21 Şubat 2008
"DOMİNO teorisi" deyimi esas olarak 1950 Kore Savaşı’yla diplomatik lügate girdi. Şöyle ki, nasıl dik sıralanmış domino taşlarından birisine dokunulduğunda diğerleri de yıkılır, buna benzer biçimde, bir yıl önce Mao’nun iktidara geldiği Çin’in bir cazibe ve fesat merkezine dönüşmesiyle birlikte, tüm Güney Asya’nın da komünizme kayması ihtimali doğdu. Nitekim, ABD’nin önce söz konusu Kore’ye, ardından da Hindiçin Yarımadası’na müdahale etmesi yukarıdaki kaygıdan kaynaklandı.
Ve eğer orta vadeye yararsak, kısmi önlemeye rağmen, "sükûnetli sabah" ülkesinden sonra Vietnam, Laos, Kamboçya falan, oyunun taşları gerçekten de teker teker devrildi.
İşte aynı "domino teorisi" bugün de Kosova bağımsızlığı ertesinde gündeme geliyor.
* * *
BİRİNCİ endişe, zaten "Balkanlaşmak" deyiminin 19. yüzyıl nihayetinden beri kavmiyetçi kavgaları tanımlamasından anlaşılacağı gibi, bütün bir eski Rumeli’mizi kapsıyor.
Çünkü, kabul Kosova’nın ezici çoğunluğu Arnavut’tur ama, aynı etnisiteden insanlar hem Tiran başkentli "anavatan"da; hem de coğrafi açıdan yoğun azınlıklar olarak, yine eski Yugoslavya’nın kadavrasından doğmuş olan Makedonya ve Karadağ’da da yaşamaktadır.
Orta - uzun vadede bir "Büyük Arnavutluk" iradeciliğinin gelişmeyeceğini ve bunun da zaten "netámeli" diğer iki "devletçik"e yayılmayacağını kim garanti edebilir?
Kaldı ki, bizzat Kosova’nın kuzeyi Sırp çoğunluk barındırdığına göre, onların da bu kez Belgrad başkentli diğer "anavatan"la birleşmek istemesini meşru saymak gerekmez mi?
Artı, tekrar aynı şekilde, Bosna - Hersek Federasyonu bünyesindeki "Sırpska Cumhuriyeti"nin de söz konusu Sırbistan’a katılmak arzusu haksız addedilebilir mi?
Daha ötesi, Romanya Transilvanya’sı ve yine Sırbistan Voyvodina’sı Macar azınlıktan oluştuğuna, onların da Budapeşte’ye "meyletmesi"ni "doğal" (!) karşılamak icáp etmez mi?
Soruları her bir bölge ülkesine uzatabiliriz ki, devrilecek domino taşlarında sınır yok!
* * *
KOSOVA bağımsızlığı ertesindeki ikinci kaygı ise Balkan’ın da çok ötesine taşıyor.
En, en batıdaki İskoç ve Bask dağlarından, en, en doğudaki Kafkas dağlarına uzanıyor.
Tamam, Rusya’nın Belgrad’ı desteklemesi özünde "Slav dayanışması"na oturdu.
Fakat, Çeçenistan’dan Dağıstan’a ve Kuzey Osetya’dan Çerkezistan’a, Moskova’nın "domino etkisi"nden korktuğu da bir gerçek oluşturuyor.
Zaten AB üyesi İspanya’nın dahi "hayır" demesi, o Basklara ek olarak Katalanların, háttá Endülüslülerin ve Galiçyalıların bile aynı sevdaya kapılması endişesinden kaynaklandı
Listeyi çok, çok daha uzatarak, Karabağ Ermenilerinden Seylan Tamillerine, "devrilmeye" (!) aday ve de bilhassa arzulu, sonsuz domino taşı sayabiliriz.
Ve işte, "Balkanlaşmak" denilen şey küresel çerçevede budur ki, modernist salçaya bulanmış ilkel kávmiyetçiliklerin "mikro milliyetçilik"e dönüşmesiyle eşanlamlıdır.
* * *
PEKİ, endişeler haklı mı? Kosova bağımsızlığı "domino etkisi" yapacak mı?
Cevabı şu ki, olguyu saptıyorum ama müneccimbaşı olmadığımdan, yanıtı bilmiyorum.
Zaten de, gaipten haber vermeye yeltenerek "biliyorum" diyenin de alnını karışlarım.
Böyle sorulara ancak, ABD’nin "soğuk savaş" başlatmak için Kosova bağımsızlığını kışkırttığını öne süren meczup ve provokatör "komplo teorisyenleri" lebbedek láf yetiştirir.
Oysa, yanıtı yalnız ve yalnız, öngörülemez bir kaos insanlık tarih verecek.
Bir ihtimal, belki bazı domino taşları devrilecek, belki de bazıları devrilmeyecek.
Bir ihtimal de, belki bazı taşların aklı başına gelecek ve evrensel oyun ağır basacak.
Fakat, daha "Balkanlaşmak" deyiminin yerleştiği an kesin cevaplanmış bir soru var:
"Mikro"suyla da, "makro"suyla da kávmiyetçilik daima belá saçtı ve de saçıyor.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2008
ANTREMDE, kapının tam karşısında ve portmantonun yanında, iki harita duruyor.<br><br>Uzun, upuzun yıllardır, Fransız baskısı panoların üzerine göz bebeğim gibi titriyorum. Sahafta bulmuş ve anan yahşi, baban yahşi pazarlığa rağmen de çok para bayılmıştım.
N’apim, böyle şeylere dayanamam ve tamahkárlık edemem. Helál-i hak olsun.
Daha eve getirmeden hemen çerçeveciye götürüp, sonra da yukarıdaki yere astımdı.
* * *
BİRİNCİ haritada "Asya Türkiye’si", diğerinde ise "Avrupa Türkiye’si" yazıyor.
Üzerinde tarih bulunmadığı için ne zaman táb edildiklerini tam bilemiyorum.
Fakat, ikincisinde Bosna-Hersek resmen İmparatorluk sınırları içinde gösterildiğine göre, demek ki basım 1908 öncesine, belki 20. yüzyıl başına, belki 19. asır sonuna uzanıyor.
Her halükárda, hemen tüm mıntıka isimlerinin Fransızca imláyla Türkçe zikredilmiş olması bir yana, Adriyatik’ten Edirne’ye uzanan satha tek bir kelime yayılıyor: "Roumélie"!
* * *
YANİ, has be has Türkçesiyle R-u-m-e-l-i!
Yani, her boy ve her soydan "ulusalcılar" çatlasın, tahtını ve de payitahtını devraldığı Bizans’ı da sahiplenen cennetmekán ecdádımızın Doğu Roma’ya atfen "Roma eli" dediği ve Anadolu’nun pek çok yerinden önce b-i-z-i-m ve b-i-z olmuş olan geniş coğrafi mekán!
O coğrafya ki, haritanın da ispatladığı gibi, çok değil sadece bir asır öncesine; háttá 1. Harp nihayetine dek, sırf İmparatorluğumuzda değil bütün Avrupa’da da Rumeli diye anılırdı.
Ve, insanlık tarihinde bir yüzyıl nedir ki?
* * *
EVET, eğer dairemin girişindeki haritadan yola çıkarak o b-i-z ve b-i-z-i-m olmuş olan Rumeli’den söz etmek ihtiyacını hissettiysem bunun nedeni, önceki gün devlet bağımsızlığını tanıdığımız ve halk özgürlüğünü selámladığımız Kosova da dahil, "Balkan sorunu"nun özünde yine bizimle özdeşleşmesinden kaynaklanıyor.
Ancak, burada hemen bir parantez daha açarak şunu da eklemem gerekir.
Tıpkı yukarıdaki Rumeli gibi, bizzat Balkan sözcüğü dahi yine öz be öz Türkçedir.
Yani, dününküsü gibi, bugün kullanılan evrensel terminoloji da yine bize aittir.
Ve hál böyleyken, "evlád-ı fatihan" coğrafyasının eski ve yeni tarihini kendimizden soyutlamak, "ben"imizi ve benliğimizi inkárdan başka bir şey değildir ve olamaz!
* * *
İMDİİ, biliyoruz ki o Rumeli’nin veya o Balkan’ın yukarıdaki tarihi iki büyük ve iki kádim imparatorlukla, yani Osmanlı ve Avusturya - Macaristan devletleriyle bütünleşiyor.
Fakat doğru, biri bizimdir diye efsane üretir ve tersini iddia etmeye kalkışırsak yalan olur, bunlar "eli ağır" ve "şamarı okkalı" devletlerdi. Artı, hantal yapı arzediyorlardı.
Başka bir deyişle, Viyana ve Dersaadet moderniteye ayak uyduramadıkları içindir ki, hükümránı oldukları etnisitelerin taleplerine yön veremediler ve anakronik duruma düştüler.
Hoş, uyum sağladıklarını varsaysak bile, özünde kávmiyetçiğin uzantısı olan milliyetçi mikrop artık bünyeye sirayet etmiş olduğundan, belki de fazla bir şey değişmeyecekti.
* * *
ANCAK, eğri - doğru, her iki imparatorluk da bir sukûnet statükosu inşa etmişlerdi.
Kısmi arbedeler hariç, kávim ve etnisiteler çok uzun süre dengeli yaşadılar.
Zaten bundan dolayıdır ki, yukarıdaki dönem tarih terminolojinde birincisi için "pax Imperium"; diğeri için ise "pax Ottomania", yani "Osmanlı barışı" diye adlandırır.
Lûgatin değişmesi ve kávmi kavgaları tanımlayan "Balkanlaşmak" deyiminin "sulh" ün yerini alması, aynen, "Rumeli" ifadesinin haritalardan silinmesine bir paralel seyir izler.
Yarın, Kosova bağımsızlığı ertesindeki bu yeni "Balkanlaşmak" üzerinde duracağım.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2008
MALÛM, Kosova önceki gün bağımsızlığını ilán etti.<br><br>Gelişmenin bölge, Avrupa ve dünya dengeleri açısından ne getirip, ne götüreceği ihtimallerine yarın değineceğim ama, en önce şunu saptayalım: Yukarıdaki bağımsızlık daha en baştan itibaren kaçınılmazdı ve sürpriz oluşturmuyor.
* * *
SÜRPRİZ oluşturmuyor, çünkü o ilk zehirli ok; o ilk ağulu kılıç, eski Yugoslavya’nın fiilen parçalanmaya başladığı 1991 yılından bile önce yaydan ve kından çıkmıştı.
Ne zaman ki Slobodan Miloseviç marázi ve hastalıklı Sırp şovenizmini "gıdıklayan" ve Federal Cumhuriyet’teki diğer bütün uluslara hükümránlık taslayan 28 Haziran 1989 tarihli nutkunu yine aynı Kosova’da teláffuz etti, Pandora’nın kutusunu kendi elleriyle açtı.
Mikro-milliyetçilik hortlakları bütün Balkan dağına ve bütün Balkan ovasına yaydı.
Zira unutmayalım ki, zaten 19. asır sonundan beri söz konusu mikro-milliyetçilikler; daha doğrusu, kavmiyetçilikler, diplomatik lugatte "Balkanlaşmak" deyimiyle tanımlanıyor.
* * *
İŞTE, 1. Murad karşısındaki Sırp yenilgisinin 600. yıldönümünü anmak bahanesiyle Çetnikbaşı’nın o tarihte yaptığı konuşma; hemen ardından da öteki halklara sallamaya başladığı sopa, son Kosova bağımsızlığı dahil bugünkü "Balkanlaşma"nın tek sorumlusudur.
Dolayısıyla, aynı Çetnikbaşı’na övgü düzen bizim "ulusalcılar"ın "Yugoslavya’yı emperyalizm böldü" yaygaracılığı kocca, koskoca bir yalandan başka bir şey değildir!
Arşivler ortada ve hatırlatmak için kronolojik sıraya göre bir defa daha tekrarlayalım.
Slovenya bir; Hırvatistan iki; Makedonya üç; Bosna - Hersek dört; Karadağ beş, istisnasız tüm cumhuriyetlerin eski Federasyon’dan kopması, tamamen ve tamamen, Belgrad liderinin "Büyük Sırbistan" hayálini dayatmak istemesinden kaynaklandı.
Ve, etme bulma dünyası, bu açgözlülük, Dimyat’a pirince giden Sırp şovenizminin nihayetinde evdeki son bulgurdan, yani Kosova’dan da olmasını getirdi ki, oh oldu!
* * *
ÖYLE, çünkü sözü geçen cumhuriyetlerin canı can da, Kosova’nınki patlıcan mıydı?
Üstelik, Slovenya hariç yukarıdakilerin hepsinden farklı biçimde, yöre halkını ezici çoğunluk olarak Slavların değil Arnavutların oluşturduğu ve dolayısıyla dil ve kader birliği açısından ulus tanımına çok yakın düştüğü düşünülürse, bağımsızlığa kim karşı çıkabilir?
Kaldı ki, Priştina başkentli bölge insanları eski Yugoslavya’da Sırp milliyetçiliği tarafından en çok ezilmiş ve en çok aşağılanmış halk olduğu içindir ki, onların yeni devlet kurması hem ahláki, hem de siyasi açıdan büyük haklılık ve meşruluk arz ediyor.
Üstelik, aynı Kosova’nın tá Náim Fraşeri’den beri, bir buçuk asra yakın bir süredir Arnavut kolektif hafızasında "hür kimlik"yle özdeşleştiği de diğer bir vakıayı oluşturuyor.
Bu takdirde, diğer halkların edindiği "özgürlük" Kosova’dan nasıl esirgenebilir?
Ne hakla ve hangi gerekçeyle bağımsızlığa itiraz edilebilir?
* * *
ASLINDA, tüm bu söylediklerime rağmen "ütopik" nedenlerden dolayı ben kendi hesabıma, hem Kosova’nın, hem de diğerlerinin bağımsızlığına böyle bir itiraz getiriyorum.
Ancak, peynir gemisi láfla yürümüyor ve uluslararası ilişkilerde hayalciliğe yer yok!
Yani, reelpolitik yaklaşım dayattığı içindir ki bağımsızlığı "pratik"te destekliyorum.
Kaldı ki, dediğim gibi, insani ve siyasi bir meşruluğu da sahiplenmiş oluyorum.
Artı, yukarıdaki satırları yazdığım sırada Priştina’yı tanımak veya tanımamak konusunda bölünmüş olan AB’nin tavrı netleşmemişti ama, her halükárda "asli büyükler"in bir bölümü mutlaka resmen tanıyacağından, Türkiye’nin aynı tutumu seçmesini istiyorum.
Kosova halkının bağımsızlığı kutlarken, bunları yarınki yazımda biraz daha açacağım.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2008
İşte, güneşin ilk kez pırıldadığı ve ilk kez ısıttığı bir öğlen vakti üniversiteden çıkıp parasızlıktan tramvay yerine tabanvayla odama dönüyordum ki, civar lokantalardan birisinin mutfağından gelen bonfile kokusunu soludum. O kış çok ayaz geçti. Zemheri soğuklar indi.
Aslında yağmur iklimi olduğu için hiç váki değildir ama, işte yer gök dondu.
Hatta, süs balıkları oksijensiz kalmasın diye, belediye işçileri şehir parklarındaki göletlerde, buzun üstüne küçük hava delikleri açtılar.
Hiç param yoktu. Züğürt değil, kelimenin gerçek anlamında yoksuldum.
Profesyonel ehliyet imtihanının ikinci aşamasını oluşturan ve kent sokaklarının ezberden tanımını şart koşan sınava hazırlandığımdan, daha taksi şoförlüğüne başlamamıştım.
Şansım arada bir yaver giderse, geçici işlerde çalışırdım.
Mesela, o gün okulu asar ve kapı kapı dolaşıp posta kutularına ilan dağıtırdım.
Kat etmek zorunda olduğum şık mahalle insanlarına gıptayla, daha doğrusu, "sınıf bilincimi bileyerek" (!), hınç, nefret ve öfkeyle bakardım.
Apartman girişlerinin asansör aralıklarında az biraz ısınır, sonra tekrar reklamların bulunduğu ağır çantayı boynuma çaprazlama asıp, turuma devam ederdim.
Çok erken inen kış gecesine kadar hepsini dağıtamadığım takdirde de, kalanlarını çöpe atar ve patrona "bitti" diye yalan söylerdim.
Bin bereket, sadaka niyetine bir miktar olsa dahi, yevmiyeyi henüz yeni yeni biten sakalıma sürer ve fırından ekmek, bakkaldan nevále, gerisin geri odama dönerdim.
Kirasını zar zor ve çok rötarlı ödeyebildiğim tavan arasındaki o penceresiz oda ki, yaklaşık beş metreye beş metre boyutunda olmasına rağmen, çatının eğiliminden dolayı ancak yarı sathında ayakta durmama imkan tanıyordu.
Ve öylesine imkánsızlıklar içindeydim ki, faturadan tasarruf edebilmek için, dışarıda ısı sıfırın altına inmediği müddetçe, ev sahibinin yerleştirmiş olduğu havagazı sobasını yakmazdım.
Böyle bir ek masrafı karşılayacak mali kudretim gerçekten yoktu.
Derslerin veya yukarı tür işlerin dönüşü, salam alabilmek lüksüne çok ender ulaştığımdan, ya ekmeğin arasına en ucuzundan margarin sürer, ya da sade suya tirit makarna kaynatır ve sonra, battaniyeyi sıkıca omuzlarıma sarmalayarak antika daktilonun önüne otururdum.
Pelür kağıt, karbon kağıdı, tekrar pelür kağıt, harıl harıl, bilmem hangi Çinli liderin veya bilmem hangi Arnavut sendikacının yumurtladığı herzeleri tercüme ederdim.
CİNNET YILLARIM
Fakat yine de, "burjuva zevklerime" (!) yenik düştüğüm olurdu.
Şu an benim hangi müziği dinlediğimi kontrol edecek zebáni "yoldaş" (!) yok ya, kelimelere en iyi karşılığı bulmaya çalışırken, kıtıpiyos radyoda klasik istasyonu çevirirdim.
Eğer tesadüfen, Fischer-Dieskau’nun sesinden Schubert’in "Kış Yolculuğu" liedleri yayınlanıyorsa da, yaşamakta olduğu aynı mevsimle ilinti kurar ve "çelik proleter disiplinimi" (!) unutarak, romantika yolculukların hayaline dalardım.
Sonra birden irkilir ve sırtım iyicene ürperdiğinden battaniyeye daha çok sarınarak, her on sözcükten birisinde "kızıl" kelimesinin geçtiği metinlerin gerçekliğine dönerdim.
Karnım da çok acıkmış olurdu ama, artık iyicene bayatlamış ekmeğin diğer yarısından ve bozulmasın diye kiremitlerin üzerine yerleştirdiğim için şimdi buz kesmiş margarinden başka, atıştırabileceğim tek lokma bulamazdım.
Ana ve babayla; toplumla ve cemiyetle; akılla ve mantıkla; gerçekle ve nesnelle çoktan köprüleri atmıştım ve Brüksel’de siyasi mülteci olarak "cinnet yıllarımı" yaşıyordum.
Hayli hayli geç de olsa, kış yavaş yavaş bitmeye yüz tuttu.
Soğuklar tedricen hafifledi. Göletlerin üzerinde buzlar iyiden iyiye eridi.
Artık, soba yakmadığım geceler masanın önünde tercüme yaparken, battaniye sarınmak ihtiyacım kalmadı. Kalınca bir kazak ve belki omuzlarıma attığım parka yetti.
Zaten, apartman kapılarına ilan dağıttığım günler de akşam daha geç iner oldu.
Şık mahalle insanlarına yine "sınıf bilincimin" (!) hıncı, öfkesi ve nefretiyle bakmayı sürdürsem dahi, mevsimin cinsel libidomu kamçılamasından dolayı, aynı zamanda da oraların bakımlı ve endámlı kadınlarına ihtiras ve arzuyla bakmaya başladım.
Posta kutusuna reklam atarken bazen bazen rastladıklarımı, gözlerimle yedim.
Bunda da "burjuva suçluluk" (!) duydum ama, erotika açlığımı dizginleyemedim.
BONFİLE KOKUSU
Fakat erotikanın ötesinde, somut sindirim sistemi bab’ındaki açlığım da sürüyordu.
Hayır, yalan söyledim! Gerçek anlamda aç falan değildim.
Karnımı tabii ki iyi kötü doyuruyordum ve ne Maksim Gorki, ne Knut Hamsun, hatta ne de Heinrich Böll romanlarının açlığını yaşıyordum.
Ancak, hep somun ekmek, hep kimyevi margarin, hep tıkız makarna ve kırk yılın birinde de hep yağlı salam, daima ve daima aynı şeyleri yemekten bıkmıştım. Gına gelmişti.
Üstelik mevsim dönüşümü ve baharın yavaştan yavaşa ufukta belirmesi, tıpkı cinsel iştahım gibi midevi iştahımı da kabartmıştı.
İşte, güneşin ilk kez pırıldadığı ve ilk kez ısıttığı bir öğlen vakti üniversiteden çıkıp parasızlıktan tramvay yerine tabanvayla odama dönüyordum ki, civar lokantalardan birisinin mutfağından gelen bonfile kokusunu soludum.
Canım delicesine çekti! Ölesiye çekti. Hamile kadınlarınki gibi çekti!
Halis sığır döşünden iki parmak kesilmiş ve az pişirilmiş kocca bir biftek ve ona eşlik edecek olan, nar gibi kızartılmış patates tavası ve bol zeytinyağı gezdirilmiş kıvırcık salata!
Cebime el attım, metelik yok! En kabadayısı, ekmeğin arasına salam dilimleyebilirim.
Fakat aniden karar verdim ki, birazdan mutlaka ben de biftek pişiriyor olacağım.
Nasılını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2008
HÜSEYİN Gülerce dünkü "Zaman" gazetesinde "Laik Kesimi Anlamaya Çalışmalıyız" başlığıyla kaleme aldığı sağduyu makalesinde, "serbest giyinenler"in maruz kaldığı iddia edilen tecavüzlere atıfta bulunduktan sonra, şu saptama ve çağrıyı yapıyordu: "Muhafazakar çoğunluğun, ’ama yok böyle bir şey, endişelerinde haklı değiller’ itirazı fayda temin etmez. Bu insanlar böyle bir hisse kapılmışlar. Endişeli ve tedirginler.
Onları anlayışla karşılamak mecburiyetindeyiz.
Alınganlıklarını dikkate almak ve hissiyatlarına saygılı davranmak zorundayız.
Bu da daha fazla ilgi, daha fazla yakınlık, daha fazla anlayışla mümkün olabilir".
Fethullah Gülen Hocaefendi camiasının mümtáz şahsiyeti "öteki"ne empatiyle bakmak açısından derin bir aklıselim dersi verdi ki, darısı kendini "laik" sayanların başına!
* * *
OYSA, böyle bir dilekte bulunmam ve tırnak içindeki "laik" kelimesiyle "laikçilik"i çağrıştırmam, Gülerce’nin saptadığı tedirginliğe devá oluşturmuyor. Oluşturamaz da.
Çünkü, ortada gerçekten bir endişe ve bir alınganlık mevcut ki, kısmen de hak-lı-dır!
Bu haklılık ise üniversitelerin nihayet "türban özgürlüğü"ne kavuşmasından veya AKP iktidarının seküler hayat tarzına yapmış olduğu fiili bir müdahaleden kaynaklanmıyor.
Yani, "laik endişeler" rasyonel, somut ve nesnel bir temel üzerine oturmuyor.
Ancak buna rağmen, aşağıdaki iki unsurdan dolayı endişelerde yine de haklılık vardır.
* * *
BİRİNCİSİ, İslam Álemi’nin moderniteyle yaşadığı derin ve váhim sorunda yatıyor.
İnkár kendimizi kandırmak olur, evet çağımız Müslümanlığı, daha doğrusu onun adına ön safa çıkan kişi ve doktrinler, hiç şüphesiz ki fanatizm ve dogmatizmle özdeşliyor.
Hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük ve saldırganlık da onların uzantısı oluşturuyor.
Daha, daha açıkçası, Hilálli imán adına dayatılan pratikler korku, háttá dehşet saçıyor.
Eh, hál böyleyken ve eğri - doğru, Türkiye Muhammedi Dünya’da seküler tarza en yaklaşmış ülkeyken, kuruntu olsa dahi, "laik" denilen insanların kaygısını anlamak gerekiyor
O hayat tarzı ki, bilhassa kadınlar açısından bir "hayat memat meselesi" addediliyor.
Oysa biliyoruz, irrasyonel korkulara rasyonel cevaplar vermek illá yeterli olmuyor.
Yegáne ikná yöntemi, güvence ve uygulamaların uzun vadede sınanmasından geçiyor.
Üstelik, yine kendimizi kandırmayalım, işin içine "din kutsalı" girdiği takdirde diğer tüm "kutsal"ların metazori tıs pıs olmak zorunda kaldığı da başka bir vakıa oluşturuyor.
* * *
İKİNCİ kısmi haklılık ise bizzat Türkiye’deki laiklik anlayışından kaynaklanmaktadır.
Çünkü özellikle şehirli kitleler daha beşikten itibaren, ülkemize yansıyan Fransız tipi "laikçilik"in tek laisizm olduğuna inandırıldılar. İnandılar. Samimi biçimde benimsediler.
Ezici coğunluk Müslümanlığa iman ediyor ama, "resmi" bir yorumu kabulleniyor.
Artı, "laik tarz"la "dindar tarz" arasındaki zıtlık en baştan itibaren, iktisadi planda ziyade sosyal hiyerarşide bir sınıf çelişkisine dönüştü. "Elit" ve "tebá" bu zeminde ayrıştı.
Dolayısıyla, onaylamayabiliriz ama, en azından insan ruhiyatı açısından, bir yandan ideolojik açıdan şartlanmış, diğer yandan da sınıf ayrıcalığı kazanmış "laikler"in (!) "dindar dışavurum"ları reddediyor olmasını, "empatik" bir anlayışla karşılamamız gerekiyor.
Artı, kendilerine ateist dahi deseler, onların aslında mensup oldukları kültürel şemanın tahammülsüzlüğünü aynen, fakat bu kez seküler temelde ürettikleri de bir gerçek oluşturuyor.
Yani, birinci esas itibariyle ikincinin zihni uzantısı olduğu içindir ki, Türkiye’deki "laikçilik"i eleştirmek aynı anda "dincilik"i eleştirmeyi de içeriyor. Haklı ve meşru kılıyor.
Her halükárda, Hüseyin Gülerce’nin "alınganlıklarını dikkate almak ve hissiyatlarına saygılı davranmak zorundayız" çağrısı tüm tarafları kapsıyor.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2008
KABUL, kesin bir kural değildir ama yine de, şeyleri açıklayabilmek için kelime etimolojisine başvurmak, yani sözcüklerin kökenine uzanmak, faydalı bir yöntemdir. O halde, madem ki bugün hálá tartışılmakta olan entipüften konuyu "üniversitede türban" sorunu oluşturuyor, yukarıdaki yöntemi iki bu tanım için de uygulamaya çalışalım.
* * *
ÜNİVERSİTE kelimesi Latincede "camia", "bütün", "toplam" anlamlarını çağrıştıran "universitas"dan iner. "Evrensel" mánasına gelen "universalis"ten türemiştir.
Zaten, din lisánımız olan Arapçada da aynı ifade kullanılır.
İbn Kuzman dilinde üniversiteye dosdoğru "camia" denilir.
Osmanlıcadaki "Dár-ül Fünûn" ise "ev", "mekán", "yer" anlamındaki "dár" ile, esas olarak bilimin kastedildiği "fen" sözcüğünün çoğulu "fünûn"un bileşimiyle üretilmiştir.
Cumhuriyet’in bu Arabi kökenli tamlama yerine "üniversite"yi benimsemesini de genel "laikleşme" ve "garplılaşma" atılımının içinde değerlendirmek gerekir.
Her halükárda, demek ki üniversite derken etimolojik olarak, "evrensel"i kucaklamak ve "bilim"i öğretmek ve öğrenmek isteyen ve "camia" oluşturan bir kurumu tanımlıyoruz.
Gelelim "türban"a.
* * *
BÜTÜN yaşayan dillerde rastlanıldığı gibi, bu kelimenin geçmişi gayet maceralıdır!
Farsçadaki "dulbánd" Türkçede deformasyona uğrayarak "tülbent"e dönüşmüş, oradan da Frenk dillerinde tekrar deforme edilip "türban" şeklini almıştır.
Esas olarak da, ecdádımızın başına giydiği "sarık" için kullanılmıştır.
Ancak, bunun üçüncü bir deformasyondan sonra dilimize bambaşka bir anlamla girip, bütün Müslüman Álem’in "hicáp" dediği örtünme şeklinin bizde "türban" sözcüğüyle ifade edilir olması, çok önemli bir ipucunu da yansıtıyor.
* * *
O da şu, nasıl ki Osmalıca - Arapça "Dár-ûl Fünûn"dan Latince "üniversite" kelimesine geçerken özünde etimolojik bir "laikleşme" gerçekleşmişti, üç aşağı beş yukarı, aynı şey burada da tekrarlandı.
Kolektif bilinçaltımızda ve hemen hiç farketmeden, tanımı "sekülerleştirdik".
Çünkü, Farsi kökeni zaten unutulup giden "türban" Frenk dillerinde önceleri sırf sarığı ifade ediyordu ama, hanidir uğradığı anlam kayması ve genişlemesiyle, Cardin’den Chanel’e modacıların ürettiği ve onu çağrıştıran kadın başlıkları için kullanılıyordu.
Zaten de, sözcüğün irádi biçimde ve "Batı’dan esinlenmeyle" neden sonra Türkçeye girişi bu son anlamdan hareketle gerçekleşti.
Yani, "dini simge" addedilen bir tarzda dahi, o dinin lûgatine dahil olan "hicáp", "mahrem", háttá "başörtüsü" yerine "türban"ı kullanmakla, Türkiye’nin bütün İslam Dünyası içindeki "nev-i şahsına münhasır" farklılığı bir kere daha kanıtlanmış oldu.
Ve işte, bu "kendine has" özellik de bizim toplumumuz şansı ve erdemidir!
* * *
ÖYLE, çünkü bir ülke düşünün ki, "Dár-ül Fünûn" sözcüğündeki "bilim camiası" tanımıyla yetinmeyerek ona "üniversite"nin evrenselliği de katmak ihtiyacını hissetmiştir.
Artı, "dini aidiyet simgesi"ni bile etimolojik açıdan "seküler" kılabilmiştir.
Kimse korkmasın, oraya ne "Şeriat" (!), ne mollakrasi, ne de teokratik devlet gelir.
Ve şüphesiz, söz konusu kurumun bu ev-ren-sel niteliğinden ötürüdür ki, "türban" takmak tercihi yapmış kızlar da o "üniversite camiası"nın doğal ve ayrılmaz bir parçasıdır.
Zaten de "fünûn", yasağı asgári ve göreceli kıldığı ölçüde "bilimler bütünü" olur.
Kelimelerin arkasında bilinçaltı sır vardır ve evvel Allah, bizimkisi yakamozludur!
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2008
"YOL arkadaşlığı" deyimi siyasetbilim lûgatine modern Fransızca’dan girmiştir.<br><br>Mazisi de çok yenidir. İspanya İç Savaşı’na, taş çatlasa 1. Harp nihayetine uzanır. Şöyle ki, Bolşevik darbeyi izleyen yıllarda, yazar-çizer konumundaki bir dizi Fransız aydının gözleri "kızıl cazibe"yle kamaşmıştı. "Sovyetistan"ı da ikinci vatan bellediler.
Dolayısıyla, káh organik olarak, káh da dışarıdan Komünist Partisi’ne destek verdiler. Saymakla bitip tükenmez listenin içinde kimler yoktur ki!
Yazar André Gide’den denemeci Paul Nizan’a; gerçeküstücü André Breton’dan mimar Le Corbusier’eye; cinneti raddesini "anti-komünistler köpektir" demeye vardıran o "guru" (!) Jean-Paul Sartre’dan, öldüğünde, iki gözü iki çeşme Stalin portresi çizen Pablo Picasso’ya, Paris "intelligentsia"sının en "kaymak tabakası" bunlara dahil oldu.
* * *
ANCAK, "entelokrat" denilen bu aydınların macerası genelde fazla uzun sürmedi.
Büyük çoğunluk o "kızıl cennet"in aslında kızıl cehennem olduğunu çabucak farketti.
Hem Fransız Komünist Partisi’ni, hem de "Sovyetistan"ı eleştirmeye başladılar.
Ve tabii, derhal kapı dışarı edilmek bir yana, "dönek" ve "ajan" damgası yediler.
Artı, söz konusu FKP zaten onları sadece dışarıya karşın vitrin olarak kullanmak amacıyla bünyeye kattığından, anında da mührü vurdu: "Yol arkadaşları"!
Yani, bir süre istifade edilen ve posası çıkartıldıktan sonra atılan naifler ve enáyiler!
Dolayısıyla da, "yol arkadaşlığı" deyimi totaliter ve otoriter ideolojilerin tongasına basan ve belki kendi kellelerinin gitmesi pahasına, tukaka edilen insanlar için kullanılır oldu.
Komünizm dışında buna diğer bir örnek olarak da, Şah’a karşı oldukları için Humeyni’yi destekleyen ve İslam Devrimi’yle birlikte okka altına giden liberal İranlıları gösterebiliriz.
* * *
BÜTÜN bunları, AKP’ye nispeten "yakın durdukları" gerekçesiyle, Türkiye’deki bir dizi liberal aydına da aynı "yol arkadaşlığı" uyarısının yapılıyor olmasından dolayı yazdım.
Her koyun kendi bacağından asılır, sürüden olmadığım için kişisel açıklayacağım. Evet, derin mesafeme rağmen iktidar partisine kısmen olumlu baktığım doğrudur.
Ama burada belirleyici olan nokta AKP değil, bizzat b-e-n’im! "Yol" benimkisidir!
Meselá, arşivler şahidimdir ki yirmi yıl önce de üniversitelerde türbanı savunuyordum.
Ve madem ki ilkedir, serbestiyi hangi parti tanırsa tanısın, onun tavrını sahiplenirim.
Söz konusu tutum benim özgürlük, sivillik ve laiklik anlayışımda kesin bir "etik"tir!
Fakaat, buradan yola çıkıp, o "b-e-n"i ve "bizler"i, Humeyni’yi destekledikten sonra kellesi giden İranlı "yol arkadaşları"na benzetmek demagojinin dániskasıdır!
* * *
ZİRA en önce, ne laikliği özümsemiş Türkiye, İran’dır, ne de AKP "mollakrosi"dir!
Öcü korkutması yetti, bu parti "Müslüman hassasiyet"ten bir demokratik kurumdur.
Ancaak, hayat tarzım ve felsefi inancım itibariyle üzerine sonsuz titrediğim laikliğe dokunduğu an, ona karşı "kazan kaldırmak" da benim yine en "etik" yükümlülüğümdür.
Ama buradaki püf noktası, "laikçilik"le laikliği ayırmamdan kaynaklanmaktadır.
Öte yandan, papaz iki defa pilav yemiyor, yukarıdaki Fransızlar gibi "cinnet yılları"nda komünizmle "yol arkadaşlığı" yapmış olan bu satırlar yazarı artık tongaya basmaz!
Alnımda "ebedi enáyi" yazmıyor, çeyrek yüzyıldır kimsenin dümen suyuna girmedim.
Aksine, tartar, biçer, ölçer ve pragmatik davranırım. Şu veya bu görüşüme en yakın duran falan ya da filan siyasi yapıyı ancak o konuda ve zamanda sınırlı olarak desteklerim.
Yani, benim "yol arkadaşlığı" yaptığım ölçüde söz konusu kurum da benim rotamda, bana "yol arkadaşlığı" yapmış olur. Tábir caizse, burada bir "karşılıklı kullanma" vardır.
Maymunun gözü çoktan açıldı ve "yol arkadaşlığı" diye yol yitirmek de çoktan bitti!
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2008
ESKİ Yunan felsefesi öylesine derindir ki, başta hálen kullandığı lûgat olmak üzere, bir "sorgulayıcı refleksler" bütünü olan Batı düşüncesi bugün de onun üzerinde yükseliyor. Ve, burada hemen bir parantez açıp şunu eklemem gerekiyor. Eğer Müslüman Álem, Gázáli’nin şüpheciliği reddeden ve mutlaklığı şart koşan iláhiyatçı dogmatizmi yerine, Büyük Aristo’yu sahiplenen Büyük İbn Rüşd’ün aynı "sorgulayıcılık öğretisi"ni benimsemiş olsaydı, önemli bir ihtimalle aynı seyri izleyecekti.
Dolayısıyla da, çok münkündür ki İslam düşüncesi, daha ilk modernitelerden itibaren yaşamaya başladığı krizler silsilesini bertaraf etmiş olacaktı.
Neyse, sızlanma sonsuz bir kaos olan tarihi geri getirmeyeceğinden, konuya döneyim.
* * *
YUKARIDA kasten "Büyük" diye vurguladığım ve başka bir yazıda Eflátun’la olan derin çelişkini bugünkü "cumhuriyet - demokrasi" tartışması ekseninde ele alacağım o dev Aristo ki aynı zamanda da, başta sözünü ettiğim "felsefe lûgati"nin esas babasıdır. Bu bağlamda da, "Poetika", "Retorika" ve kısmen "Politika" adlı eserlerinde, söz söylemek ve "nutuk atmak" (!) anlamına gelen "belágat" sanatında üç ana unsur saptar.
Bir; muhatapların aklına seslenen ve onları mantıkla ikna etmeyi hedefleyen "logos"! Zaten de, yine mantık anlamına gelen "lojik" kelimesi buradan üretilmiştir.
İki; dinleyiciler nezdinde ahlákı, fazileti, dürüstlüğü ön plana çıkartan "ethos"! Hálá aynı manáları verdiğimiz "etik" sözcüğü de yukarıdaki tanımdan kaynaklır. Ve nihayet üç; duyguları, hisleri, "asábiyet"leri "gıdıklayan" (!) "pathos", "Patetik" kelimesi de bundan türemiştir ki, bizim açımızdan onu irdelemek gerekiyor.
* * *
ONU irdelemek gerekiyor, zira velev ki Müslüman dünya Büyük Aristo’yu sahiplenen Büyük İbn Rüşd’ün "afaroz etmiş" olsun, hiçbir şey değişmedi ve değişmiyor!
Çünkü heyhat, o dünya bütün "söylev sanatı"yla; bütün düşünce sistematiğiyle ve bütün hal ve oluş tarzıyla, aynı Aristo’nun tanımladığı "pathos" duygusallıklarda yaşıyor.
Daha doğrusu, "Teháfüt-ül Teháfüt" yazarını reddettiği içindir ki, "Akademya" kurucusunun heyecan ve azápla özdeşleştirdiği "patetik" zihin şemalarında bocalıyor.
Üç unsurundan ikisini, yani "logos" mantıkçılığı ve "etos" ahlákçılığı tukaka edip, özünde zaten siyaset demek olan hitábetin yalnız hissi ve asábi boyutuyla sınırlı kalıyor. Nitekim, Paki kabilelerden Filistinli mağdurlara ve "El Kaide" meczûplarından bizim "laikçiler"e dek bütün bir hilálli coğrafyaya şöyle bir göz atın, ne görüyorsunuz? Bırakın muhataplarını, bizzat kendisini "pathos" belágátle "ikna etmeye" (!); ama aslında láfazanlıkla k-a-n-d-ı-r-m-a-y-a çalışan bir sonsuzluk kitlesi!
* * *
ANCAK dikkat, zaten "laikçi" kelimesi de kasten kullandım, Müslüman Álem derken sırf imáni kimliğini öne çıkartan akım, mezhep, tarikat veya kişileri kastetmiyorum.
Tabii ki onları da dahil ediyorum ama aynı zamanda, kendilerini "seküler", háttá belki "ateist" addeden kesimleri de söz konusu kategori içinde değerlendiriyorum.
Yani, çok geniş anlamıyla bir "din kültürü aidiyeti"nden söz ediyorum! İsrail önündeki hezimete rağmen mikrofonda ağlayarak kitleleri "büyüleyen" (!) laik bir Nasır ve ekran karşısında kelle uçurarak o kitleleri galeyana getiren "sofu" bir Zerkavi! Hitáp eden de, hitáp edilen açısından da buradaki "pathos" asábiyet aynıdır.
Dolayısıyla da, evet, imánlı veya değil, İslam coğrafyasındaki insanlığın esas sorunu "logos" mantıkçılığı ve "ethos" ahlákçılığı es geçip, hissiyatçılığa yenik düşmesindedir.
Bunun da temelini, sebebini ve nedenini, ilhámını Büyük Aristo’dan alan Büyük İbn Rüşd’deki "sorgulayıcılık düşüncesi"ni afaroz etmiş olmasında aramak gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku