30 Ocak 2008
ŞU "ulusalcı - kuvvacı" kıbleli "Ergenekon Çetesi"nin kendisine merkez seçtiği "Türk Ortodoks Patrikhanesi", Karaköy’deki "Kefeli Panaya Kilisesi"nde ikámet buyurur. Tabii ki "Patrikhane"nin (!) de merkezi buradadır ama başka bir şubesi daha yoktur.
Çünkü dün dediğim gibi, bırakın episkoposun takdis ettiği tek bir diyakraya, tek bir papaza, háttá tek bir zangoca sahip olmayı, ayinde tek sıra dolduracak bir cemaati dahi yoktur.
Kel başa şimşir tarak, "Türk Ortodoks Patrikhanesi" dünyada başka bir eşi ve benzeri bulunmayan bir hilkát garibesidir ki, ne dindarı, ne ruhbanı, ne de "patrik"i vardır.
Dolayısıyla da, polis kayıtlarına göre yukarıdaki "Ergenekon Çetesi"ne "karárgah-ı umûmi" oluşturmanın ötesinde bir misyonu mevcut değildir.
* * *
KİLİSE tabelásındaki "Kefe" sözcüğü ise coğrafi bir mekándan kaynaklanır.
Kırım Yarımadası’nın güneyinde bulunan ve kurucu Cenevizlilerin "Kaffa", Yunanlıların "Teodosya", Ukraynalıların da "Feodosya" dediği limanın ismidir.
Zaten de temelini oradan hicret etmiş Rumlar attığı içindir ki, ibadethane bu adı taşır.
Evet evet, söz konusu yarımada 18. yüzyıl sonu - 19. yüzyıl ortalarında tamamen Rus hákimiyeti altına girince, ora Helenleri Çarlık sultası altında yaşamayı reddetmişlerdir.
Yegáne v-a-t-a-n addettikleri İmparatorluk sınırları içine göçmeyi tercih etmişlerdir.
Bunlardan bazıları, kırk yıllık yoldaşım ve "Sabah" gazetesi Atina temsilcisi Stelyo Berberakis’in de dedesi gibi Doğu Karadeniz sahiline; diğer bazıları ise, zaten Galata’da daha önce mevcut olan Kefe kolonisinin bulunduğu şehr-i Stambul’a yerleşmişlerdir.
Esas sahiplerinden gaspedilen mábedin Kayserili bir Karamanlı olan ve kendi kendini "Papa Eftim" diye takdis eden Pavlos Karahisaridis’e bırakılması; onun da bunu "Türk Ortodoks Patrikhanesi"ne dönüştürmesi ise 1924 yılına, yani Mübadele ertesine uzanır.
* * *
KURTULUŞ Savaşı sonrası ve Lozan Antlaşması uyarınca Türkiyei’yle Yunanistan arasında uygulanan bu Mübadele de, her iki taraf açısından bir insanlık tragedyasıdır.
Bir milyon civarında Ortodoks Anadolu’dan Yunanistan’a; yüzbinlerce Müslüman ise ters yönde, Yunanistan ve Adalar’dan Anadolu’ya göç etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Yukarıdaki "Ortodoks" ve "Müslüman" terimlerini kasten kullandım.
Çünkü burada bir etnik değiş - tokuş değil, bir "dini" değiş - tokuş söz konusudur.
Nitekim, Rumcadan başka tek kelime bilmeyen ve çoğunluğu İslamlaşmış Helenlerden oluşan Giritliler, Rodoslular, Epiryalılar ve Bulgarca konuşan Trakya Pomakları Türkiye’ye iskán edilirken; karşı yönde de, bu defa anadili öz be öz Türkçe olan Karamanlılar ve zeybeği yine Türkçe söyleyen Ege Rumları denizin öteki yakasına göçmek zorunda bırakılmışlardır.
Dolayısıyla da, gerek Yunanistan, gerek Türkiye ulus - devletleri özünde "dinî" hamurla yoğrulmuşlardır ve laik veya seküler tercihler yukarıdaki nesnel gerçeği değiştirmez.
* * *
İŞTE, adı var dindarı yok, yukarıdaki "Türk Ortodoks Patrikhanesi"nin kurucusu Pavlos Karahisaridis, yani "Papa Eftim" de yukarıdaki Karamanlı aidiyete mensuptur.
Ve, dediğim gibi, Türkçeden başka tek söz bilmeyen ve ibadetini dahi Dede Korkut dilinde yapan; üstelik, Evancelinos Misaliadis’in "Temaşá-i Dünya ve Cefakár-u Çefakeş" iyle lisánımıza ilk romanı kazandırmaktan, Kayseri’nin kadirşinas evládı Elya Kazancıoğlu’yla dünya sinemasında şáheser yaratmaya, Anadolu’daki ilk modern "münevveran"ı üreten ve Türkofon Rum mu, yoksa Ortodoks Türk mü oldukları meçhul kalan o Karamanlıların tragedyası hem Türklüğümüz açısından, hem de bizzat Mübadele içinde apayrı bir faciadır.
Bu büyük faciadan "ulusalcı - kuvvacı" bir "Ergenekon Çetesi"ne nasıl gelindiği konusunu yarın yine Türkiye Hıristiyanlığı ve Cumhuriyet İdeolojisi bağlamında işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2008
HANGİ imandan olursa olsun, ruhbanı bulunmayan bir mábet düşünülebilir mi?<br><br>Buradaki "ruhban" kelimesini asgári anlamda kullandım. Yani, teolojik eğitimden geçmiş ve illá hiyerarşiye dahil olmuş "resmi" cemaat önderlerine kadar çıkmıyorum. Fakat yine de, zaten adı üzerinde, mábet sözcüğü herhangi bir inanç pratiğinin kutsal mekánını tanımladığına göre, tabii ki düşünülemez!
* * *
DÜŞÜNÜLEMEZ ve de nitekim, imamsız bir cami, hahamsız bir sinagog veya papazsız bir kilise, en önce dindarlar tarafından "yaşayan ibadethane" addedilmezler.
Kimse ölüsünü, o imamın "er kişi niyetine" demeyeceği bir musalla taşına yatırmaz.
Kimse bebeğini, o papazın istavroz çıkartmayacağı bir kutsal suyla vaftiz ettirtmez.
Kimse oğlunu, o hahamın dua etmeyeceği bir "bar mitzvah" törenine hazırlamaz.
Bunlar da sonsuz doğaldır, çünkü din ritüellerine mekán oluşturduğuna göre, mábetler ancak söz konusu ritüelleri hakkıyla bilen ve uygulayan "ruhban"larla gerçek mábet olur.
* * *
SONRA, yukarıdaki papaz örneğinde olduğu gibi, Hıristiyanlık táa en başlangıçtan beri ve diğer inançlarla kıyaslanmayacak ölçüde bu "ruhban" kavramı üzerinde yükselmiştir.
Katoliklikteki papalık; Ortodoksluktaki farklı patriklikler; Lütheryen ve Kalvinist Protestanlıktaki değişik yapılanmalar; artı, "otosefal" denilen özerk Doğu kiliselerindeki ve Anglo-Sakson tarikatlardaki organizmalar falan, bunların her biri hem yukarıdaki mábetleri, hem de onların dini önder ve cemaatlerini kendilerine bağımlı kılan örgütler oluşturmuştur.
Başka bir deyişle, ilk papaz addedilen Havari Petrus’un temelini attığı kurumsal kiliseden ve onun öncülük ettiği ruhban sınıfından bağımsız bir İsevilik düşünülemez.
O halde özetlersek, her imanlı Hıristiyan bir mábede, her mábet bir ruhbana, her ruhban da bir üst katmana tábidir.
* * *
İMDİİ, madem durum miniminnacık bir kilise, háttá ayazma için dahi böyledir, asgári bir papazı; geçtim papazını, çan çalacak bir zangoçu dahi bulunmayan ve bilhassa ve bilhassa da, cemaati olmayan bir "Patrikhane" (!) tahayyül edilebilir mi?
İyi anlaşılsın diye tekrar tekrar ve altını çizerek bir defa daha vurgulamak istiyorum.
Yani, söz konusu papazlara ek olarak rahipleri, keşişleri, metropolit ve piskoposlarıyla bilûmum bir inanç hiyerarşisini zirveleştirdiği; dolayısıyla da, söz konusu iman mensuplarına önderlik yaptığı varsayılan bir "dini" (!) kurum ve makamdan söz ediyoruz..
Oysa, bırakın tüm bunları, iláç için, pazar áyinine gidecek dindarı yok ve zaten o ayini düzenleyecek tek bir ruhbanı yok ama "Patrikhanesi" (!) var, böyle bir şey olabilir mi?
Bu tür "din" ve din yapılanması düşünülebilir mi?
Eh, yalap şalap da olsa İsevi teolojiyi az buçuk bildiği için, Kızıl Çin’de "milli kilise" (!) kurdurtan ve ateistliği su götürmeyen Mao dahi cinnet derecesini buraya vardırmamıştı.
Sahte mahte, papaz mezûn eden bir ruhban okuluna göz yummuştu ve de yarısı hafiye olsa bile, açık kalmış kliseleri dolduran bir Hıristiyan cemaati daima mevcudiyetini korumuştu.
* * *
PEKİ, işte böyle dindardan ve ruhbandan tamamen yoksun, ama yine de Ortodoks hiyerarşideki en üst "Patrikhane" sıfatını taşıyan bir kurum dünyada gerçekten var mı?
Evet var! Heyhat, böyle bir hilkát garibesi yalnız ve yalnız bizim ülkemizde var!
"Din" (!) veçheli ve "ulusalcı - kuvvacı" nitelikli bu kurumu, "Ergenekon Çetesi"ne karárgáh oluşturduğu için gündeme gelen ve her halükárda da, "Kilise sözcüsü" (!) yine aynı çeteye mensubiyette tutuklanan "Türk Ortodoks Patrikhanesi" oluşturuyor.
Konuyu yarın ülkemiz Hıristiyanlığı ve Cumhuriyet ideolojisi bağlamında işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2008
Militan çevreciler için tarikát kelimesini kasten kullanıyorum. Çünkü bana sorarsanız, emniyet supabı ve mecburi belá işlevi bir yana, militan çevrecilik öz itibariyle tarikát; daha doğrusu, Hıristiyan teolojideki sekt özellikleriyle ön plana çıkıyor. Çevrecilere, yahut daha evrensel tanımıyla ekolojistlere tabii ki karşı değilim.
Onların varlığını bir "emniyet supabı" veya zorunlu bir "belá" (!) olarak görüyorum.
Eh serde diyalektisyenlik var ya, burada da "tez-antitez-sentez" hesabı yapıyorum.
Başka bir deyişle, ekolojistleri, sanayi ve sanayi ötesi toplumların tüketim aşırılıklarını törpülemek açısından, bu genel eğilimin tam zıddında yer alan diğer bir aşırılık addediyorum.
İkisinin ortalamasından doğan bir "orta yol" var ki, işte benimkisini oluşturuyor.
Ancaak?
Ancağı şu ki, her şeyden önce ve kendi hesabıma, "militan çevreci" bir diskur çekmek ve de bilhassa böyle bir hayat tarzını benimsemek, asla ve asla söz konusu olamaz.
Allah yazdıysa bozsun!
Ben ki, estetik kıstaslarımdan dolayı otomobil direksiyonuna dahi ancak "pekari" denilen ve soyu tükendiği iddia edilen Güney Afrika hayvanının nádide derisinden eldivenle değme "züppelik"inden (!) taviz vermiyorum, ekolojik açıdan büyük "günáhkar"ım (!)
Egzoz dumanıyla etrafı zehirlemeyeyim diye de, Brezilya şekerkamışından üretilen "biyolojik yakıtı" kullanmak için, gelecekte karbüratör sistemi değiştirmeyi düşünmüyorum.
Hele hele, aklımı peynir ekmekle yemedim, tabanvaya kuvvet, ana baba günü trafikte bisiklet pedalı çevirmeye kalkışarak hayatımı tehlikeye atacak değilim.
Daha neler, bari sırtıma, tohumu toprağa gübresiz ekildiği; boyasına kimyasal madde karıştırılmadığı ve Bangladeş’in el tezgáhında işlendiği için pek bir "ekolojik" (!) addedilen o kaba mı kaba Hint kenevirinden bir gocuk geçireyim de, tam irşáda ereyim.
Eh, kafama da Peru lamalarının yününden örülmüş bir kukuleta takarım.
Ve tabii bu takdirde de, bisikleti köşebaşında durduktan sonra aháliye ilkin, "Kuzey Kutbu’ndaki yavru fok balıklarının Norveçli cániler tarafından katledilmesine hayır" diyen "Greenpeace" bildirisi dağıtır ve ardından, "Hara Krişna, Hara Krişna" diye anıracağım bir Tibet tarikátı mensuplarının yanına giderim.
Evet, "tarikát" kelimesini kasten kullandım.
Çünkü bana sorarsanız, yukarıdaki "emniyet supabı" ve "mecburi belá" işlevi bir yana, "militan çevrecilik" öz itibariyle tarikát; daha doğrusu, Hıristiyan teolojideki "sekt" özellikleriyle ön plana çıkıyor.
Artı, aslında, karşı olduğunu söylediği "tüketim toplumları"nın bütün "şımarıklığını" ve bütün "lüks"ünü yansıtıyor.
Dolayısıyla da, benim "pekari" derisinden otomobil eldiveni kullanarak sergilediğim "züppelik" (!), dogmatik ekolojistlerin z-ü-p-p-e-l-i-ğ-i yanında, solda sıfır kalıyor.
Nitekim, bir ekonomi dergisi açın ve istatistikleri bir inceleyin bakalım.
Dünya tahıl fiyatlarının bu yıl son derece yükselmesi ve dolayısıyla da Çin’den Maçin’e fakirlerin gıda harcamalarına daha çok para ayırmak zorunda kalması, yukarıdaki Brezilya’da şekerkamışından veya aşağıdaki Patagonya’da osuruk otundan imál edilen o "biyolojik yakıtlar"ın şimdi pek bir "moda"ya (!) dönüşmesinden kaynaklanmıyor mu?
Yahut, söz konusu Bangladeşli köylüye bir sorun bakalım.
Eğer Hint kenevirini gübreli tarlaya ekecek ve mekanik tezgáhta işleyecek imkánı bulsa, acaba Batılı ekolojistlerin "Aman ne iyi yapıyorsun ve çevreyi kirletmiyorsun" diyen kurusıkı nutkunu mu dinlerdi, yoksa refah seviyesini yükseltebilmek için derhal sanayi üretimine mi geçerdi?
Sonra tekrar inceleyin bakalım, söz konusu Hint, Çin, Brezilya falan aynı ekolojistlerin "genetiği değiştirilmiş tohuma hayır" sloganına bir nebze itibar ediyor mu?
EKOLOJİK ŞIMARIKLIK
Yoksa tam tersine, insanlarının karnını doyurabilmek ve mümkünse de ihracat yaparak döviz kazanabilmek için, buğdayını da, mısırını da, pirincini de, soyasını da hep yeni biyoteknolojilerin imkánlarından yararlanmaya çalışarak mı ekiyor?
Bırakın onları ciddiye almayı, söz konusu ülkelerin araştırma laboratuvarları belki de bir tek bu konuda sanayi toplumlarını aşacak ölçüde fayrap çalıştırılmıyor mu?
Bütün durumlarda cevap tabii ki hep ikincisidir. Çünkü hayatın nesnel gerçeği "çevreci tarikatlar"ın işkembe-i kübrádan attığı "sihirli formüller"le bağdaşmamaktadır.
Ancak yine de en başta dediğim gibi, ekolojist tekkelerin züppeliği ifráda ve tefride vardırmasını bir dereceye kadar hoş karşılıyorum, çünkü bu sayede sanayi ve sanayi ötesi toplumlarındaki diğer ifrát ve tefridin dizginlenebildiğine inanıyorum.
Fakaat, aynı ekolojistlerin şimdilerde pek "moda" (!) kıldığı başka bir nokta daha var ki, işte orada cinlerim tamamen başıma tırmanıyor. Öfkemden, burnumdan soluyorum.
Dobra dobra söyleyeceğim, buradaki şımarıklık karşısında ne hoşgörü açım, ne diyalektik yöntemim para ediyor.
Çevreci dogmatikleri kör testereyle kıtır kıtır kesesim geliyor.
Yine biyolojikten kısaltma "biyogıda" denilen herzeyi ve herzeleri kastettim ki, buna ilişkin "hiddet manifesto"mu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2008
ŞU Allah’ın işine bakın! Kim derdi ki sivilliği sahiplendiği için adı "devlet düşmanı" na (!) çıkartılmış olan bu satırlar yazarı, gün gelecek ve o devleti savunmayı vazife edinecek. "Ergenekon Çetesi" diye isimlendirilen ve hukuki sorgulama sürdüğü için hakkında çok şey yazamayacağım işgüzár grubuna "derin devlet" damgası vurulmasını kastediyorum.
* * *
ÖNCE şunu saptayalım: "Yamyam ülkeleri" dahil, "derin"i, "sığ"ı, "resmi"si veya "sáthi"siyle her devlet, o siyasi coğrafyadaki en zirve toplumsal mekanizmayı oluşturur.
Dolayısıyla da, iç bünyedeki gruplar, kamplar, háttá "çeteler" bile hem ideolojik, hem de maddi planda asgári bir donanıma sahiptirler. Gizli veya açık, örgütlenme marjları geniştir.
Üstelik, sosyal dokudaki diğer yapılanmalara oranla daha rasyonel çalışmaları gerekir.
Artı, bu zirve organizmaya dahil oldukları için de onun "nimetleri"nden nasiplenirler.
* * *
İMDİ, Allah rızası için söyleyin, böyle organizmalarda diş kovuğuna dahi kaçmayan ve melánet çevirmek için aradığı iki "milyoncuğu" çıkartamayan; üstelik, işportaya düşmüş Avusturya piştovunu bile bulamayan şu "Ergenekon Çetesi" bir "derin devlet" olabilir mi?
Geçtim devletini, bu züğürtlükle ve bu eblehlikle iş becerecek sivil gangster çıkar mı?
Çok daha önemlisi, mutlaka asgári bir ciddiyete ve gizliliğe ihtiyaç duyacak olan herhangi bir devlet, amatörce "vatan kurtarmaya" kalkışan Şaban’larla gerdeğe girer mi?
"Derin devlet"lerin en alargası bile, sille tokat "ulusalcı" saldırganlık yapan; uluorta "kuvvacı" yemin ettirten; álenen komplo teorisi yazan, dolayısıyla da kamuoyu ve emniyet nezdinde deşifre olmuş olan en hoyrat, en ilkel ve en kaba işgüzárlara kapik yatırır mı?
Bu kadar ahmak ve aptal bir devlet olabilir mi? Olursa, ona "devlet" denilebilir mi?
Hayır olamaz ve denilemez, çünkü bütün devletlerin kesin bir "alt sınırı" vardır.
Fersah fersah aşağısındaki "Ergenekon Çetesi"ni onunla özdeşleştirmek ise üyelerine páye biçmek ve de devlet kavramını ayağa düşürmek anlamına gelir ki, el insaf!
* * *
O halde bir; yukarıdaki "örgüt"ün devletle her hangi bir organik bağı yoktur.
"Çeteci"lerden bazılarının emekli subay ve istihbaratçı olması da gerçeği değiştirmez.
Kendisine "devleti kurtarmak" misyonunu vehmeden kafadarların eski "kanallar"ı kullandığı gün gibi áşikárdır ama, bu, hiyerarşik bir devlet yapılanması demek değildir.
İki; aynı "örgüt"ün, Sovyet işgaline karşı direniş amacıyla, ABD’nin "Soğuk Savaş" sırasında Batı’da ve Türkiye’de gizlice oluşturulan "Gladio" mekanizmasıyla da ilgisi yoktur.
"Ergenekon"un "ulusalcı - kuvvacı - anti-Amerikancı" söylemi zaten bir yana, hem mafyalaştığı, hem de varlık nedeni kalmadığı için "Gladio" çoktan tasfiye edilmiştir.
* * *
AMA üç; aynı mafyalaşma, aynı lumpenleşme, aynı kovboylaşma göz çıkarttığından, ideolojik değil "örgütsel miras" olarak, o "Gladio"nun kokuları da burun kırmaktadır.
Kolombiya’dan İtalya’ya ve solcu - sağcı, bu cins "vatan kurtarıcılar" (!) ibadullahtır.
Tortulaşma ve kompleksle yoğrulma, bilinçaltında böyle bir "kurtarıcı" vehim yaratır.
Artı dört; adı üstünde "çete", İttihatçıların komplo zorbalığını ve kaos maceracılığını hortlatmak isteyen "Ergenekoncular", her şeyden önce "öteki" düşmanlığının uzantılarıdır.
"Ulusalcılık" veya "kuvvacılık" diye piyasaya sürülen hastalıklı düşmanlığın en kaba, en hoyrat, en ilkel, en cüretkár; dolayısıyla da aslında en amatör ve en çaylak temsilcileridir.
Yine dolayısıyla, özünde, onların tesbit ve denetimi diğerlerine oranla daha kolaydır.
Nihayet beş; melánet çeteleri tabii ki tasfiye edilecektir ve mutlaka edilmelidir ama, tek gerçek çözüm "öteki" düşmanlığını çeteleştiren ideolojiyi tasfiye etmekten geçmektedir.
Çağdaş devlet işte burada "devlet"tir ve de işte bununla modern devlet olur!
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2008
ÖNCE, kırk dokuz yıl aradan sonra Türkiye’yi ilk kez resmen ziyaret eden Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’e can-ı gönülden hoş geldin diyoruz ve onun şahsında, dost ve kardeş Helen halkını bütün kalbimizle selamlıyoruz. Girizgáh pek mi pohpohlu oldu dersiniz?
Olsun, değer!
* * *
DEĞER, çünkü dediğim gibi dile kolay, Karamanlis’in dün başlatmış olduğu Ankara yolculuğu haniyse yarım yüzyıllık bir "antrakt"tan (!) sonra gerçekleşiyor.
Eh, bırakın Türkiye ve Yunanistan gibi kapı komşusu iki ülkeyi, böylesine uzun bir süre ertesindeki her yeni temas, uluslararası ilişkilerin genel çerçevesinde dahi "günün máná ve ehemmiyetine" uygun biçimde selámlanır.
Dolayısıyla, Atina liderinin ziyaretini "tarihi" diye tanımlamak abartı oluşturmuyor.
Yukarıda kasten yaptığım gibi de, gazetecilik dili yerine diplomatik formül kullanmak "işgüzárlık" kategorisine girmiyor.
Konstantin Karamanlis’e bugün Aristo lisánında "kalos irthate" demez ve de temsil ettiği Helen ulusunu "kalimera" diye selámlamazsak, bunları ne zaman yapacağız ki?
Şimdi gelelim işin daha ciddi ve de bilhassa, daha insani boyutuna?
* * *
EVET insani, çünkü "zeybek - zeybetiko" ve "rakı - uzo" edebiyatı bir yana, Türk ve Yunan halklarının birbirlerini yeniden keşfetmesinde; dolayısıyla da eski kavgaları aşmak azmiyle hızla barışıklığa doğru ilerlemesinde insani bir feláket belirleyicilik taşıdı.
17 Ağustos 1999 Körfez Depremi’ni kastediyorum!
Bu tarih, Atina liderinin dünkü ziyaretinden de sonsuz defa daha ta-ri-hi-dir!
İki ulusun ve iki milletin tekrardan birbirlerine kavuşması açısından kesin bir virajdır.
* * *
ÖYLEDİR ve nitekim, Turgut Özal’ın mimarı olduğu "Davos Süreci"; dostlar alışverişte görsün kábilinden arada bir uygulanan "gül uzatmak" diplomasisi; yahut, tek tük sivil inisiyatifle gerçekleştirilen "dostluk girişimleri", yukarıdaki facianın aniden yarattığı ve derhal kolektif boyut kazanan "yakınlaşma dinamiği"nin yanında birer sıfır olarak kaldılar.
Bunların hiçbiri, 1999 Ağustos’u ertesindeki ivmenin virgülüne dahi ulaşamadı.
Uğradığımız áfet karşısında Helen halkının duyarsız kalmaması ve can-ı gönülden yardıma koşması; artı, aynı halkın modern iletişim kanalları vasıtasıyla Türklerin o kadar da fazla "öteki" olmadığını anlaması; daha artı, bizzat biz Türklerin de, söz konusu duyarlılık ve yardım sayesinde bu defa Helenlerin yine çok fazla "öteki" olmadığını öğrenmemiz, bin diplomatik temastan ve bin "gül uzatmak" nutkundan etkili oldu.
Dolayısıyla da, bir anlamda eski "normallik" dönemine döndük.
Yani, 2. Savaş’taki "Büyük Açlık" sırasında, ablukaya rağmen Pire’ye şilep şilep un gönderdiğimiz ve hasta çocuklarını İstanbul’a taşıdığımız "kara gün dostluğu"nu tazeledik.
* * *
HEYHAT, insanlık tarihi bazen böyledir. İnsanoğlu barışmak için faciayı bekler.
Hûsumetler ancak feláketlerle yıkılır ve dostluklar onların enkázı üzerinde yükselir.
İşte, Ege Denizi’nin iki yakası arasındaki köprü de İzmit Körfezi’nin iki sahili arasındaki çöküntü ekseninde inşa edildi. Ediliyor ve edilecek.
Ve, deprem sonrasının toprağı oturduğu için, zemin şimdi eskisinden daha sağlamdır.
Türk ve Helen halklarının kardeşliği, Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’in yarım asır sonra resmi Ankara ziyareti gerçekleştirmesi "hazmedecek" ölçüde pekişmiştir.
Dolayısıyla, "kalos irthate Kostaki" ve artık ne sizde, ne bizde deprem istiyoruz.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2008
PEK pek ayağa düştüğü için kelimeden fazla hazzetmesem dahi eğer yine de "liberal" denilecekse, o halde ben esas olarak felsefi ve siyasi planda liberalim. Anladınız, özgür düşünceyi, çoğulcu demokrasiyi, açık toplumu, seküler rejimi, serbest piyasayı ve hukuk devletini falan kastediyorum.
Aslına bakarsanız da, bunların hepsi "aydınlanmacı hümanizma"ya dahil bulunuyor.
* * *
OYSA buna karşılık, iktisadi planda ancak "sosyal liberal"im. Gıdım fazlası yok!
Başka bir deyişle, yukarıdaki serbest ekonomiyi sahipleniyorum ama ne Adam Smith’in "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesini; ne de modern ve postmodern kapitalizmi sonsuz vahşi kılan "kutsal piyasa" amentüsünü benimsiyorum.
Mümkün mertebe asgári oranda, fakat yine de devletin iktisadi dinamiklere müdahil olmak marjını koruduğu bir sistemden yanayım. Yurttaş açısından bunu sigorta addediyorum.
Daha doğrusu, o devletin sermayedarlığa ve işletmeciliğe soyunmadığı, fakat istihdam, sektör, eşitlik gibi hayati konularda "yol göstericilik" üstlendiği bir yöntemi tercih ediyorum.
Üstelik, tabii ki "ulusalcı" etiketli statüko zaptiyeleri gibi "devlet fetişisti" değilim ve soyut bir mábette alnım secdeye varmıyor ama, "devlet düşmanı" da değilim.
Onun mutlak bir zorunluluk oluşturduğu konusunda zerre kadar şüphe duymuyorum.
* * *
ÖRNEĞİN, savunduğum ve sahiplendiğim küreselleşmeye paralel olarak THY yerli veya özel yabancı sermayeye satılacak olsa, yeni işletmenin zarar gerekçesiyle Kırım, Sudan, yahut ne bileyim ben, Patagonya seferlerini kaldırmasına izin verilemez. Verilmemelidir de!
Seferler ya önceden tahahüt edilmiş olmalıdır, ya da zarar ödenerek süreklilik korunur.
Çünkü burada "bayrak göstermek" ihtiyacı söz konusudur ve ulus-devletler sürdüğü müddetçe de böyle bir ihtiyaç ortadan kalmayacaktır. Bu, milliyetçilik değil, mil-li-lik-tir!
Ya da, yine küreselleşme çerçevesinde ve kesin stratejik önemi bulunmadığı müddetçe filanca fabrikanın falanca uluslararası şirket tarafından alınmasına tabii ki ámenná!
Ancak, benden izinsiz teknoloji transferine veya bana zûl bir köle muamelesine hayır!
İşte devletin rolü budur ve ne azı, ne de fazlası olmak üzere böyle kalmalıdır.
* * *
TEKRAR yine salt iktisadi çerçeveye dönersek, malûm, İngiliz matematikçi John Maynard Keynes’e atfen yukarıdaki yaklaşım geçmişte "Keynesçilik" diye adlandırılıyordu.
Nitekim, "kapitalizmin anavatanı" ABD bile, Başkan Franklin Roosevelt’in "new deal" terimiyle ortaya attığı bu "yönlendirici yöntem" sayesinde 1929 krizini aştı.
"Alman mucizesi" başta, 2. Savaş ertesinin Avrupa ekonomileri de aynı yolu izledi.
Şimdilerde ise, ister istemez küreselleşme çağının rektifikasyonunu uğrayan ama özü değişmeyen aynı "ortacı" tutum, yine İngiliz Tony Blair’in hayata geçirdiği ve Britanya’yı sıhhate kavuşturan ekonomik politikadan dolayı "sosyal liberalizm" olarak tanımlanıyor.
Hálá eski terminolojide ısrar edenler de "sağ sosyal demokrasi" damgasını vuruyor.
* * *
BÖYLE bir "sağcılık"ı göğsümü gere gere benimsemek ise beni hiç rahatsız etmiyor.
Zira, küflü lûgatin canı cehenneme, hem insani, hem de gerçekçi olmak gerekiyor.
Bu da, iktisadi hayatın soğuk nesnelliğini unutmadan, onun "vahşi kapitalizm"le getirdiği eşitsizlik ve yabancılık faktörlerini mümkün mertebe törpülemek anlamına geliyor.
Yani, kuru láf değil, "sistemin içinde sistemi düzeltmek" zorunluluğu dayatıyor.
Ve işte "sosyal liberalizm" de buna en yakın doktrin olarak şekillendiği içindir ki hem benim kişisel tercihim, hem de bilhassa dünyanın "genel gidişatı" oraya doğru kayıyor.
Ve göreceğiz, son borsa krizi ertesinde yukarıdaki gidişat daha da netlik kazanacak!
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2008
SIRBİSTAN sırf Avrupa’da değil bizzat Balkan’da dahi bir "istisna" oluşturuyor.<br><br>Olumsuz anlamdaki "nev-i şahsına münhasır" kimliğini hálá ve hálá koruyor. Yani, kábile şovenizminden ve "öteki" husûmetindan bir türlü vazgeçmiyor.
Dolayısıyla da, orada bile göze batıyor; orada bile sırıtıyor; orada bile aykırı kaçıyor.
* * *
ÖYLE, çünkü malûm, İmparatorluğumuzun can çekişme süreciyle birlikte yöredeki her halkın ayrı ulus - devlet kurmak ihtiras ve sevdasına kapılması, 19. asır nihayetinden itibaren siyasi lügatte girmiş olan "Balkanlaşmak" deyimiyle tanımlanır.
Başka bir deyişle, Rumeli’miz "kávim milliyetçiliği"nin "anavatanı" addedilir.
Ve işte, Belgrad başkentli ülke şu 21. yüzyıl başında dahi, şimdi ister istemez ve iyi kötü biraz "normalleşmiş" olan bu coğrafyada bile, eski tas eski hamam özelliğini koruyor.
* * *
NİTEKİM, çok eskilere uzanmayalım ve zaman dilimini, Slobodan Miloseviç’in iktidara geldiği "kanlı yıllar" dönemeciyle sınırlı tutalım.
Kolektif hafızadaki efsane ve hortlakları diriltmekle ortaya çıkan bu "modern" Sırp milliyetçiliği, söz konusu "öteki"ni sırf İslami aidiyetten Boşnak ve Arnavutlarda keşfetmedi.
Aynı soydan indiği, şive ve ağız farkıyla aynı dili konuştuğu; aynı İsa’ya inandığı; ama dini mezhep ve tarihi kimlik itibariyle ayrıştığı Slovenleri ve Hırvatları da hedef aldı.
Zaten de, Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna - Hersek, Kosova ve Karadağ derken Yugoslavya’nın tamamen dağılması ve nihayetinde de, azámiyi talep eden o Sırbistan’ın en asgariyle sipsivri kalması, tamamen ve tamamen yukarıdaki olgudan kaynaklandı. .
Ve, Dimyat’a pirince giden evdeki bulgurdan olmasına rağmen, Slav Ortodoks Rusya hariç, Belgrad uluslararası planda da diğer tüm "öteki"leri yine düşman saymaya devam etti.
Dolayısıyla, evet, Sırbistan Kıta’nın ve Yarımada’nın ortasında anakronik bir çıbanbaşı oluşturuyor ki, pazar günü gerçekleşen başkanlık seçimi birinci turu da bunu tekrar ispatladı.
* * *
TEKRAR ispatladı, çünkü geçmişte Miloseviç’in "hınk deyiciliği"ni yapmış olan ve bu defa da, zaten fiiliyatta gitmiş bir Kosova’yı hálá "vermem" diyerek aynı irrasyonel milliyetçiliğe oynayan Sırp Radikal Partisi adayı Tomislav Nikoliç oyların yüzde 39’unu aldı.
Aslında yine Kosova’nın bağımsızlığını reddeden, fakat ateşle suyu yanyana getirmeye çalışarak aynı zamanda AB’yi de "idare etmeye" çalıştığı için "liberal" (!) addedilen şimdiki Başkan Boris Tadiç ise yüzde otuz beş oranla ikinci oldu.
Şüphesiz, Belgrad kulislerindeki muhtemel entrikalar kestirilemeyeceğimizden, 3 Şubat’taki son turda kimin galip geleceği şimdiden öngörülemez.
Ancak, yeni başkan kim olursa olursa olsun, sırf yukarıdaki tablo dahi Sırbistan’da hálá ve hálá hüküm süren "hastalıklı ruhiyatı" yansıtmaya yetiyor.
* * *
ÖYLE, çünkü yüzde 63’lük bir katılımla ülke ölçeğinde "rekor" gerçekleşmesi dahi başlıbaşına bir gösterge oluşturuyor. Zira, oylamada şehirler değil kırlar seferber oldu.
Nikoliç, kávmi milliyetçilikle özdeşleşen "derin Sırbistan" tarafından baş tácı edildi.
Demek ki, yukarıdaki "öteki" düşmanlığı kolektif bilinçaltında öylesine yer etmiş ki, onca bádiriye ve onca derse rağmen; üstelik de AB’nin "hadi, az biraz ’normalleşin’, size kapıyı açacağız" güvencesine rağmen, o "derin Sırbistan" hálá eski hortlaklarıyla yaşıyor.
"Sırp’ın Sırp’tan başka dostu yoktur" sloganlarıyla pışpışlanıyor.
Hayali düşman yaratan efsanelere ve hayali düşman üreten komplo teorilerine inanıyor Evet evet, Sırbistan, o "Balkanlaşmak" terimininin Balkan’ında dahi "sırıtıyor" .
Sırbistan bir "anti-örnek" oluşturuyor ve ondan bizim de ders çıkartmamız gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2008
Sarışınlar tarafından baştan çıkartıldığımızı duyuruyoruz. Böylelikle de, hem esmer, kara, kumral, kızıl kadınların cazibe ıskalasını aşağıya çekiyoruz, hem de onlarda, doğal olmayan bir sarışınlaşmak içgüdüsü kamçılıyoruz. Peki de, biz erkekler acaba neden sarışınlar tarafından cezbediliyoruz?
Ne cevap verse beğenirsiniz?
"Eh, artık yaşlanıyor sayılırım. Herifleri hálá baştan çıkartabilecek cazibeye sahip olduğumu kendime ispatlamak için böyle boyandım" demez mi!
Anladınız, hani geçen pazar, hep esmer olarak tanıdığım eski bir eski göz ağrısına tesadüfen rastladığımı ve sarışın halini görünce de pattadak "Bu değişiklik nereden icáp etti" türünden bir soru sorduğumu söylemiştim ya, işte onun verdiği cevap da yukarıdaki gibi oldu.
İmdi, buna nasıl bir tepki göstermem gerektiğini lütfen kulağıma fısıldayın?
Çünkü, şimdiki gudubet haline bakıp ve gerçek düşüncemi açıklayıp "üç kuruşluk yüksek kaldırım yosmasına benzemişsin" desem, ciddi bir papara yiyeceğimi biliyorum.
Zaten lafını sakınmayan Osmanlı hatunudur. Mutlaka "Eşek hoşaftan ne anlar. Suyunu içer tanesini bırakır" cinsinden bir söz yumurtlayacaktır.
Üstelik, bana karşı geçmişten kalma bir intikam hırsı beslediğini de tahmin ediyorum.
Dolayısıyla, aşağı yukarı, "Sanki esmerken kadrimi bilmiş miydin ki de şimdi sarışınlığıma toz konduruyorsun, zevksiz adam" gibisinden bir cümle daha ekleyecektir.
Hatta geçmişteki domuzluğu nüksettiği takdirde, bam telime basmak için, "Efendi, ben yaşlanıyorsam, sen tam morukluyorsun. Ağzının suyunu akıtarak tasvir ettiğin o sarışın bomba Anita Ekberg’ler şimdi gelse, havaya bakarsın" diye devam edecektir.
Şimdi farz edelim ki, bu yenip yutulmaz küstahlığın altında kalmak istedim.
Ve tuttum, "Yahu, kör müsün ki altı kaval, üstü şişhane bir kadına dönüştüğünü fark etmiyorsun? Kenar mahalle dilleri kokan şu platin saçlarının, koyu gözlerinle ve esmer kaşlarınla çeliştiğini göremeyecek kadar estetik yoksunusun. Bari lens tak ve de kaş boyat. Bir de bana zevksiz diyorsun? Asıl senin zevkine kitakse" cevabını verdim.
Artı, yiğitliğe toz kondurmamak için de, "Ayol eğer sen o Anita Ekberg’in saçının teli olabilmiş olsaydın seni hemen, esmerken ettiğimden daha beter ederdim" dedim.
Eminim, bu takdirde iş karakola varırdı. Zerre kadar çekinmez ve yaradana sığınıp oracıkta tokadı nakşediverir ki, sokağın ortasında rezil-i rüsva olacağımın resmidir.
Üstelik, işte "herifleri baştan çıkartan" cins sarışına dönüşmüş ve mihráp yerinde duruyor ya, elalem de kaldırım kalabalığından istifade benim bir halt karıştırdığımı sanırdı.
Yaka paça zaptiyeye teslim ederdi ki, ne o, gerçekte esmer olan eski bir göz ağrısına rastladığımda ona şimdi niçin "sarılaştığını" sormuşum ve de soluğu kodeste almışım.
SAHTE CENTİLMENLİK
Dolayısıyla, neme lázım, yukardaki cevabı karşısında çenemi kapattım.
"Keyfin bilir, inşallah yeni sarışınlığın hálá cazibeye sahip olduğunu sana ispatlatmıştır" demekle yetindim. Hatta, sahte centilmenliğe soyunmayı dahi unutmadım.
"Canım, esmer, sarışın, kumral senin için fark etmez! Her daim güzelsin. Üstelik, sakın öyle yaşlanmaktan falan bahsetme. Bu takdirde kendimi Sarayburnu’ndan atmam gerekir" gibisinden riyakár bir kompliman yumurtladım.
Çok hoşuna gitti ve az biraz hoş beşten sonra, "Hálá herifleri baştan çıkarttığına beni ikna etmek istiyorsan, eski göz ağrına bir telefon aç" dediğimde ağzı kulaklarına varmış biçimde, o ucuz ve o avam platin saçlarını sallayarak yoluna devam etti.
Arkasından bakakaldım. Üzüldüm. Hüzünlendim.
Hayır hayır, bitmiş aşkların, kapanmış defterlerin, yırtılmış sayfaların nostaljiyasında ağlamayacak yaşa çoktan erdiğimden, hüznüm, eski göz ağrımın artık neden "eski" sıfatı taşıdığı düşüncesinden kaynaklanmadı.
Sahte sarışınlığından sırıtan dehşet zevksizlik bir yana, esas üzüntüm, geçen hafta değindiğim gibi, ben dahil erkeklerin o sarışınlara duyduğu genel zaaftan kaynaklandı.
Çünkü, aslında son derece güzel ve estetik bir kadın olarak tanımış olduğum şahıs eğer bugün böylesine hazin hallere düşüyorsa; üstelik de bunu, asla yabana atılmayacak bir "herifleri baştan çıkartabilecek cazibeye sahip olmak" dürtüsüyle açıklıyorsa, hiç şüphe yok ki bunun sorumluluğunu ben ve hemcinslerim taşıyoruz.
SARIŞINLAŞMAK İÇGÜDÜSÜ
Evet, ben sorumluyum ve biz sorumluyuz, zira son tahlilde "erkek hakimiyetçi" değerlerin hüküm sürdüğü toplumlarda yaşıyoruz.
Dolayısıyla da, kadınlara yine "erkek hakimiyetçi" imajlar empoze ediyoruz.
Bu empoze etmek fiilini de öyle zorlamayla, hatta iknayla falan gerçekleştirmiyoruz.
Yalnız, "herifler" olarak sarışınlar tarafından "baştan çıkartıldığımızı" duyuruyoruz.
Modern efsanelerde bağırıyoruz ve postmodern imajlarla haykırıyoruz.
Böylelikle de, hem esmer, kara, kumral, kızıl kadınların "cazibe ıskalası"nı (!) aşağıya çekmiş oluyoruz, hem de onlarda, doğal olmayan bir "sarışınlaşmak" içgüdüsü kamçılıyoruz.
Peki de, biz erkekler acaba neden sarışınlar tarafından cezbediliyoruz?
Her şey "uçkur meselesi"ne mi odaklanıyor? "Sex-appeal"de mi düğümleniyor?
Yoksa yoksa, o "uçkur meselesi" ve o "sex-appeal" dahil, çok fena halde tongaya basarak, hákim kültürlerin yine hákim imajlarına ve estetiklerine mi tapınıyoruz?
Açıkçası, Kádim Yunan, Antik Mısır, Eski Roma erkeklerinin de "aynı dert"ten (!) mustarip olduklarını bildiğimden, cevaptan kesin emin değilim.
Fakat yine de, bana bu ikinci şık ağır basıyormuş gibi geliyor.
Demek "hakim kültür estetikleri" öylesine bir raddeye varmış ki, esmer güzeli bir eski göz ağrısı "herifleri baştan çıkartacak cazibeye sahip olmak" kaygısıyla, müthiş kaknem ve dehşet gudubet bir sarışına dönüşmeyi dahi kabullenebiliyor.
"Güzel"i çirkine dönüştürürken, o çirkini güzel sanabiliyor ve de buna inanabiliyor.
Neyse canım, her halükárda da bana, "Sarışın esmer, gelip geçtiler / Demedim bir gün, elverir yeter" diyen eski Seyyan Hanım tangosunu mırıldanmak kalıyor.
Yazının Devamını Oku