FATİH’in vefatı ertesinde kardeşi 2. Beyazıd’la taht kavgasına girişen ve Yenişehir ve Konya yenilgilerinden sonra Rodos Şövalyelerine sığınarak Papa vasıtasıyla Fransa’ya geçen; Sassenage şatosundaki "altın kafes"te yaşadığı rehin yılları ertesinde de belki eceliyle, belki zehirlenerek ölen Cem Sultan, Türk Osmanlı kimliği taşıyan ilk mülteci olmuştur.
Peki de, aynı 2. Beyazıd acaba, "küffár"a sığındı diye biraderini "vatan haini"; "dar-ül harp ajanı"; ne bileyim ben, "kefere uşağı" falan diye suçlamış mıydı?
Doğrusu, pek ihtimal veremiyorum.
* * *
VEREMİYORUM, çünkü hadi, kardeşinin "bakım masrafları" (!) için Papa 7. İnosentius’ye her yıl kırk bin altın akçe ödemesini siyasi gerekçelerle açıklayalım.
Tamam da, ölüm haberi geldiğinde buna çok üzülen 2. Beyazıd’ın üç gün yas ilán etmesini; camilerde hutbe okutmasını ve gıyábında cenaze namazı kıldırtmasına ne demeli?
Nitekim, "sürgün sultan"ın türbesi eğer bugün Bursa’daysa, bu, yine 2. Beyazıd’ın ne edip edip, vefattan dört yıl sonra naaşı Fransa’dan getirmiş olmasından kaynaklanır.
O halde, acaba diyebilir miyiz ki, şu "hıyanet-i vataniye" edebiyatı bundan yarım bin küsur yıl önce, en zirvedeki muhalifler için dahi, bugünkü gibi ağızda sakız edilmiyordu?
Anlaşılıyor ki edilmiyordu ve de "vatan haini" iftiracılığı ayağa düşmemişti.
* * *
ZATEN çok daha sonraları, tá ilk Genç Osmanlılar ve Jön Türkler Avrupa sürgününe gittiklerinde, bırakın "düvel-i muazzama ajanı" damgası vurmayı, başta 2. Abdülhamit yönetimi olmak üzere Dersaadet’inmülteci politikasını "sopa" değil "havuç" belirliyordu.
Söz konusu başkentlerdeki sefir-i kebirlerimizin resmen "maaşa bağladığı"; yahut, "evládım memleketine dön! Efendimiz hazretlerinin ináyeti büyüktür ve sana şurada mutasarrıflık buyurmaktadır" diye tavladığı "muhalif" sayısı saymakla tükenmez.
Başka bir deyişle, son dönem İmparatorluğumuz bile "zıt unsurlar"ı çala kalem defterden silmemiştir ve her halükárda da, onlara "vatan haini" yaftasını yapıştırmamıştır.
* * *
SONRA, bugünkü "ulusalcı" üfürüğün tam tersine, Cumhuriyet de çok farklı değildi.
Nitekim, bütün devrimler gibi bir "devr-i sabık" yarattığı doğrudur ama, Cumhuriyet Devrimi’mizin "hıyanet-i vataniye"yle suçladığı ve sürgüne gönderdiği şahsiyetler, 1789 Fransız ve 1917 Bolşevik ihtilalleriyle kıyaslandığı takdirde, devede kulak kalırlar.
Adı üstünde "yüzellilikler", ülkeyi terketmek zorunda kalanların sayısı çok sınırlıdır.
Zaten de, daha on beş yıl geçmeden, 1938’de çıkan afla yasak kaldırılmıştır.
Kaldı ki, ne şeriatçı Mehmet Akif, ne ırkçı Rıza Nur, ne de demokrat Adnan Adıvar, rejimle uyuşmayarak Türkiye’yi terkettiklerinde, "hıyanet-i vataniye" damgası yemişlerdir.
Dolayısıyla, herhangi bir muhalif kimlik yansıttıkları için, bugünkü gibi o sonsuz rezil ve o sonsuz kalleş "vatan haini" iftirasına uğramak ve "ya sev, ya terket" tehditli terör sloganına maruz kalmak, aslında İmparatorluk’un da, Cumhuriyet’in de mayasında yoktur.
* * *
İMDİ, dün dediğim gibi, velev ki ben de Fazıl Say’ın ülke tahliline katılmıyor olayım.
Bu, onun "azınlık psikolojisi"nden hareket ederek ve şahsını kastederek, "yolcudur Abbas" şeklinde konuşmasını eleştirmem için bana hak ve seláhiyet tanır mı? Asla!
Hayat tarzını ve ortamını seçmekte herkes sonsuz özgürdür, sanatçı daha da özgürdür !
Hele hele, piyanisti "irtica yaygaracılığı yapmak"; "beyaz Türk davranmak"; háttá o rezil "hıyanet-i vataniye" suçlasına maruz bırakmak, laik geçinen ve "ya sev, ya terket" zorbalığını dayatan "ulusalcı" terörün "sofu salça" katılmış şekli değildir de, başka nedir?
Yarın konuyu klasik Batı müziği ve Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde ele alacağım.