruz ve ne Akdeniz, ne "Bahr-i Sefid" kelimelerine fit olacak ölçüde "denizci" ve "bahriyeli" geçiniyoruz.
* * *
PEKİ de, Akdeniz ve Akdenizlilik nedir?
Coğrafyacılara göre Akdeniz esas olarak, üç kıtayla kapanmış suyun etrafında zeytin, incir ve dut ağaçlarının yetişebildiği iklim şeridine tekábül eder. Bağları da katanlar vardır.
Doğu ve güneyde hurmalıklarının, kuzeyde de meşelerin başladığı yer ise sınırdır.
Daha ziyade etno - kültürel boyutu öne çıkartanlar, bu sınırı bayağı genişletirler.
Aynı kuzeyde, yaygın içkinin şaraptan biraya dönüştüğü çizgiye kadar uzanırlar
Güneyde ve doğuda da, göçebeliğin yerleşikliğe ağır bastığı çöl hududuna inerler.
Fakat hiç şüphesiz, Fernad Braudel’in de belirttiği gibi, tá uzak Avrasya steplerinden tá uzak Sahra vahalarına dek, iç denizin "etkileşim alanı" çok daha geniş bir sahaya yayılır.
Olsun, bana göre yine de "Akdenizlilik" kavramını fazla abartmamak gerekiyor.
* * *
EVET, ne abartmak, ne de "idealize etmek" gerekiyor!
Çünkü, zaten Büyük Braudel’e bile ihtiyatla yaklaşan bu satırlar yazarı, Cumhuriyet İdeolojisi’nin "greko - hümanist" bir varyantı olan ve Cevat Şakir - Eyüboğlu Biraderler - Azra Erhat ekseninde oluşan bizim "maviciler"e tabii ki haydi haydi mesafeyle bakıyor
Ne balığı zeytinyağıyla kızartmayan bizler ciddi bir "Akdenizlilik"le yoğruluyuz; ne de diğer çevre halklar iddia edildiği kadar birbirlerine "yakın" duruyorlar.
Hayır, Lübnan’da "arak"ın, Türkiye’de "rakı"nın, Yunanistan’da "uzo"nun, Fransa’da "pastis"in veya İspanya’da "segerra"nın anasonlu imbikten geçmesi kıstas değildir!
Yine hayır, Fas’taki trança lezzetiyle Fethiye’dekinin benzeşmesi; yahut, Marsilya, Sicilya, Pire, Tunus, Gelibolu kayıklarının aynı karinayla inşa edilmesi de ölçek değildir!
Bunlar Akdeniz insanlarının sarmaş dolaş olduğu anlamına gelmiyor ve gelemez.
* * *
GELMİYOR ve gelemez, zira meltem, imbat, hamsin veya sirokko rüzgarlarının taşıdığı kültürel "esintiler"i büyük harfli "K"yla "Kültür" sanmak yanılgısına düşmeyelim.
Artı, Türklerin daima karaların ve kıtaların insanları olmuş olduğunu da unutmayalım.
Hele hele, yine biz Türklerin, İsrail Yahudileri hariç aynı iç denizin çevresine tarihi süreçte en son, "uyum" bab’ın ise en zor yerleşmiş kávim olduğumuzu hiç unutmayalım.
Dolayısıyla, tekrar mersi boku mösyö Sarkozy, işte zaten genlerimiz müsait değil, sizin "Akdeniz Birliği" zokasını yutmuyoruz ve k-ı-t-a AB’sinden başka şeye yanaşmıyoruz.
Yarın konuyu, aynı Nicolas Sarkozy’nin önceki gün Brüksel’de, Ankara üyeliğine "çomak sokmak" bab’ında "kazandığı" (!) Pirüs zaferinden yola çıkarak inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2007
MALÛM, Evliyá Çelebi on ciltlik o ünlü "Seyahatname"sinde, başta sevgili Rumeli’miz olmak üzere, Karadeniz’in iki yakasından Macar ovalarına ve Anadolu steplerinden Arabistan çöllerine, bütün bir imparatorluk coğrafyasından kesitler yansıtır. Háttá hızını alamaz ve gittiğini uydurarak, Felemenk ve İsveç’i bile tasvire kalkışır.
Ama buna karşılık, Akdeniz’e, yani "Bahr-i Sefid"e şöyle bir dokunmakla yetinir.
Şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla, Halep’e inerken "ahálisi Arap ve Rumdur" diye geçiştirdiği İskenderun; artı, az biraz Muğla - Bodrum ve çok kısmen Ege adaları, aynı "Bahr-i Sefid" meşhur gezginimizde ancak diş kovuğuna kaçacak kadar bir yer tutar.
Her halükárda, Garplı veya Şarklı dönemin tüm seyyahları gibi atmasyona kaçmış olsa da, Çelebi sayesinde Tuna balıklarının veya Şattül Arap teknelerinin adlarını öğrenebilirsiniz.
Ancaak, mümkünátı yok, Akdenizli yakamozların peşisıra kulaç atamazsınız.
* * *
YUKARIDA balık dedim de aklıma geldi. Tatlısuda yaşayanları hariç, kaç tane deniz mahluğunun Türkçe adını sayabilirsiniz? Bir elin, taş çatlasa iki elin parmaklarını geçmez!
Hemen hepsi ya olduğu gibi Yunancadan, ya da deforme edilerek dilimize girmiştir.
Fakat buna karşılık, aynı Türkçedeki denizcilik deyimleri; özellikle de yelkenli gemi terminolojisi, haniyse yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz oranında İtalyancadır.
İngilizceden sirayet etmiş olanlar neden sonraya, buharlı kazanın icádına uzanırlar.
* * *
EVET balık isimlerimiz Helencedir, zira biraz Karadeniz hariç balıkçılık son döneme, háttá 6 - 7 Eylül 1955 pogromuna dek, İstanbul’da dahi esas olarak bir Rum mesleği sayılırdı.
Yaşı ellinin üzerinde olanlar, en canlı lüferin Stavro’nun Yenikapı kumsalına çektiği kayıktan; en baba palamut(i)nin Yorgo’nun İstinye iskelesine bordalağı filikadan; en kıvamında torik lákerdanın da Vangel’in dilimlediği Pasaj tezgáhından alındığını iyi bilirler
Zaten bilmeyenler de Sait Faik okusunlar, hemen öğrenirler.
* * *
SONRA, deniz lügatimiz de İtalyancadır, zira cennetmekán ecdádımız ilk donanmayı, tersane bab’ında Bizans’ı geçen ve Venedik’e karşı bizle birleşen Cenevizlilere inşa ettirmiştir
Dolayısıyla da, leventlerimiz yeke tutmayı ve yelken basmayı onlardan öğrenmiştir.
Ve o leventlerimiz ki, bazısı Rum, háttá Latin "dönme"dir ama, çoğu da Türkmendir.
Oysa, göçebelikten yerleşikliğe; hele hele deveden kadırgaya geçiş çok zor olmuştur.
Zaten "yürümek"ten "yörük", toprak ve merá mükáfatına rağmen çarık ıslatmak için dahi sahile inmeyen aynı göçer hep ova-yayla arası "pirelendiği" içindir ki, Payitaht son çare olarak onları metazori ya tayfa devşirmiştir, ya da Kıbrıs ve Rodos’a iskán etmiştir.
Başka bir deyişle, deniz bizde "gönüllü" değil hep "angarya" işi addedilmiştir.
Dolayısıyla, bırakın balık isimlerimizin Rumca ve deniz terimlerimizin İtalyanca köken taşımasını; bırakın Çelebi’nin "Bah-i Sefid"e láf olsun kábilinden değinmesini; eğer ondan tam dört yüzyıl sonra dahi, Bodrum sürgününe gönderilen Cevat Şakir Muğla’dan Akdeniz’e inen tek bir keçi patikası bile bulamadıysa, ortada tesadüfi bir şey yoktur.
Hepsi birden, kıta insanı olan biz Türklerin denizle, özellikle de Akdeniz’le çok uzun süre barışık yaşamadığımızın ve her halükárda da, onunla özdeşleşmediğimizin delilleridir.
* * *
TÜM bunları, Sarkozy’nin kafasında zuhur eden ve AB’ye láyık görmediği için de Ankara’ya orada "temel" (!) rol biçen şu "Akdeniz Birliği" projesinden dolayı hatırladım.
Paris Cumhurbaşkanı yine olmayacak duaya amin diyor. Yine áfaki plan yumurtluyor.
Konuyu yarın tekrar hem genel "Akdenizlilik olgusu", hem de dün ben bu satırları yazarken Brüksel’deki "Türkiye tartışması" ekseninde ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2007
Balıklı sandviçime başladığımda da, yan banketin üzerinde, onlardan biri tarafından düşürüldüğü anlaşılan ve internetten yazıcıya geçirilmiş bir kağıt buldum. Başlıkta "Sınıf Günlüğü" ibaresi vardı. Muhtemelen, internet ortamında blog denilen ve dışavurumculuğun postmodern varyantını oluşturan o yeni haykırış forumlarından yazıcıya çekilmişti. Haykırış ki, ne haykırış!
Ergenlik bir, ihtiyarlık iki, bunlar insan ömründeki en zor dönemleri oluştururlar.
İhtiyarlıkta yaklaşan ölüm; ergenlikte ise yaklaşan hayat kábusa dönüşür.
Oysa gençlik ve olgunluk, bu iki korkudan nispeten kaçılabildiği devirlerdir.
Ve, söz konusu ölüm o ergenlik çağında öylesine uzak ve soyut bir kavramdır ki, hayat bundan çok daha fazla dehşet verir.
Birincinin ikinciden daha kolay olduğu zehabına bile kapılırsınız.
Zaten, yetişkinler arasındaki intihar oranının yabana atılamayacak bir seviyede seyretmesi de yukarıdaki "varoluş denklemi"nden kaynaklanır.
Yukarıdaki girizgáhı şundan dolayı yaptım.
Çarşamba öğleden sonra sularına doğru, aynı çatı altında baş başa yaşadığım ve bundan sonsuz haz aldığım ortanca oğlum Cem üniversiteden eve döndü.
Sabah kahvaltısı bile etmediği için de kurtlar gibi aç olduğunu söyledi.
Bir eli yağda, bir eli balda beyimize buzdolabının silme dolu olduğunu ve zahmet buyurduğu takdirde, en azından üşengeç işi mikro fırını kullanarak kendisine mükellef bir ziyafet hazırlayabileceğini söyledim ama, mırın kırın etti.
Sonra da, "Boş ver peder bey! Hadi kalk da beraber hamburger yemeye gidelim. Sayemde sen de dışarı çıkmış olursun" dedi.
Canım ciğerim oğlum babasına böyle bir álicenaplık göstermek tenezzülünde bulunacak da, ben davete icábet etmeyeceğim... Düşünülecek şey mi?
Tabii ki çok hoşuma gitti ve hemen yola çıktık.
O gün dersini gördüğü "etno müzik antropolojisi" gibi hiç bilmediğim bilgiç bir konu hakkında yarenlik edip, ahmak ıslatan cinsinden sinsi bir yağmurun altında yürüyerek, civardaki Amerikan köftecilerinden birisine gittik.
SINIF GÜNLÜĞÜ
Kuyrukta siparişlerimizi verirken, masalardan birinde oturmakta olan ve kızlı-erkekli lise öğrencilerinden oluşan bir grubun, "made in USA" tayınlarını bitirmek üzere olduğunu fark ettim.
Tam biz kendi tepsimizi aldığımızda da, sırtı okul çantalı, kulağı "iPod" mikrofonlu, eli GSM klavyeli, dolayısıyla háli vakti yerinde ailelerden geldikleri anlaşılan çocuklar mıntıkayı boşaltılar. Cem’le beraber hemen oraya seğirttik.
Balıklı sandviçime başladığımda da, yan banketin üzerinde, onlardan biri tarafından düşürüldüğü anlaşılan ve internetten yazıcıya geçirilmiş bir kağıt buldum.
İade edebilir miyim diye hışımla kapıya kadar gittim ama, çoktan cadde kalabalığına karışmışlardı.
Tekrar, müthiş bir iştahla patates kızartmasını atıştırmakta olan mahdumumun yanına döndüm ve ikiye katlanmış tek bir dosya kağıdına dört sayfa olarak basılmış metne baktım.
Başlıkta "Sınıf Günlüğü" ibaresi vardı. Okudum.
Evet evet, balıklı sandviçimi, diyet sodamı, hatta, doymadığı için kendisine yeni bir hamburger almaya giden oğlumu dahi unutarak, o inanılmaz duyarlıktaki metni okudum.
"Sınıf Günlüğü" çok muhtemelen, on altı on yedi, hadi bilemediniz on sekiz yaşlarında ve kanáatime göre de erkek bir lise öğrencisi tarafından kaleme alınmıştı.
Her halükárda da, yazan çocuğun bilgi birikimi ve kelime kıvraklığı göz çıkartıyordu.
VAROLUŞ DEHŞETİ
Artı, altında imza yoktu ama, yine çok muhtemelen, internet ortamında "blog" denilen ve dışavurumculuğun postmodern varyantını oluşturan o yeni "haykırış forumları"ndan yazıcıya çekilmişti.
Haykırış ki, ne haykırış!
Evet evet, öylesine acılı ve öylesine umutsuz bir haykırış ki, şu an önümde duran ve en can alıcı noktalarını size gelecek pazar aktaracağım bu harikuláde metin; bu olağanüstü yazı; bu duyarlılık manifestosu; ergenlik çağına ilişkin olarak o en başta sözünü ettiğim "hayat korkusu"nu ve "varoluş dehşetini" belki bir Goethe oranında yansıtıyor.
Sanki, Alman edebiyat devinin kaleminden çıkmış "Genç Werther’in Acıları"nı, bu defa bir hamburgerci dükkánında ve sandviçle soda arasında tekrar keşfettim.
Dehşete ve umarsızlığa kapıldım. Titredim. Nihilist dehşetlerde ürperdim.
Ardından, bitirdikten sonra metni, şimdi son hamburgerini atıştıran oğluma verdim.
Aslında, belki hiç vermemem gerekirdi. Belki, derhal imha etmen daha iyi olurdu.
Çünkü, oğlum zaten "Sınıf Günlüğü"nü yazmış olan k-a-h-r-a-m-a-n-l-a hemen hemen yaşıt ve bilhassa, onun da "hayat korkusu" ve "varoluş denklemi" benim en temel gailemi oluşturuyor.
Dolayısıyla, okuduğunda kendi aynasına bakmış olacak ki, göreceği suretin ne etki yapacağı öyle kolay kolay kestirilemez.
Olsun, yine de verdim. Korkunun ecele ve sansürün esarete faydası yok!
Zaten, ben de acılar ergenliğimde "Genç Werther’in Acıları"nı okumamış mıydım?
Kendimi onun aynasında görerek, "hayat korkumu" yenmeye çalışmamış mıydım?
Ve canım ciğerim; etim kemiğim oğlum "Sınıf Günlüğü"nü köfteyle kıyas kabul etmez bir iştahla okudu ki, sonra, metni ve kendisini kastederek, "Baba, bizi de yaz" dedi.
İşte hamburger günlüğünü bunun için yazıyorum ve gelecek pazara da "Sınıf Günlüğü"nü yazacağım.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
DUYDUK duymadık demeyin, Hint firması "Tata Motors", İngiliz "Jaguar" ve "Land Rover" oto şirketlerini almak için Amerikan kumpanyası "Ford"a teklif vermiş. Henüz ortada kesinleşmiş bir şey yokmuş ama, Delhi gazetelerine sızan bilgilere göre taraflar 1,5 milyar dolarla 2,2 milyar dolar arasındaki bir rakam için pazarlığa oturmuşlar.
Biliyorum biliyorum, şimdi çok muhtemelen, "Hadi Hinduyu ve İngilizi anladık da, o soğan cücüğü Amerikan nereden peydahlandı" diye soracaksınız.
Merak kumkumalığınızı gidermek için onu da hemen cevaplayayım.
* * *
EFENDİM şuradan peydahlandı ki, belki sizin, benim ruhumuz duymamıştı ama, Büyük Britanya’nın o çok prestijli iki markası zaten hanidir "coni" mülkiyetine geçmişti.
Aristokrat Londra kulüplerinden değil, çirkin Detroit gökdelenlerinden yönetiliyordu.
Yani, eğer yırtıcı hayvan armalı otomobilinizin deri koltuklarını koklayarak veya "LR" alámet-i farikalı dört çarpı dördünüzün süspansiyonlarını zıplatarak şimdiye kadar kendinize de Lord asaletinden pay çıkartmakta idiyseniz, eh geçmiş olsun!
Sandığınızın tersine, Majesteleri İmparatorluğu’nun değil, hamburger imparatorluğunun otolarını kullanmaktaydınız.
Dolayısıyla da, şanzımanı İngiliz gresi yerine Amerikan ketçabıyla yağlayabilirsiniz.
* * *
ANCAK dikkat, zira dediğim gibi, eski efendinin yüzüne bile bakmadan direkt Detroit’le cebelleşen Asya şirketi eğer işi bağlarsa, şanzımanı artık o ketçapla da yağlayamazsınız.
Ya bütün Hint alt kıtasında "köri" denilen ve içine binbir baharat karıştırılan salçaya; ya da yine binbir tropikal meyveyle bulamaçlanan "mango"ya talim edeceksiniz.
Ve tabii, direksiyonda da ne bir Purcell kantatı, ne bir blues notası dinleyebilirsiniz.
İngiliz klasik mûsikisi ve Amerikan cazbandı yerine, şimdi Hindu nağmelere tálim!
Fakat kabul, "Jaguar" ve "Land Rover"ların yeri göğü tutmuş şöhreti hürmetine, o eski Raj Kapor filminin pek bir avam "Avaremu" şarkısını tavsiye edecek değilim.
Ama örneğin, vasıtanızın ultra streo hoparlörlerinde benim sonsuz tapındığın Ûstad Vilayet Han’dan olağanüstü "rágá" tınılar dinleyebilirsiniz ki, böylelikle de fil yerine "Jaguar"la paryalarını teftişe çıkmış bir mihráce olduğunuz hayalini kurabilirsiniz.
Ne varmış yani, ilk "Hintler İmparatoriçesi" (!) Kraliçe Viktorya, güneş batmaz emperyal devlete ait iki "simge" firmanın, teba bile değil ancak "kûl" addettiği paryalara satılacağını öğrense, kantarda bilmem kaç pund çeken şişko gövdesiyle mezarından fırlarmış.
Fırlasın efendim, tekrar çukura düştüğüyle kalır ve de zamanların değiştiğini öğrenir!
* * *
EVET, zamanlar öyle değişti ki, bırakın ekonomik boyutunu falan, söz konusu gelişme sırf sembolik açıdan dahi kü-re-sel-leş-me denilen olguyu ispatlamaya yetiyor.
Mumla aransa, bundan daha somut ve daha sim-ge-sel bir delil bulunamaz.
Düşünebiliyor musunuz ki, "Jaguar"ı kolonyal şehirlerde ve "Land Rover"ı sömürge kırlarda olmak üzere her ikisi de son dönem bir İngiliz emperyalizmiyle; bilhassa da o imparatorluğun "mücevheri" addedilen Hindistan’la özdeşleşen çok ünlü ve çok prestijli otomobil firmaları, şimdi bizzat aynı Hindistan’ın mülkiyetine geçmek üzeredir.
Bombay’da yırtıcı hayvan armalı otoyla saraya giden eski "efendi"nin ve Bengal’de "LR" amblemli ciple safariye çıkan eski "sahip"in en ünlü mülkleri dahi bugün, kendisine danışılmak ihtiyacı bile hissedilmeden, yine eski "kûl"ların tapusuna geçmektedir.
Evet evet, zamanlar değişmektedir ve İngiliz işçiler Hindu patronlar için üretmektedir.
Dolayısıyla da, "ayakları baş kılan" küreselleşmeye bin şükür ve ilk "Hintler İmparatoriçesi" (!) Kraliçe Viktorya’ya, asil "Jaguar"ın deri koltuğundan bin nanik!
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2007
BENİ yatağa çivileyen lánet bir belfıtığı sancısından dolayı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün názik davetine icábet edemeyerek Pakistan’a gidemediğime gerçekten çok üzüldüm. Çünkü, hem ziyaret, hem ticaret bir yolculuk olacaktı.
Tabii ki işin gazeteci angaryalığını yüklenmek zorunda kalacaktım ama, öte yandan da, şimdiye dek hiç görmediğim ve ancak kitabiyattan bildiğim bir ülkeyi tanıyacaktım.
Hoş, ne kadar tanırdım o ayrı mesele!
* * *
ÖYLE, zira sayısız tecrübemle sabittir ki, bizim gazeteci milleti böylesine "yıldırım sürát" gezilerde, elle tutulur hiçbir şey keşfedemez.
Hem "haber atlarım mı" korkusuyla tir tir titrediğimizden, hem de protokoler boyut çok fazla ağır bastığından, gittiğimiz yerde en fazla "koku" hissederiz. O kadar!
Birincisi, uçak lumbozundan gördüğünüzle; ikincisi de, otelden toplantıya götüren minibüs camından seyrettiğinizle kalırsınız ki, sözümona ülkenin "nabzını tutacaksınız".
Láf ola beri gele, o ülkenin ancak mizanpilili veya briyantinli saçlarını tutarsınız!
* * *
ÇÜNKÜ soruyorum, İngiliz usûlü giyinmiş olan ve Hint muhaciri bir aileden inen şu şıkıdım lobici kız veya aynı İngilizceyi "Oxbridge" şiveyle konuşan ama en "kitsch" altın saati takmak adetini sürdüren şu kranta tercüman, bana Pakistan hakkında ne öğretebilir?
Elimle koymuş gibi biliyorum ki onlar da kendi sırça köşklerinde yaşıyorlar.
Háttá muhtemelen, yukarıdaki kitábiyat sayesinde bizzat ben onlara, Peştû kabileler arasındaki kanlı bıçaklı iç hesaplaşma; yahut, üst rütbeli Pencábi generallerle az yıldızlı Sindi subaylar arasındaki çekememezlik hakkında, şöyle gayet oturaklı bir nutuk atabilirim.
Daha háttá, hızımı alamayıp, Pakistan’a karşı Türk resmi söyleminin daima "dost ve kardeş ülke" olmasının tá geçen yüzyıl başından beri sürdüğünü ekleyebilirim.
Tabii bu takdirde, hoş lobici kızla yárenliği geliştirebilmem ve punduda getirip, "size sari de pek yakışıyordur" diyecek ortamı hazırlamam için, nedenini açıklamam gerekir.
* * *
İLKİN, bunun İslamabad başkentli yeni devletle hiç ilgisi bulunmadığını söylerim.
O "dost ve kardeş ülke" sıfatlandırmasının, Kuvva-ı Milliye sırasındaki yüklü para yardımından bile önceye, Hint Müslümanlarının Girit krizi ve 1. Cihan Harp’i esnásında imparatorluğumuzla göstermiş olduğu ilk dayanışmaya uzandığını anlatırım.
Ancaak, öyle Bağdat Paktlarına, CENTO’lara mentolara girmem. Can sıkar.
Öte yandan, belki hoş lobici kız biliyordur ama burada da ihtiyatlı davranırım.
Büyük Britanya’nın çekilmesinden sonra illá Hindistan’dan ayrılmak sevdasına kapılan; dolayısıyla da ülkenin adını İslami çağrışımlı bir temizliğin "paki" kelimesinden türeten Muhammed Ali Cinnah’ın aslında viskiye pek meraklı olduğunu ve devirdiği kadehlerin İskoçya’da "pirüpak" damıtılmış özel şişelerden doldurulduğunu es geçerim.
Zaten, Pervez Müşerref’in kendi kendini cumhurbaşkanı seçtirmesi; Benazir Butto’nun ABD’yle danışıklı döğüş Paskistan’a dönmesi; hükümetin "El Kaide" militanlarının iadesini o ABD’ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullandığı gibi netámeli konulara da girmem.
Neme lázım, siyaset uzak dursun. İşte kuş misáli geldik ve hiçbir şey keşfetmeden hemen dönüyoruz ki, bari şu lobici koş kız sári giysin de, bendenizin kuş gözü ona konsun.
* * *
FARKINDASINIZ değil mi, hayal dünyası geniş şu gazeteci milleti ayak basmadığı; lánet ağrılardan dolayı gidemediği bir Pakistan’dan dahi nasıl da láf yumurtlayabiliyor!
Varın, Cumhurbaşkanı náçiz kulunuzu tekrar davet etmek álicenáplığını gösterir ve de bu defa katılabilirsem, o gidilecek yerden daha neler yumurtlayabileceğimi siz hesaplayın.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2007
DOBRA dobra söylemek gerekiyor, biz gerçekten ruhen hasta bir toplumuz.<br><br>Vahim raddedeyiz. Çok acilen ve cidden, kolektif bir tedavi ve şifaya ihtiyacımız var. Bu nesnel saptamayı da en son komplo teorisinden yola çıkarak yapıyorum.
Yani, "Atlasjet" uçağı daha Isparta dağına çakıldığı andan itibaren üretilen ve inanılmaz ölçüde "müşteri tavlayan" (!) tımarhane senaryolarını kastediyorum.
Neymiş, ölen yolcular arasında ülkemizin altı ünlü nükleer fizikçisi de bulunduğu için, tayyarenin "suikast" (!) sonucu düşürülmesi söz konusuymuş.
Ve tabii o andan itibaren, Türkiye’nin atom bombası üretmesini veya filan teknolojide çığır atlamasını önlemek isteyen "gizli servisler"in çapanoğlusuna dair at, atabildiğin kadar.
Elinin körü ve de başına gökten uçak muçak değil, galaksiden meteor düşsün inşallah!
* * *
EN önce, değişik varsayımlardan biri olarak göz ardı edilmemesi gerektiğini tabii ki kabullenelim ama, bütün uçak kazalarında "suikast" hipotezi en sonra gelir.
Pilotaj hatası, teknik arıza, meteorolojik şartlar daima ve daima ilk soruları oluşturur.
Kaldı ki, hava taşımacılığındaki tedbirler 11 Eylül ertesi hád safhaya ulaştığından, "hinlik" gerçekleştirmenin artık deveye hendek atlatmaktan bile zorlaştığı bir vakıadır.
Bugünün uçak yolculuğu dünküyle dahi kıyaslanmayacak ölçüde güvenlidir!
* * *
FAKAT yook, senin aklın ve fikrin yalnız o hinliğe çalışıyor ya, yukarıdaki bütün temel unsurları es geçecek ve "düşürüldü" diye, pattadak komplo teorisi yumurtlayacaksın.
Artı, işkembe-i kübradan atarak, yüzlercesi ve yüzlercesi seferde olan çok güvenli bir uçak tipi hakkında dahi "netámeli" diye ahkám keseceksin de, rota sapmasından dolayı ayan beyan pilotaj hatası kokan faciaya dair olarak en h-a-y-a-t-i noktayı hiç sorgulamayacaksın.
Çünkü biliyor musun ki, öyle açık talimat vermezler ama, dünyanın bütün havayolu şirketleri, pilotlarını en az miktarda yakıt sarfetmeye bilhassa teşvik ederler.
Háttá, bunlardan bazıları da tasarruf gerçekleştirmiş olanlarını primle ödüllendirirler.
Ve, Isparta vukuatında aşağı yukarı anlaşıldığı gibi, gündüz için geçerli böyle bir "tasarruf rotası"nın gece de uygulanmış olması acaba kazanın a-s-ı-l sebebi değil midir?
* * *
ÜSTELİK, Allah rızası için, Türkiye nükleer branşta böylesine "öncü" bir ülke mi?
Çekirdek bomba üretmek veya şu ya da bu teknolojide "çığır açmak" arifesinde mi?
Kimsenin ruhu duymadan, füze ışınlayan "uzay savaşları" aşamasına mı geldi?
Breh breh breh, demek etraf bizimle kıyaslanmaz oranda "şüpheli devlet"le doluyken, "şer güçleri" bütün işi gücü bırakıyor ve bilim adamlarımızı uçak düşürerek tasfiye ediyor. O halde, hadi bakalım ben de atıyorum ve var mı aksini söyleyecek babayiğit?
Manchester futbol ekibinin tam kadro can verdiği kazayı, rakibi Arsenal düzenlemişti.
En üst rütbeli altı İran generalinin öldüğü diğer uçağı da ABD servisleri düşürmüştü.
İnsaf yahu, Arafat’ın sağ kurtulduğu kazada bile Filistinliler İsrail parmağı aramadı.
Sen ne zehir hafiyeymişsin ki, Isparta uçağında dahi şıppadak kumpas keşfediyorsun!
* * *
EVET evet, tekrarlıyorum, dünyanın her yerinde "vakka-ı ádiye" addedilen bir uçak faciasından sonra en önce komplo teorisi uyduruluyorsa; inanan "müşteri" sayısı da ibadullah raddesine varıyorsa, burada çok vahim ve çok kolektif bir ruhi hastalık söz konusudur.
Paranoyak ve şizofrenik arázlar artık tımarhanelik dereceye varmaktadır.
Dolayısıyla da, "Sevr kompleksi", "bölünmek dehşeti", "öteki nefreti" türünden "siyasi" (!) içerikli diğer komplo teorilerini açıklamak haydi haydi kolaylaşmaktadır.
Ancak, şifa getirecek tedavi de bununla tam ters orantılı olarak sonsuz zorlaşmaktadır.
Yazının Devamını Oku