BU satırlar yazarı bir aidiyet kimliği olarak Müslümanlığı sonuna kadar sahiplenir.
Çünkü, İslam’dan arınmış bir "ben"i yoktur. Olamaz da. Tersi, kendini inkárdır!
Fakat iş metafizik bir imána gelince, Ernest Renan’ın "Her şey mümkündür, Tanrı bile?" sözünü benimsediğinden, şüpheci ve bilinmezci bir "agnostik" olarak kalır.
"Mutlak"ı değil ancak "mümkün"ü kabullenir ve "bile"den sonra da üç nokta ekler.
* * *
OYSA, tüm inançlarla kendim arasına koymuş olduğum bu çok derin ve bu çok felsefi mesafeye rağmen, bir dizi din ritüel ve pratiklerine ilişkin taleplere "anlayışla" bakıyorum.
Zira, her imán dogmalar üzerinde yükselir. Kutsal ancak onlarla "kutsal" olur. Dolayısıyla, madem ki dogma içeren dinler sonsuz birer gerçekliktir, öyleyse ben de, kendim onaylamıyor olsam dahi söz konusu talepleri onlar açısından düşünmek zorundayım.
Özellikle de, yukarıdaki ritüeli ve pratiği o "kutsal" bünyesine oturtmam gerekiyor.
Ve malûm, sempati veya antipati barındırmayan bu zihni yönteme "empati" diyoruz.
Zaten de, yukarıdaki fikri yöntemi uyguladığım içindir ki, türbanlı genç kızların üniversiteye özgürce girebilmesi başta, Fransız tipi laiklikten Anglo-Sakson sekülarizme meyleden bazı "İslámi talepkárlıklar"a mutedil ve olumlu yaklaşıyorum.
Ancaak?
* * *
ANCAĞI şu ki, madalyonun bir de öteki yüzü var!
Yani, nasıl ki "agnostik" şüpheciliğime rağmen zihin sistematiğimi "öteki" kılarak, bazı dindarların taleplerine onların "kutsal"ı açısından yaklaşıyorum, aynı şeyi kendilerine "laik" diyen, benimse çoğuna "laikçi" dediğim insanlar açısından da yapmam gerekiyor.
Hayır, bunu ne şiş yansın, ne kebap türü bir oportünizme sığınarak yapmıyorum.
Buradaki empati, ortada diğer bir gerçekliğin ve kutsallığın olmasından kaynaklanıyor.
Bunun adı da "hayat tarzı"; daha doğrusu,"hayat tarzını yitirmek kaygısı"dır!
* * *
EVET, böyle bir kaygı mevcuttur! Ve, hak-lı-dır!Ve, "kuruntu" diye geçilemez!
Kabul, endişe göreceleştirilebir. "Laikçi"lerin başkalarına empatik davranmaması ve hiç özümseyemedikleri Batı düşüncesiyle "aşk - nefret" ilişki yaşaması tabii ki eleştirilir.
Oysa tüm bunlar hiçbir şekilde özü değiştirmez. Kaygıdaki somutluğu bertaraf etmez.
Zira, istisnai dönemler hariç, İslami yönetimlerin tarihte ahım şahım bir "tahammül" ve "hoşgörü" sergilemediği zaten bir vakıadır. Fakat daha önemlisi, bugün moderniteyle devása bir sorun yaşayan o İslam; yahut onun adına ön plana çıkanlar ürküntü vermektedir.
Ayrıntıya girmiyorum ama günümüz dünyasına şöyle bir bakmak, Müslüman Álem’in neden diğer tüm dinlerin mensupları tarafından da korkuyla algılandığını açıklamaya yeter.
* * *
O halde, ötekilerine bile böylesine ürküntü saçan bir inanç sistematiğinin, aynı inanca mensup olan ve aynı inanç toplumunda yaşayan, ama ritüel ve pratik itibariyle onun "kutsal" larıyla çeliştiği varsayılan insanlarda haydi haydi kaygı uyandırması sonsuz doğaldır.
Çünkü, evet, Türkiye’de kendisine laik diyenlerin; háttá "laikçilik" dayatanların ezici çoğunluğu benim gibi "agnostik" bir şüphecilikte bile bocalamaz. Onlar Kuran’a inançlıdır.
Hayat tarzı kaygısıyla "ah şu yobazlık olmasa" derler ama, İslam’a imán ederler.
Ve, inkárı mümkün değil, o İslam kendi "kutsal"ının dışındaki seküler hayat tarzının kutsallığını umursadığı gibi, lá-dini addettiği için aslında onu "kutsal" falan da saymıyor.
Oysa k-u-t-s-a-l-d-ı-r ve zaten sekülarizm veya laiklik dediğimiz şey de özünde, dini modernitenin kendi ötesindeki bir bireysel "kutsal"ı kabullenmesinden başka şey değildir.
Türban sorunun çözümü de işte bu iki "kutsal"ın uzlaşmasından geçmektedir.