10 Şubat 2008
Geçen pazar anlattığım gibi, işte nereden estiyse esti ve ortak háne paylaştığımız oğlum aniden "sıhhatli beslenmek" (!) sevdasına kapıldı. Her cumartesi marketten düzdüğüm neváleye "Baba bunlarda kimyevi madde var; baba bunlara boya katılmış" diye burun kıvırmaya başladı.
Eh, angaryadan kurtulacağı için peder beyin canına minnet, ben de "hadi bakalım, o takdirde sen becer de boyunun ölçüsünü görelim" deyyû, alışverişi ona havale ettim.
Çenem tutulsaydı da demez olaymışım!
Efendim bir defa, yine geçen pazar çıtlattığım gibi, gündelik masraf, şu yeni moda borsa deyimini biraz yersiz biçimde kullanırsam, tam anlamıyla "tavan yaptı".
Her defasında kasa pusulasını önüme koyuyor ki, gözlerim fal taşı gibi açılıyor.
Yahu bu ne iştir ki, kuş sütü cinsinden lüküs ve heyülá erzak falan değil, son derece harc-ı álem ve diş kovuğuna kaçmayacak ölçüde nevále getirmesine rağmen fatura, benim koca otomobil bagajını tıka basa doldurduğumda ödediğim rakama ulaşıyor.
İçimden defalarca, "Evládım ne sen, ne ben mirasyedi olmadığımıza göre biraz tedbirli git ve de ocağımızı söndürme" demek geçti ama, yine de başlarda hiç mi hiç ses etmedim.
BİO MALZEME MERAKI
Etmedim, çünkü her baba gibi ben de oğlumun, pederinin hasis, pinti ve tamahkár bir insan olduğu zehabına kapılmasını tabii ki arzulamam.
Zaten de, kendimi övmek gibi olmasın ama, asla ve asla öyle değilimdir.
Ağzımdaki lokmanın çeyreği benimse, kalanı çocuklarımındır. Normali de budur.
Ancak, bir, üç, beş, bunun sonu yok! Böyle giderse gerçekten iflás bayrağı çekeceğim.
Yahut da, beyzademiz ya ûd derslerinden vazgeçmek zorunda kalacak, ya da zırt pırt blucin yenileyemeyecek.
Dolayısıyla, kasa faturasının olağanüstü yüksek rakamla geldiği bir gün nihayet dayanamadım ve yüreğini incitmemek için de gayet usturuplu biçimde sorgu sual eyledim.
İşin aslı astarı hakkında bilgi edinmek istedim.
Buyurun bakalım, meğer paşazademiz "b-i-o" malzeme alıyormuş!
Yaa, gördünüz mü "bio"! "Biyolojik" kelimesi kısaltılarak işte böyle deniliyor.
Hani şu gübresiz bostanda ekilen domatesler; açık kümeste beslenen tavuklar; çayırda otlayan inekten sağılan sütler var ya, "sağlıklı beslenmek" peşindeki hazret bizim evin zembilini onlarla dolduruyormuş.
Bunların hepsi her zaman market reyonuna dizilmediği için de, çoğu defa, en şıkıdımlı mahallelerde vitrin açan ve bir yumurtayı bin liraya satan mağazalara gidiyormuş.
İşte Vehbi’nin kerrákesi ortaya çıktı!
Ve tevekkeli değil, oğlum alışveriş yapmaya başladığından beri yediğimizin ve içtiğimizin neden tatsız tuzsuz olduğu anlaşıldı.
Evet aynen öyle, çünkü kese meselesini hadi şimdilik bir yana bırakalım ama, mahdum beyimin getirmekte olduğu erzák zaten baştan beri dikkatimi çekiyordu. Garip garip bir pirinç ki, pilav pişireyim diye ateşe koyuyorum, lápáya dönüşüveriyor.
Antika antika bir kıyma ki, köfte yoğurayım diyorum, lahmacuna benzeyiveriyor.
Cücük cücük bir patates ki, püre yapmaya kalkışıyorum, macuna çekiveriyor.
Artı, dediğim gibi, hiçbirinin de tadı tuzu ve lezzeti taamı yook!
Ve kusura bakmayın, işte işin içine bu "bio" veçhesinin girdiğini öğrenince kafamın tası öyle bir attı ki, açtım ağzımı yumdum gözümü. Af buyurun, canım oğlumu sıvadım.
Ne şımarıklığını bıraktım, ne enayiliğini, ne de hayalperestliği!
KOCCA BİR ŞAKA
Öyle tabii, çünkü bana sorarsanız, şimdilerde pek bir "moda"ya dönüşen ve oğlumun da tongasına bastığı şu "natürel gıda" (!) furyası kocca bir ş-a-k-a; daha ötesi, avanakların cüzdanını söğüşlemek için oltaya tutturulmuş bir zoka oluşturuyor.
Üç-beş "hippi" heveskárı ve dört-beş "çevreci" mürtecisi işte bir terane tutturmuş.
Sûni gübresi, fabrikasyon yemi veya genetik tohumu sayesinde insanlığın tarihte hiçbir zaman olmadığı ölçüde karın doyurmak seviyesine ulaşmasına kusur buluyorlar.
Vücûdumuz zehirleniyormuş da, bünyemiz değişiyormuş da, falan filan!
Amenna, tabii ki işin suyunu ve de DNA manipülasyonla tavuktan deve çıkartanlara karşı durmak gerekiyor ama, bir de şu esas ve temel soruyu sormak gerekiyor: Madem hiç durmadan zehirleniyoruz da, peki o zaman nasıl oluyor da, başta en yoksul ülke halkları olmak üzere, bütün dünyada bütün insanlar daha çok ve daha iyi yaşıyor?
Madem "solculuktur" (!), madem "eşitçiliktir" (!), madem "doğacılıktır" (!), niçin o "bio gıdalar" (!), "bio" olmayan sıradan gıdalara oranla fersah fersah pahalıya satılıyor?
Hangi akla hizmet, bunların cicili bicili "butikler"i (!) proleter varoşlarında değil de, en yakamozlu ve en şık burjuva mahallelerinde kepenk kaldırıyor?
Üstelik yukarıdaki insanlık, ezik büzük salataya kırışık buruşuk turp doğrayıp sırf "bio"dur diye bunu kemál-i yutacak kadar midesiz midir?
O "bio"nun içine ben aynı turpun suyunu sıkayım!
Sıktım da! Sevgili oğulcağızıma derhal ve açık seçik söyledim ki, aynı çatı altında yaşadığımız müddetçe benim soframa "bio" miyo konmayacaktır. Böyle herze konamaz.
Paşa gönlü öyle mi istiyor, o halde harçlığından kıssın ve de "sağlıklı besleneceğim" sevdasına karnını tatsız tuzsuz herzelerle doyursun ki, tabii enayiliğine doymasın!
Fakat bitti, atın ölümü arpadan ve bendenizin ölümü "bio" olmayan maddeden olsun, insanlığın bugünkü beslenmesinden şikayet edecek kadar şımarık ve ebleh değilim!
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2008
BU satırlar yazarı bir aidiyet kimliği olarak Müslümanlığı sonuna kadar sahiplenir.<br><br>Çünkü, İslam’dan arınmış bir "ben"i yoktur. Olamaz da. Tersi, kendini inkárdır! Fakat iş metafizik bir imána gelince, Ernest Renan’ın "Her şey mümkündür, Tanrı bile?" sözünü benimsediğinden, şüpheci ve bilinmezci bir "agnostik" olarak kalır.
"Mutlak"ı değil ancak "mümkün"ü kabullenir ve "bile"den sonra da üç nokta ekler.
* * *
OYSA, tüm inançlarla kendim arasına koymuş olduğum bu çok derin ve bu çok felsefi mesafeye rağmen, bir dizi din ritüel ve pratiklerine ilişkin taleplere "anlayışla" bakıyorum.
Zira, her imán dogmalar üzerinde yükselir. Kutsal ancak onlarla "kutsal" olur. Dolayısıyla, madem ki dogma içeren dinler sonsuz birer gerçekliktir, öyleyse ben de, kendim onaylamıyor olsam dahi söz konusu talepleri onlar açısından düşünmek zorundayım.
Özellikle de, yukarıdaki ritüeli ve pratiği o "kutsal" bünyesine oturtmam gerekiyor.
Ve malûm, sempati veya antipati barındırmayan bu zihni yönteme "empati" diyoruz.
Zaten de, yukarıdaki fikri yöntemi uyguladığım içindir ki, türbanlı genç kızların üniversiteye özgürce girebilmesi başta, Fransız tipi laiklikten Anglo-Sakson sekülarizme meyleden bazı "İslámi talepkárlıklar"a mutedil ve olumlu yaklaşıyorum.
Ancaak?
* * *
ANCAĞI şu ki, madalyonun bir de öteki yüzü var!
Yani, nasıl ki "agnostik" şüpheciliğime rağmen zihin sistematiğimi "öteki" kılarak, bazı dindarların taleplerine onların "kutsal"ı açısından yaklaşıyorum, aynı şeyi kendilerine "laik" diyen, benimse çoğuna "laikçi" dediğim insanlar açısından da yapmam gerekiyor.
Hayır, bunu ne şiş yansın, ne kebap türü bir oportünizme sığınarak yapmıyorum.
Buradaki empati, ortada diğer bir gerçekliğin ve kutsallığın olmasından kaynaklanıyor.
Bunun adı da "hayat tarzı"; daha doğrusu,"hayat tarzını yitirmek kaygısı"dır!
* * *
EVET, böyle bir kaygı mevcuttur! Ve, hak-lı-dır! Ve, "kuruntu" diye geçilemez!
Kabul, endişe göreceleştirilebir. "Laikçi"lerin başkalarına empatik davranmaması ve hiç özümseyemedikleri Batı düşüncesiyle "aşk - nefret" ilişki yaşaması tabii ki eleştirilir.
Oysa tüm bunlar hiçbir şekilde özü değiştirmez. Kaygıdaki somutluğu bertaraf etmez.
Zira, istisnai dönemler hariç, İslami yönetimlerin tarihte ahım şahım bir "tahammül" ve "hoşgörü" sergilemediği zaten bir vakıadır. Fakat daha önemlisi, bugün moderniteyle devása bir sorun yaşayan o İslam; yahut onun adına ön plana çıkanlar ürküntü vermektedir.
Ayrıntıya girmiyorum ama günümüz dünyasına şöyle bir bakmak, Müslüman Álem’in neden diğer tüm dinlerin mensupları tarafından da korkuyla algılandığını açıklamaya yeter.
* * *
O halde, ötekilerine bile böylesine ürküntü saçan bir inanç sistematiğinin, aynı inanca mensup olan ve aynı inanç toplumunda yaşayan, ama ritüel ve pratik itibariyle onun "kutsal" larıyla çeliştiği varsayılan insanlarda haydi haydi kaygı uyandırması sonsuz doğaldır.
Çünkü, evet, Türkiye’de kendisine laik diyenlerin; háttá "laikçilik" dayatanların ezici çoğunluğu benim gibi "agnostik" bir şüphecilikte bile bocalamaz. Onlar Kuran’a inançlıdır.
Hayat tarzı kaygısıyla "ah şu yobazlık olmasa" derler ama, İslam’a imán ederler.
Ve, inkárı mümkün değil, o İslam kendi "kutsal"ının dışındaki seküler hayat tarzının kutsallığını umursadığı gibi, lá-dini addettiği için aslında onu "kutsal" falan da saymıyor.
Oysa k-u-t-s-a-l-d-ı-r ve zaten sekülarizm veya laiklik dediğimiz şey de özünde, dini modernitenin kendi ötesindeki bir bireysel "kutsal"ı kabullenmesinden başka şey değildir.
Türban sorunun çözümü de işte bu iki "kutsal"ın uzlaşmasından geçmektedir.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2008
CEMAL Nadir Güler’in fırçasından tasvir edilmiş olan karikatürde şu cümle yer alır: Turist gezdiren rehber çarşaflı kadınlara rastlar ve onlara hayretle bakan yabancılara, "bunlar da bizim penguenlerimiz" diye tanıtım yapar.
Söz konusu karikatürü ben arşivlerde görmüştüm. Daha doğrusu, "irticanın her hortlayışında" (!) tekrar ve tekrar yayınlandığından, hafızama nakşedilmiş.
"Amcabey" tipininin yaratıcısı, bu satırlar yazarı doğmadan epey önce öldüğüne göre, demek ki ilk Cumhuriyet döneminde ve muhtemelen de kırklı yıllarda yayınlanmış olmalı.
* * *
HİÇ şüphesiz ki, Nadir’in yukarıdaki deseni muazzam bir kimlik bunalımı sergiliyor.
Müthiş bir "ben - öteki" çelişkisini ve çok derin bir bilinçaltı kompleksini yansıtıyor.
Yani, nasıl ki Falih Rıfkı 1927 yılındaki maskeli baloda "Türk gibi" diyen Batılı kadınlara "Arap gibi, bizimkiler maskara kıyafeti bıraktı" diye atılıyordu, aynı onun gibi!
Yahut, nasıl ki ben "Ulus" gazetesi başyazarından kırk küsur yıl sonra, aynı Türkleri fes ve feráceyle özdeşleştiren o Batılılara kin besliyordum, işte benim gibi!
Bu ortak travma ve komplekslerimiz söz konusu karikatürde en zirve noktaya ulaşıyor.
* * *
EVET en zirve noktaya ulaşıyor, çünkü bir; benzetme metaforik gözüküyor ama aynı zamanda da, çarşaflıların penguen cinsi bir hayvan olarak algılanmasını "sıradan" kılıyor.
İki; o çarşaflı kadınların varlığını "ben"im açımdan utanç ve ayıp addediyor
Ve en önemlisi üç; "öteki"ne benzemek ve onun aidiyetini paylaşmak iradeciliğinden yola çıktığı içindir ki, aslında o kendi "ben"ini o "öteki" nezdinde reddetmekten kaçınmıyor.
Zaten de "türban sorunu"nun alevlenmesi, kolektif bir travma oluşturan ve "aşk - nefret" ilişkisi barındıran bu "ben - öteki" çelişkisinin çözümlenmemesinden kaynaklanıyor
Ancaak, yukarıdaki kimlik bunalımı ve kompleks tezahürü yalnız bize özgü değildir!
* * *
DEĞİLDİR ve nitekim, moderniyetle zaten çok büyük sorunlar yaşadığı için İslam toplumlarını kasten geçtikten sonra, örneğin Rusya, Çin ve Japonya üzerinde durabiliriz.
O Rusya ki, tüm tarihi "oksidantalist" denilen Batıcı yenilikçilerle, seküler kimliğe rağmen "Ortodoks - Slavofil" diye adlandırılan kutup arasındaki zıtlaşma üzerinde yükselir.
Her iki yazar da birer devdir ama, kostüm giyinen Dostoyevski birincilere, köylülerin "mujik" gömleğinden şaşmayan ve İsevi mistisizmlerde yaşayan Tolstoy ikincilere dahildir.
Çin’de ise liberal Lu’dan komünist Mao’ya, münevverlerin ilk "aydınlanma" simgesini uzun saçları kesmek ve entari yerine ceket giymek tercihi oluşturmuştur.
Ama "koca burun taklitçileri"ni reddeden gelenekçiler tarz değiştirmemiştir.
* * *
SONRA, Japonya’nın "ben"i ve "öteki"ni barıştırdığı iddiası da koca bir efsanedir.
Aksine, 19. yüzyıl atılımdan itibaren sayısız insan "Batılılaşmak" azmiyle işi isim ve din değiştirmeye vardırmıştır. "Şogun" şövalyelerin intiharı dehşet bir kimlik bunalımıdır.
Artı, belki yüreğimize su serpecek noktayı da halen süregiden şu olgu oluşturuyor.
Zaten dünyada en çok kozmetik tüketen Japon kadınlar ve gelir yükseldiğinde de Çinli hemcinsleri bugün ilk iş olarak, o Batılılara benzemek azmiyle estetik masasına yatıyorlar.
Ve, bu, bir anlamda, söz konusu Asya ülkelerinin "türban sorunu"na tekábül ediyor.
Aşağı yukarı, Nadir’in "penguen" çarşaflıları oralarda da kimonolu köylü oluyorlar.
O halde demek ki bir; yaşadığımız "ben - öteki" çelişkisi ve "aidiyet kompleksi", İslam olmayan toplumlar açısından dahi öyle aman aman bir istisna oluşturmuyor.
Dolayısıyla da iki; "türban sorunu" özünde, sonsuz çetrefillik ve geniş evrensellik arzeden "öteki"ne kıyasla "ben"i tanımlamak denklemine giriyor ki, cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2008
DÜN Falih Rıfkı Atay’ın "Denizaşırı" kitabından alıntı yapmış ve "Ulus" gazetesi başyazarının daha 1927 yılında Batılılara, "Türklerin artık Araplar gibi ’maskara kıyafeti’ giymediğini" ispatlamaya çalıştığını, bizzat kendi kaleminden aktarmıştım. Sonra da, "türban sorunu"nun yine aynı kimlik bunalıma uzandığını vurgulamıştım.
Peki de, bu satırlar yazarı Atay’dan farklı tutum ve ruh háli içinde miydi?
* * *
HAYIR değildi ve yurtdışına ilk çıktığımda, "sıradan Batılı"nın Türkleri "feráce - fes" imajıyla özdeşleştirmesi kadar hiddetlendiğim bir şey yoktu. Hiddetten çıldırırdım.
Hem "giysi devrimi"mizi bilmeyecek ölçüde cahil olmalarına şaşırırdım; hem de bilhassa, "ben"i "öteki" algıladıkları için onları kör testereyle keseceğim gelirdi.
Mümkün olsa, nasıl ilkokuldayken Langa’da rasladığım çarşaflıları çekiştirip sokak ortasında "Atatürk kadını böyle giyinmez" diye avaz avaz bağırır ve öğretmene itiharla anlattığımda da koca bir "aferin" alırdım, aynı şeyi bu defa başka bir biçimde yapacağım.
"Ben"i kendinden saymamak gafletine düşen o "sıradan Batılı"yı yine sokak ortasında evire çevire öyle bir döveceğim ki, anlasın bakalım, Falih Rıfkı’nın deyimiyle, "artık tuhaf maskara kıyafeti" giyinmediğimizi öğrenmemek kaça mal oluyormuş.
* * *
DEĞİŞMEM çok sonraları, "cinnet yılları" nihayetinde gerçekleşti ki, gerek "ben"i, gerekse de "öteki"ni göreceli kılan "akıl çağı"na ve "olgunluk dönemi"ne artık erişmiştim.
Kendimi o "öteki"ne "ispatlamak" ve onun aidiyetini talep etmek kaygım sona erdi.
Başka bir deyişle, bilinçaltıma yerleşmiş komplekslerinmen mümkün mertebe arındım.
Kime, neyi "ispatlayacak" mışım ki? Niçin "öteki"nden ceváz isteyecek mişim ki ?
Ben neysem, işte "ben" oyum !
Üstelik, benim "ben"imde "öteki" de var! Dolayısıyla, muhtemelen daha zenginim.
Çarşafımla, hicábımla, fesimle, poturumla, türbanımla da ben "ben"im; mini eteğimle, kravatımla, dekoltemle, frenk gömleğimle de ben yine "ben"im!
* * *
OYSA bunlardan ilkini reddetmem; "tuhaf kıyafet giymiyorum" diye yırtınmam; yani, irádi ve eşitsiz bir talepkárlıkla o "öteki"nin o "ben"i illá kendisinden addetmesini istemem; kabullenmediği için de küplere binerek, onunla yaşadığım "aşk - nefret" ilişkisini bu defa tamamen "nefret"e dönüştürmem, sırf benim "ben"liğimi yok etmekle kalmıyor.
Ötesi, böylesine áciz ve red durumunda da böylesine kindar bir yaklaşım eşitsizlik ilişkisini güçlendirdiğinden; artı, aidiyetini talep ettiğim Batı’nın zihin sistemetiğiyle tamamen çeliştiğinden, "ben"i "öteki"nden daha da uzak kılar ve kılıyor. Daha da yabancılaştırıyor.
O halde burada diyebiliriz ki, yukarıdaki "akıl çağı" ve "olgunluk dönemi" aslında, hem "aşk"ın, hem de "nefret"in törpülendiği bir "normalleşme süreci"ne tekábül ediyor.
Yani, artık ne "deli sevda", ne de onun sebep olacağı "aşk cinayeti" söz konusudur.
Bundan böyle yalnız ve yalnız "mantık izdivacı" vardır ki, nokta!
* * *
İŞTE, "türban sorunu"yla tekrar nükseden ve Atay’ın seksen, benim de kırk yıl önce yaşamış olduğu kolektif travma, söz konusu "öteki"yle, yani "Batı"yla yaklaşık iki asırdır yaşadığımız "aşk - nefret" ilişkisinin hálá "normalleşememiş" olmasından kaynaklanıyor.
"Akıl çağı"nın ve "olgunluk dönemi"nin "mantıki izdivaç"ını reddettikleri içindir ki, hem militan yandaşlar, hem militan karşıtlar ya "ben", ya "öteki" tercihini dayatıyorlar.
"Öteki"nin "ben"i, "ben"im de "öteki"ni kapsadığımız gerçeğini kabullenmiyorlar.
Oysa "türban sorunu"nun çözümü de "biz"e ulaşacak bir "mantık izdivacı"ndan geçiyor ki, çifti yarın nikáh masasına yatıracağım.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2008
1971 yılında vefat eden Falih Rıfkı Atay gerçek anlamda bir ideolog değildir. Zaten de, örneğin, "İnkıláp Dersleri" adı altında otoriter - korporatist bir Cumhuriyet fikriyátı vaaz eden Recep Peker’in aksine, böyle bir iddiayla ortaya çıkmamıştır.
Ama aynı Atay, gazeteci kimliği ve usta kalemi sayesinde, "vülgarizasyon"u, yani o Cumhuriyet İdeolojisi’ni kitleleştirmek bab’ında, en önemli şahsiyetlerinden birisi olmuştur.
* * *
ŞİMDİ ondan yapacağım alıntıyı ise sizlere daha önce de aktarmıştım.
Fakat, "türban" tartışmalarının vardığı son nokta Atay’ın seksen bir yıl önce yaşadığı travmayı hálá yaşadığımızı ispatladığından, bunu yeniden tekrarlamak ihtiyacını hissettim.
Aşağıdaki pasaj, CHP yayın organı durumundaki "Hakimiyet-i Milliye" (ardından "Ulus") gazetesinde tefrika edilen ve sonra "Denizaşırı" adıyla yayınlanan kitapta yer alır.
Yazar burada, 1927 yılında gerçekleştirdiği Brezilya yolculuğunu ve kendisini Rio’ya götüren transatlantikteki maskeli baloyu tasvir etmektedir.
* * *
"GECE bir travesti balosu oldu. Kılıkların en tuhaflarını herkes Şark’tan alıyor.
Bizim daha iki sene evvel bıraktığımız ve kadınlarımızın henüz terk etmedikleri maskara Şark kıyafeti!
Kadınlardan (balodakiler kastediliyor), bizim henüz Şile’de bile rastladığımız esvaplardan giyenler ’Türk gibi’ dedikçe, ben hemen atılıyorum.
’Hayır Arap gibi, bizimkiler şimdi sizden farksızlar’ diyorum".
Şimdi, bu alıntıdan sonra hemen bir diğerine geçiyorum.
* * *
BÜYÜK komünist şair Nazım Hikmet Ran da, Falih Rıfkı Atay’dan iki yıl önce yazmış olduğu "Piyer Loti" şiirinde şöyle der:
"Esrar / Tevekkül / Kısmet / Kafes, han, kervan, şadırvan / Gümüş tepsilerde rakseden sultan. (...) Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar, / Burunları kınalı kadınlar / Ayaklarıyla gergef dokuyor. / Rüzgárlarda yeşil sakallı imamlar ezan okuyor.
İşte frenk şairinin gördüğü Şark! / İşte dakikada 1.000.000 basılan kitapların Şark’ı! / Lákin / Ne dün / Ne bugün / Ne yarın / Böyle bir şark yoktu, / Olmayacak!"
* * *
ŞİMDİ dikkat, zira farklı biçimde ifade etseler dahi, tıpkı Jakoben ve aydınlanmacı Cumhuriyet İdeolojisi’ni benimsemiş Atay gibi, onu dahi yeterince Jakoben bulmadığı için komünist ideolojiyi sahiplenen Ran, aslında aynı anda ve aynı kıstaslardan yola çıkıyorlar.
Çünkü bunların her ikisi de derin bilinçaltında yine aynı tragedyayı yaşıyorlar.
Doğu giysilerini "maskara kıyafeti" addeden "Denizaşırı" yazarı ve "esrar, tevekkül, kısmet" diye lánet okuyan "Piyer Loti" şairi, ortak bir travma paylaşıyorlar.
Yani, kültürü ve tarzıyla, alt ve üst yapı olarak Şark’ı ve Şarklılığı reddediyorlar.
Dolayısıyla da, iradi bir biçimde aidiyetini talep ettikleri "öteki" tarafından; yani burada tabii ki Garp tarafından, "ben" ve "Batılı" olarak algılanmak istiyorlar.
Bu yüzden de, baloda şevkle atılarak "Arap gibi, bizimkiler artık sizden farksız" demek ve, "böyle bir Şark yoktu, olmayacak" diye bağırmak ihtiyacını hissediyorlar.
* * *
İŞTE, bugün yeniden çetrefilleşen "türban sorunu" da yukarıdakinin uzantısıdır.
Falih Rıfkı’nın "maskara kıyafet" tanımından seksen bir ve Názım Hikmet’in "böyle bir Şark yoktu, olmayacak" dizesinden seksen üç yıl sonra, toplumumuzun aynı aidiyet travmasını ve aynı kimlik tragedyasını hálá yaşıyor olmasından kaynaklanmaktadır.
Nedenini, nasılını ve sorunun muhtemel çözümünü yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2008
Paşa oğlumuz sağlıklı yemeyi mi arzuluyor; sıhhatli yaşamayı mı temenni ediyor; doğal ürünleri mi tercih ediyor, hodri meydan, sebzeyi, meyveyi, eti, nohudu, bulguru kendi paşa gönlüne göre seçeceği şu çarşı-pazar faslını kendisi üstlensin! İşte alt tarafı bir baba, bir de oğuluz, bizim evin günlük nevále masrafı ne olacak ki?
Her öğün havyar, kuşkonmaz yemediğimize ve her akşam parti, davet vermediğimize göre, haftada bir markete gidip erzak düzmek bütçe bab’ında çok büyük külfet oluşturmuyor.
Yani aslında, bir süre öncesine kadar oluşturmuyordu demek istiyorum.
Çünkü?
Çünküsü şu ki, nereden zuhur ettiyse etti ve de mahdum beyimizde ániden "sağlıklı yaşamak" sevdası peydahlandı.
Sevsinler, paşazademiz "natürel beslenmek" (!) istiyormuş.
"Baba, kimyasal madde katılmış şeylerle hem beni, hem kendini zehirliyorsun" diye çıkışmaya başladı.
Hadi bunu ben söylesem bir raddeye kadar anlaşılır. Yaş kemale erdiğine göre, şeker, tansiyon, kolesterol falan derken, artık kursağımdan geçene tabii ki dikkat etmem gerekiyor.
Ancak, 41 kere maşallah, ızbandut gibi oğlumun böyle bir tasası yok!
Üstelik, aklına estiğin an, içinde bilmen ne kadar yağlı ve kimyevi madde bulunan Amerikan hamburgerlerini, İtalyan pizzalarını ve diğer bilûmum abur cuburu yutacaksın, fakat sonra da "Peder bey, bizim mutfakta sıhhatli beslenmiyoruz" diye atıp tutacaksın.
Tabii ki şımarıklığın dik álası!
Tabii ki şımarıklığın, artı moda budalalığının dik álası ama, eh babadan ziyade şambabayım ya, ben de "hadi öyle olsun" dedim.
REYON REYON SÜRÜNMEK
Sonra da "O halde bundan böyle alışverişi sen yap ve istediğini seç" diye ekledim.
Fakat işin daha açıkçası, hafta sonlarımın içine eden angaryadan kurtulmak istedim.
Öyle tabii, gazete ve dergileri adamakıllı okuyarak sıcacık yatağımda ense yapmak varken, işin yoksa her cumartesi yine horoz vakti kalk.
Sonra, hálá bilmem kaçıncı uykusundaki beyefendiye rica minnet seslen ve, "Oğulcağızım, alışverişe gidiyorum. Hadi benimle gel de babana yardım et" diye yalvar.
Bir, üç, beş, ya tınmadığı ya da her defasında "biraz daha bekle" cevabı geldiği için, nihayetinde "evláda kitakse" diyerek tek başına otomobile bin.
Metazori keşmekeş trafiğe dal ve ta elinin körü yerdeki o devása hipermarkete git.
Daha sonra, elinde koca liste ve de sanki Bağdat Caddesi piyasasına çıkmış gibi sümüklü çocuklarıyla birlikte reyon reyon salınan; artı, iki reklam arasındaki iç bayıltıcı müziği aval aval dinleyerek mest olan o küçük burjuvaların arasından sıyrılmaya çalış.
İteklediğin arabayı doldur, kasa kuyruğuna gir, arabayı boşalt, tekrar doldur.
Hesabı öderken de kredi kartının limitini aştığın için el álemin önünde rezil-i rüsva ol.
Ya "şunlar kalsın" diyerek kızar bozar ya da cüzdanından nakit denklemeyi dene.
Ardından hepsini yeniden bagaja yükle ve tam evine geri dönerken de, listeye yazmayı unuttuğun için tuvalet kağıdını veya oğlunun içtiği meşrubatı almadığını hatırla.
"Zıkkımın pekini içsin" diyerek boş ver ve o oğlunun artık çoktan yataktan kalkmış olduğunu düşünerek, erzakı yukarı taşımasını söylemek için evine gir ki, ne görüyorsun?
Beyefendi yine horuldamaktadır!
Ya rock konseri; ya ud taksimi; ya da kahve-dansing sürtüklüğünde geçirdiği cuma gecesini tabii ki sabaha doğru bitirdiğinden, hálá ve hálá yatağında zıbarmaktadır.
Bu defa tepen iyicene atsın ve, "A benim mirim; a benim paşazadem; a benim haytam; artık kalk da, şu öteberiyi otomobilden hemen yukarı çıkart! Derin dondurucuya girecek bir alay şey var, aksi takdirde bozulurlar" diye iyicene üstele.
Ikınarak sıkınarak kalkacak da; gözünü çapağını temizleyecek de; mutlaka kahvesini içecek de; o vakte kadar bagajdaki dondurulmuş maddeler tropikal meyveye dönüşmüş olur.
YAP ÇARŞI PAZAR FASLINI
Dolayısıyla, yüklen peder bey, bütün market nevale ve edevatını yine ben taşıyacağım ve şu şuraya yerleşecek, bu buraya konacak derken de bütün cumartesimi piç edeceğim.
O halde, madem "natürel beslenmek" istiyormuş, alışverişi kendisi yapsın bakalım. Hanya’yı Konya’yı öğrenir.
Kazık kadar keráta gündelik gaileye zaten el değdirmek tenezzülünde bulunmuyor.
Eksik olmasın, Şaziye Hanım her pazartesi bütün evi ve bilhassa da onun odasını silip süpürmese, af buyurun, etrafı bok götürecek.
Beyimiz "sağlıklı yemeyi" mi arzuluyor; "sıhhatli yaşamayı" mı temenni ediyor; "doğal ürünleri" mi tercih ediyor, hodri meydan, sebzeyi, meyveyi, eti, nohudu, bulguru kendi paşa gönlüne göre seçeceği şu çarşı-pazar faslını kendisi üstlensin!
Aman aman, mutfağa girip bunları hazırlamasını, pişirmesini, kaynatmasını falan da talep edecek değilim, yoksa orası da şimdikinden bin beter olur.
Tekrar hodri meydan, peder bey parayı bayılacak, sen şu istediğin "natürel nevále"yi eve getir, yeter!
Getirdi de! Öbek öbek; zembil zembil; file file taşıdı.
Zaten, gayet harcıálem günlük mutfak masrafımın ániden zirvelere çıkması ve ocağımı batıracak raddeye varması, alışverişi canım ciğerim oğlumun yapmasıyla birlikte başladı.
Nedenini gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2008
BİR demokrasi, bir hukuk, bir özgürlük s-k-a-n-d-a-l-ı olan ve ülkemiz için yeni bir yüzkarası oluşturan Profesör Doktor Atilla Yayla vukuatı şöyle gelişti. Öğretim üyesi, AKP İzmir Gençlik Kolları tarafından düzenlenen "AB - Türkiye İlişkilerinin Toplumsal Boyutu" adlı konferansta bir soruya verdiği cevaptan dolayı, şu an ertelenmek ve gelecekte "denetlenmek" (!) kaydıyla, on sekiz ay hapis cezasına çarptırıldı.
Yayla’nın mahkûmiyetine sebep olan o cevap aşağıdaki gibidir, aynen aktarıyorum:
Bir de, tırnak içindeki tırnaklara kasten dikkatinizi çekiyorum.
"Yabancılar, ’bu adamın neden her yerde heykelleri var’ diye sormazlar mı?"
* * *
EH, sorarlar tabii! Zaten de daima sordular. Daima da soruyorlar ve soracaklar.
Ya Türk muhataplarına ya da kendi kendilerine hep şu soruyu sordular ve soruyorlar.
"Burası Kuzey Kore midir ki, ’güneşin oğlu’ ve ’şafak yıldızı’ lákaplı Kim İl Sung benzeri heykellerden, büstlerden, posterlerden, resimlerden geçilmiyor?"
Hadi bakalım, çık çıkabilirsen işin içinden ve elin ukálásına láf anlat!
* * *
HELE hele, eğer o yabancı bir de gökteki "sirrüs", "kümülüs", "alto-kümülüs", "stratüs" bulutlarının "çizmiş" (!) olduğu Mustafa Kemal portrelerini, profillerini, siluetleri saptayan fotoğraf sergilerimizden haberdarlarsa, işte bu takdirde yandı gülüm keten helva!
Adım gibi eminim ki, yine aynı Kızıl Kore’ye atıfta bulunurlar. "O Kim öldüğünde de Pyong Yang televizyonu bulutlardan ’iláhi lider’ imajları yayınlamıştı" diye üstelerler.
Doğrusu, ben burada onlara "takdir-i meteoroloji"den başka verecek yanıt bulamam.
Ancak, estetik kıstaslardan nasiplenmiş olan bir diğeri eğer o ukalálığı Atatürk heykellerinin niçin hep çatık kaşlı olduğu sorusuna dek vardırırlarsa, bunun cevabı kolay!
* * *
KOLAY, çünkü tabii ki anatomist akademisyen değil alaylı usulü fabrikasyon ama, tam 352 adet heykelle taşçıbaşılık rekorunu elinde tutan Necati İnci o cevabı çoktan vermişti.
"Niçin hep asık suratlı Atatürk yontuyorsunuz" sorusunu, "başını kaşıyacak vakti var mıydı ki gülsün" diye yanıtlamış ve hemen ardından da, "zaten eğer şimdi mezarından kalksa, vatanın düştüğü duruma hüngür hüngür ağlardı" cümlesini eklemişti.
Hadi bakalım, işte aldınız mı ağzınızın payını çok bilmiş ecnebi táifesi!
* * *
FAKAAT, iş Profesör Atilla Yayla’nın mahkûmiyete gerekçe oluşturan "adam" kelimesinin yabancı lisanlara tercümesine gelince, korkarım ki durum yine çatallaşacak.
Çünkü, sözcüğün kodeslik bir "hakaret" oluşturduğunu eláleme anlatmak çok zor!
Nitekim, bildiğim kadarıyla, Fransevide da, Arabide de, İngilizcede de "adam" tanımı tamamen "nötr"dür. Tıpkı Türkçe’deki gibi, "insan", "kişi", "şahıs" anlamında kullanılır.
Dolayısıyla da, sözleri tırnak içindeki bir üçüncü şahsın ağzından Atatürk’e "adam" demenin neden gaflet ve "hıyánet" (!) oluşturduğunu hiçbir yabancıya anlatamazsınız.
Üstelik, eğer aralarından bir Türkolog çıkar da, "adam gibi adam"dan "álim değil, adam ol" deyimlerine, sözcüğün dilimizdeki sayısız olumlamasını sayarsa, ne halt edersiniz?
* * *
BİR halt edemezsiniz.
Mirasyedi değiliz ve onu size hibe edecek kadar aklımızı peynir eklemekle yemedik.
Çünkü, o Kemal Atatürk ancak ve ancak "Atatürkçü" ve "Kemalist"lerden; artı, somurtuk heykellerden; artı, "sirrüs" bulutlardan; artı, bütün put, ikona, tabu ve fetişlerden; artı, Yayla’yı hapse mahkûm eden yasalardan arındığı ve insanileştiği ölçüde b-ü-y-ü-k’tür!
Keşke siz de adam gibi a-d-a-m olabilseniz de, bunu artık bir nebze anlasanız!
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2008
NÁÇİZ kulunuz bir "Patrik" hazretleriyle lokma yemek şerefine epey nail olmuştur. Meşhur "Türk Ortodoks Patrikhanesi"nin "ruháni lideri"nden (!) söz ediyorum.
Hani şu "ulusalcı - kuvvacı" "Ergenekon Çetesi"nin kendisine karargáh seçtiği ve sözcüsünün de aynı çeteye üyelikten tutuklandığı "dini" (!) kurum var ya, işte onu kastettim.
* * *
EFENDİM, çünkü çocukluk ve ergenlik çağında babam Tophane’deki matbaaya beni de götürdüğünde, öğle yemeklerini Necatibey Caddesi’ndeki esnaf lokantasında yerdik.
Turgut Erenerol, yani Papa 1. Eftim ünvanlı pederinin vefatından sonra 2. Eftim sıfatıyla "istavroz hanedanı"nı devralan "devletlû" da aynı yere uğrardı. Benim pederimle de semt ahbaplığı olduğu için, yer bulamadığı takdirde bizim masamıza tenezzül buyururdu.
Ancaak, eğer lokantaya babamın mal sahibi İlya Dayı’yla beraber gitmişsek, yandık!
Derhal öyle soğuk bir rüzgar eserdi ki, pilav üstü döner ve hoşafın yağı buz keserdi.
Zira, inandığı Mesih’in mağfireti üzerinde olsun, dili Türk dini Ortodoks bir Karamanlı olan İlya Dayı, aynı aidiyeti taşımasına rağmen Eftim familyasından zerre kadar hazzetmezdi.
Háttá, aynı lokantada bir başımıza olduğumuzda ve "Papa" (!) hazretleri de tesadüfen camekánın önünden geçtiğinde, "han - hamam kirası toplamaya gidiyor" diye söylenirdi.
"Hıristiyanın káfiri" diye ekledikten sonra da Konya ağzıyla sunturlu küfür basardı.
* * *
EVET evet, ismi var cismi yok, şu "Türk Ortodoks Patrikhanesi", sonradan Zeki Erenerol adını alan Pavlos Karahisaridis’e bir "resmi" Kilise yaratmak için kurdultuldu.
Ama mayası asla tutmadı. Marjinal bile değil, cim karnında mikroskopik nokta oldu.
Bırakın tüm Ortodoksları kucaklamayı, temsili iddiasında olduğu ve Mübadele’yle öz be öz vatanlarını terketmeye zorlanan Karamanlıların son kalanları tarafından dahi reddedildi.
Çünkü, ne episkopası, ne ruhbanı, ne iláhiyatçısı, bilhassa da ne cemaati ve dindarı olan bu yapay "imáni" kuruma, devlet tarafından tek bir misyon tevdii ve tebliğ edildi.
* * *
O da şu oldu ki, Rum ve Karamanlıların yegáne ruháni organını oluşturan ve tamamen b-i-z ve b-i-z-i-m olan Fener Patrikhanesi’ne karşı içeriden "koç başı" görevi üstlenmek!
Yani, "resmiyet"in kollaması altında, Bizans ve Osmanlı mirasınızı "kemirmek".
Ve tabii artı, dünkü "Hürriyet" haberinde Ayda Kayar ve Mustafa Kınalı’nın ortaya koyduğu; İlya Dayı’nın da "han hamam kirası toplamaya gidiyor" sözüyle çağrıştırdığı gibi, Rum kilise ve vakıflarının mal ve mülkünü mümkün mertebe "tırtıklamak".
Zaten durum öylesine göz çıkartırdı ki, parantez içinde şu anektodu da ekleyeyim.
Çocukluğumda ve yetişkinliğimde büyükler iskambil oynarken, yukarıdaki garábeti kastederek, masaya papaz attıklarında "al sana bir Papa Eftim" diye işi alaya vururlardı.
* * *
İMDİ, tüm bunları yanyana koyun ve sonra, daha ilk andan itibaren kendi dindaşlarına karşı "içeriden koç başı" olmuş bir "imáni" (!) kurumla; yine içeriden "ulusalcı-kuvvacı" plan tertipleyen "Ergenekon Çetesi" arasında ne tür yakınlıklar olabileceğini siz sorgulayın.
Meselá, Patrikhane’nin sanık sözcüsü Sevgi Erenol’un "ordu göreve" ve "Kürt malı alma" provokatörü "Türk Solu" dergisine yazar olması; aynı derginin de yine "Ergenekon" sanığı Kemal Kerinçsiz’i "yılın Gandi’si" diye taçlandırması hakkında şöyle bir düşünün.
"Maocu-ulusalcı" İP’in diğer sanık Veli Küçük’ü sahiplenmesi hakkında da düşünün.
Tabii ayrıca, söz konusu "Ergenekon Çetesi"nin niçin ruhbanı, dindarı ve cemaati olmayan, ama Kınalı ve Kayar’ın haberi ve İlya Dayı’nın deyimiyle çook "hanı hamamı" olan "Türk Ortodoks Patrikhanesi"ni "karargáh-ı umûmi" seçtiğini bir kurcalayıverin.
Ah "Türklük" ve ah "Ortodoksluk", sizlerin kutsal ittifakı meğer nelere kádirmiş!
Yazının Devamını Oku