4 Mart 2008
EH, tabii ki Genelkurmay Plan ve Prensipler Dairesi’nin mahremine vakıf değilim! <br><br>Dolayısıyla, aşağıdaki hipotezimi hiçbir zaman ispatlayamam. İspatlayamayacağım da. Fakat yine de, yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz ihtimalle doğru olduğuna inanarak, şu iddiayı kesine yakın ölçüde öne sürüyorum.
* * *
ZAP - Kandil operasyonu daha ilk andan, zamanı ve mekánı çok sınırlı hazırlanmıştı.
"Zaman" derken, aşağı - yukarı bir haftalık - on günlük bir süreyi çağrıştırıyorum.
Sonuçlara göre de, belki birkaç gün daha kısalabilir veya uzayabilirdi. Ama, o kadar!
"Mekán" kelimesiyle de zaten harekátın gerçekleştirilmiş olduğu sahayı kastettim.
Dolayısıyla da, biline ki "uzun savaş" beklentileri hezeyándan öteye gitmiyordu.
* * *
O halde en önce bir; Genel Kurmay’ın "harekátın önceden planlandığı çerçevede noktalandığı" açıklaması tamamen doğrudur. Baştan sona kadar gerçeği yansıtmaktadır.
Dolayısıyla da iki; malûm "ulusalcı" cihetin "ABD bastırınca süt dökmüş gibi ricat eyledik (!)" feryátları tabii ki ceháletten kaynaklanmaktadır.
Çünkü üç, az biraz kafası çalışan herkes anlamıştı ki, 5 Kasım’daki Erdoğan - Bush mutabakatı bir TSK operasyonuna ceváz veriyordu ama, kimseye açık çek imzalamıyordu.
Yukarıda değindiğim gibi, "zamanda ve mekánda sınırlama" şartını da içeriyordu.
Ve ayrıca dört, "sıcak saatler" (!) boyunca medya silahşorlarının ve emekli paşaların gazına gelip de şimdi "niye çekildik" diye zırvalayanlar aslında hem kendi ülkelerini aşağılıyorlar; hem de operasyonun taktik getirilerini yeni zengin müsrifliğiyle harcıyorlar.
* * *
EVET öyle, çünkü Ankara 5 Kasım’da PKK’ya ilişkin "kırmızı çizgileri"ni ve "sabır noktası"nı Beyaz Saray’a ilettiği gibi, Bush da Irak Kürtleri konusundaki kendi sınırını çizdi.
Washington, zamanda ve mekánda aşılmamasını arzuladığı ana hatları belirtti.
Nihayetinde de, ABD bilgi aktarmayı ve Erbil’i "yatıştırmayı", Türkiye ise yukarıdaki süre ve coğrafya sınırına uymayı kabullendi.
Malûmu mu ilán edeyim, her mutabakat böyle bir orta eğilimde uzlaşmak demektir.
Ve, taraflardan biri o uzlaşıyı bozduğu takdirde de "bozuşma" ve "boşanma" başlar.
* * *
İMDİİ, durum buyken ve hükümet tarafından zaten an be an bilgilendiren TSK bir de Pentagon’la direkt kanallara sahipken, Ordu "Güneş Harekátı"ndan başka ne yapacaktı ki?
Silahlı Kuvvetler’in yukarıdaki gerçekliği görmezden geleceğini; yani, tarafların uyması gereken mutabakat maddelerini çiğneyeceğini hangi aklı evvel düşünür ve isterdi ki?
Kuzey Irak’ın "fethedileceği" (!) hayálciği mantığa ve havsalaya sığar mıydı?
Zaten, Allah yazdıysa bozsun, "ulusalcı" zevátın arzuladığı "meydan okuma" eğer gerçekleşseydi, o zaman "militarist" diktatorya altındaki bir Türkiye’den söz eder olacaktık.
Bunun lánet faturasını da totaliter ve yoksul coğrafyalara sürüklenerek ödeyecektik. Kaldı ki aynı TSK daha en başta "geçici ve sınırlı müdahale" diye açıklamamış mıydı?
Artı, taktik açıdan da muzaffer olunduğuna göre, "Maocu karanlıkçılar"ın "keşke tabutları dönseydi" cenaze levazımatçılığı, onlarınkinden başka kimin teneşirini paklar ki?
Ancaak...
* * *
ANCAĞI şu ki, evet, harekát sırasında hem askeri, hem de sivil kanadın aynı ölçüde alargalık, acemilik ve sallapatilik sergiledikleri çok, çok vahim bir yönetimsizlik yaşandı.
Şükür, öyle uluslarası planda ve dış arenada falan değil ama, ciddi bir askeri ve diplomatik başarı Türkiye kamuoyu nezdinde boşuna çarçur edildi ki, bunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
Kaç defa ama kaç defa, çocuklarımın nafakası hariç, "zarûri" bir ihtiyacımla "fuzûli" bir kitap arasında tercih dayattığında, ben ikincisini seçtim. Çok cumartesi öğleden sonra oldu ki, örneğin, eli yüzü düzgün bir konfeksiyon mağazasıyla, yakamozlu ve seçkin bir sanat kitapçısı arasında bocalama anı geldi. Ve, ceketin dirseklerine birer yama atıldı, ama sonuçta o kitap kütüphanenin rafına kuruldu.
Hem bu pazar, hem gelecek hafta, hatta çenem düşüp lafımı bitiremediğim takdirde belki ondan sonraki hafta da, az biraz bilgiçlik taslayacağım.
Belki de çizmeyi aşıp ukalálık derecesini, aziz ve sevgili Doğan Hızlan ağabeyin hinterlandına burnumu sokmak raddesine vardıracağım.
Çünkü, kitaplardan, daha doğrusu benim kitaplarımdan bahsetmek istiyorum.
Ve, kendimi övmek gibi olmasın ama parantez içinde şunu da ekleyeyim.
Böylelikle de aynı zamanda, teveccüh gösterip bana "Ne okumamızı tavsiye edersin" diye elektronik posta yollayan bazı genç okurlarımın sorusuna kısmen cevap vereceğim.
Kesin sayısını tabii ki kestiremiyorum ama, tavana üç santim kaladan başlayıp parkeye indiğine ve boyut itibariyle de toplam 11-12 metreye yayıldığına göre yuvarlak hesap, kütüphanemde beş bin, belki altı bin cilt bulunduğunu tahmin ediyorum.
Daha az veya daha fazla olabilir, teker teker saymam maddeten imkánsızlık arz ediyor.
Dolayısıyla da, ergenliğimden, hatta çocukluğumdan itibaren bugüne dek yaşadığım bütün bir hayat, hem çalıştığım, hem oturduğum, hem de yemek yediğim mekánı oluşturan salonumdaki raflardan bana bakıyor. Onlarsız olamam.
Allah yazdıysa bozsun, eğer günün birinde kitaplarımdan ayrı düşmek zorunda kalırsam, çok muhtemeldir ki birkaç gün sonra sekte-i kalpten derhal öteki tarafa göç ederim.
Bu bağlılığı; daha doğrusu, esrara, eroine, morfine, afyona müptelálık türünden bu ruhi, bedeni, maddi ve mülki ba-ğım-lı-lı-ğı yazının gelişimi içinde açıklamaya çalışacağım.
Her halükárda, yukarıdaki bütüne, yer darlığından dolayı ne hole yerleştirdiğim çizgi-roman ve periyodik dergi kitaplıklarını; ne de oğlumun odasındaki kütüphaneleri kattım.
Yine yer darlığından dolayı bodruma indirmek zorunda kaldıklarımı ise hiç saymadım.
Yukarıda "çocukluğumdan itibaren de" ifadesini kullandım, çünkü pek az bir bölümü dahi olsa, ilk okumaya başladığım dönemde beni en çok etkilemiş kitaplardan bazıları yine raflarımda duruyor.
Örneğin, Faik Sabri Duran’ın 1934 baskılı "İnsanlar", "Hayvanlar" ve "Káşifler" álemi ciltlerini sayabilirim. Bunların her biri ufkumu açmakta belirleyici rol oynadı.
Hengámede kaybolmuşlardı, sonradan ne yapıp edip sahaflarda buldum.
Artı, daha o vakitler babamın kütüphanesinden aşırmaya başladığım bazı Erich Maria Remarque romanlarını ve ilk táb Názım Hikmet şiirlerini de gözüm gibi saklıyorum.
Fakat buna karşılık, o tarihlerdeki tek cicili bicili yayın olan "Doğan Kardeş Kütüphanesi"nin bastığı ve yine hayal dünyamı sonsuz genişleten "Grimm Kardeşler Masalları", "Kon-Tiki", "Meşhur Olan Fakir Çocuklar" gibi kitaplarım gaiplere karıştı.
Hele hele, sonunda bir "dünya" eki bulunan ama adının "Resimli Dünya" mı, yoksa "Çocuk Dünyası" mı olduğunu tam çıkartamadığım ve kısmen çizgi-roman, kısmen de ansiklopedik bilgi içeren iki emsálsiz cildim daha mevcuttu ki, onlar da yitip gitti.
Tesadüfen rastlasam, paranın gözünün yaşına bakmadan mutlaka ve mutlaka alırım.
Para! İşte her zaman işin içine giren o meret kelime!
Biliyorum ki şimdi pek çok insan bana, "Efendi efendi, senin tuzun kuru olduğu içindir ki kitaba yatıracak paran var ve kütüphane düzüyorsun" demeye can atıyordur.
Hem doğru, hem değil!
Doğru, çünkü yoksullukta yüzmüyorum. Yalan söylersem, Pinokyo gibi burnum uzar.
Allah’ın ináyetine bin şükür ve "Hürriyet"in kasasına bin bereket, işte geçiniyorum. Ancak, yukarıdaki iddia aynı zamanda da doğru değil! Zerre kadar doğru değil!
Değil, çünkü, bırakın öyle Karun hazinelerine boğulmuş olmayı, alt tarafı maaşıyla idare eden ve ay sonunu zar zor getiren sıradan bir "orta halli" (!) insanım.
Ama, "az halli", hatta "sıfır halli" olduğum çok, çok uzun dönemlerde de ben aynı "kitap virüs"ünden mustariptim. Aynı "kütüphane mülkiyeti" ihtirasıyla yaşıyordum.
Bu, bir tercih meselesidir ve son tahlilde de zenginlik veya fukaralıkla ilgisi yoktur.
Evet yoktur ve de nitekim, kaç defa ama kaç defa, çocuklarımın nafakası hariç, "zarûri" bir ihtiyacımla "fuzûli" bir kitap arasında tercih dayattığında, ben ikincisini seçtim.
AYRANI YOK İÇMEYE
Çok cumartesi öğleden sonra oldu ki, örneğin, eli yüzü düzgün bir konfeksiyon mağazasıyla, yakamozlu ve seçkin bir sanat kitapçısı arasında bocalama anı geldi.
Dolayısıyla da, pejmürde ceket giymeye mi devam; yoksa yine örneğin, fiyatı inanılmaz derece el yakan "1900 İstanbul’unda Art-Deco" kitabına mı siftah sorusu çattı.
Ve, o ceketin dirseklerine birer yama, sonuçta o kitap kütüphanenin rafına kuruldu.
Oysa şüphesiz ki, Raimondo d’Aranco’nun Yıldız Sarayı’ndaki Küçük Mabeyn’e çizdiği ferforje merdiven tırabzanlarının planş kopyalarına sayfa üzerinde sahip olmak; üstelik de bunu kendisinden başka hiç kimsenin görmeyeceği bir kitaplığa yerleştirmek; el álem içine çıkabilecek harcıálem bir ceket edinmek rasyonelliğinin yanında, bırakın "fuzûli" kelimesini, "abes", "absürd", "gayr-ı mantiki", "çılgınlık" sıfatlarını hak ediyor.
Hatta, "ayranı yok içmeye, tahtıravanla gider şaapmaya" deyimi cuk oturuyor.
Olsun, işte "kitap kurdu" veya Frenkçesiyle "bibliyofil" denilen o "hastalıklı" (!) insan, "kendisi için bilmek ihtirası"yla o "abes"i, o "çılgınlık"ı, o "tahtıravan"ı göze alan kişidir ki, gelecek pazar bunu kütüphanemin raflarındaki gezintiyle biraz daha açacağım.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2008
"ULUSAL onur" (!) hámaseti yaparak kendimizi kandırmaya çalışmanın álemi yok!<br><br>Dobra dobra itiráf eden de, etmeyen de aslında aşağıdaki gerçeği cin gibi biliyor: Eğer TSK şu an Kuzey Irak’ta harekát düzenleyebiliyorsa, bu, ABD’nin söz konusu müdahaleye "ceváz vermiş" olmasından kaynaklanmaktadır.
Yani, TBMM’den çıkmış olan "Tezkere" işin yalnız "göstermelik" cihetidir.
Çünkü yegáne belirleyici olguyu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de George Bush’la "bağladığı" Washington Mutabakatı oluşturmaktadır.
Gerisi láf-U güzáftır ve operasyon o "yeşil ışık" sayesinde hayata geçmektedir.
* * *
ANCAK doğruya doğru, zahir durum kör kör parmağım gözüne ortada olduğundan, yukarıdaki hámasi "milli onuru" en fazla "gıdıklamaya" meraklı olan kesim dahi, bu defa yukarıdaki nesnel gerçeği inkár etmek yöntemini seçmedi.
Fakat tabii ki, yine öküz altında buzağı keşfetti. Yine komplo teorisi yumurtladı.
Hazretler her zamanki gibi, "bayram değil, seyran değil, eniştem beni neden öptü" sorusunu sorarak, başka bir kumpas icát etmeye kalkıştılar.
Meğersem, ABD hem İran’a karşı düzenleyeceği muhtemel bir saldırıda kullanmak, hem de saplandığı Irak batağından kurtulmak için Türkiye’ye "rol biçmişmiş".
Dolayısıyla da, TSK harekátına şimdilik göz yumarak Ankara’ya borç veriyormuş.
Ama yarından tezi yok, "yallah, sökül" diyerek tuzlu faturayı önümüze koyacakmış.
Ve tahmin edileceği gibi, "zehir hafiye" komplo teorisyenlerimiz bu şer senaryosunu, kendilerinde travmatik bir saplantı oluşturan "BOP" çerçevesinde açıklamaya çalışıyorlar
* * *
HAYIR, şunun şurasında sekiz aylık iktidarı kalan Bush’un, zaten en baştan beri ölü doğmuş bir "BOP"u artık rüyasında bile göremediğini tekrarlayarak nefes tüketecek değilim.
Sadece, Washington’daki proje akıldáneleri dahi "B", "O" ve "P" rumuzlarının ne anlama geldiğini artık çoktan unutmuşken, hop oturup hop kalkan; pardon, "bop" oturup "bop" kalkan bizim komplo teorisyenlerine tez zamanda ácil şifalar dileyeceğim. O kadar!
Ancak, esas hayıflandığım nokta şu içler acısı olgudan kaynaklanıyor:
"Laik ulusalcı"sı ve "dinci ulusalcı"sıyla o "milli onur"u láfta "pohpohlamaya" çalışan zevát aslında, söz konusu "milli onuru" en çok ayağa düşüren kesimi oluşturuyor.
* * *
ŞÖYLE ki, ABD’nin harekátı onaylaması özünde, Beyaz Saray’ın Türkiye’den y-a-n-a tercih yapmasından; daha doğrusu yapmak zorunda kalmasından başka bir şey değildir!
Yani, Irak Kürtleriyle arayı ne denli iyi tutmak istiyor olursa olsun, iş "ya herrü, ya merrü" noktasına geldiğinde, Washington kesinkes Ankara’yı seçmiştir.
Bunun da ne "BOP"la, ne mopla, ne hopla ilgisi vardır! Jeo-stratejik bir gerçekliktir!
Ve eğer illá "milli onur"sa da, işte bu tercihin öznesi olmak o onurun tá kendisidir.
Boru değil, "ultra süper-güç"ün hüküm sürdüğü çağımız dünyasında ondan ceváz ve destek alabilmek, son tahlide bir "ağırlık", bir "prestij", bir "oturaklılık" meselesidir.
* * *
KALDI ki, iktidarda kim olursa olsun, Türkiye şu ya da bu Amerikan yeşil ışığına karşılık İran veya Irak’a jandarmalık yapmak gibi çok hayati bir konuda kendisini "satmaz"!
Devlet geleneğimiz bu "ucuzluğa" gidecek kadar aklını peynir ekmekle yememiştir.
Dolayısıyla, Kandil harekátının Beyaz Saray rızasıyla düzenlenmiş olmasında ne "milli onur"u zedeleyen bir yan vardır, ne de bunun karşılığında tuzlu fatura ödenecektir.
Ama doğru, Bush’un ve Gates’in önceki gün "hissettirdikleri" o "zamanda ve mekánda sınırlama" uyarısı da diğer bir vakıadır ki, buna gelecek hafta değineceğim.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2008
AMAN efendim aman, hazretlerde bir sevinç ki, değme gitsin! Etekleri zil çalıyor. Neymiş, "liberaller" (!) bölünmüşmüş! "Türban sorunu"ndan (!) dolayı hem AKP’yle araları açılmışmış, hem de kendi bünyelerinde ayrışma gerçekleşmişmiş.
Fesüphanallah!
Taha Akyol çok net biçimde açıkladı ama, ben de yine terminolojiden başlayacağım.
* * *
YENİ Dünya İngilizcesinin dünya çapında sulta kurmuş olmasından olacak, zaten ileri geri kullanılan şu "liberal" deyimi Türkiye’de en çok "Amerikánvari" bir içerik taşıyor.
Şöyle ki, siyasi lûgatin kökleşmiş olduğu Yaşlı Kıta’da "özgürlükçülük"; "hür düşünürlük", "demokratlık" diye sıfatlandırılan genel etik ve felsefi tutum, böyle bir kökten yoksun ABD’deki gibi bizim ülkemizde de "liberal" diye vaftiz ediliyor. Hoppala!
Sanki bu sözcükle vasıflandırılan ülkemiz insanları New York "intelligentsia"sına mensup pembemtırak "solcular"dır da, East Village kahvelerinde çene yormaktadır.
* * *
OYSA, liberalizm kavramı esas olarak ekonomiktir. Kökenleri Adam Smith’e uzanan bu ideoloji devlet müdahalesini kesinkes reddeder. Serbest piyasayı mutlak şekilde savunur.
Tamam, zaman içinde sivri yanları kısmen yontulmuş ve "sosyal liberalizm" denilen "ehli" bir varyant ortaya çıkmıştır ama yine de, doktrini daima o iktisadi öz belirler.
İmdii, Keynesçi ekonomi politikalara yakın duran bu satırların yazarı dahil, ülkemizde sırtlarına aynı etiketin yapıştırıldığı pek çok insan yukarıdaki Smith’in "bırakınız yapsınlar" sloganını hiç benimsemediğine göre, bizler hangi akla hizmet "liberal" (!) addediliyoruz?
* * *
FAKAT, koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misáli, "liberal" sözcüğündeki "Amerikanvári" tanımı bile kabullendiğimi varsayalım.
Böyle dahi olsa, "liberaller bölündü" diye zil takan zevát baltayı yine taşa vuruyor.
Yine yanlış tahlillerden hareket ediyor ve yine yanlış sonuçlara varıyor.
Hadi, daima "bir avuç" diye küçümsedikleri öz-gür-lük-çüler’in pire "ayrışması"nı şimdi neden deve yaptıklarını, o zevátın nicelik çokluğuna rağmen nitelik cüceliğine vereyim.
Ancak, esas nokta şurada odaklanıyor:
Atom çekirdeğinden bahsetmiyoruz, bütün olmayan bir şey bölünmez ve bölünemez!
* * *
ÖYLE, çünkü zaten köken itibariyle farklı ufuklardan inen o öz-gür-lük-çü-ler veya diğer tábirle "liberaller", hiçbir zaman yekpáre bir blok oluşturmadılar. Oluşturamazlar.
Ez kázá oluşturdukları takdirde de, ne özgürlükçü, ne liberal tanımını hak ederler.
Zira, "hür düşünce" insanlarını belirleyen hayati özellik onların b-i-r-e-y varlığıdır!
Biat kültürlerine ve sürü organizmalarına uzak dururlar. Biraz da "ego"ları ağır basar.
Ve o birey ki, liberalizmin felsefesinde de, siyasetinde de, ekonomisinde de temeldir!
Dolayısıyla, aynı özgürlükçüler ancak demokrasi, insan hakları, çoğulculuk, sivillik gibi genel ilkelerde birleşebilirler. Ortak paydalar gevşektir. Çatı ve amentü yoktur. Bu kadar.
Ve yine dolayısıyla, "türban sorunu"nda da olduğu gibi, yukarıdaki ilkelere varmak ve onları savunmak konusunda tabii ki yöntem farklılıkları ortaya çıkar ve çıkacaktır.
* * *
KALDI ki, "ayrışma" ne ilktir, ne de son olacaktır. Kıyamet de kopmayacaktır.
"Tezkere"de de aynı "bölünme" yaşanmıştır. Fakat o vakit kimse feryát etmemiştir.
Evet evet, kendi sürü ideolojileri ve dogma kültürleriyle karıştırdıkları içindir ki, bugün "liberaller bölündü" diye sevinenler, özgürlükçülüğün de darbe yediğini sanıyorlar.
Ama boşuna seviniyorlar, zira zaten özgürlükçüğün gücü "sürü bütünü" olmamaktır.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2008
DÜN burada aktardığım gibi, "ulusalcı" cihetin en sivri isimlerinden ve 28 Şubat zorbalığının en ünlü simalarından olan emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu, "Atatürk’ü anlayan tek şef: Hitler" manşetli "Cumhuriyet" gazetesinde ibretlik bir yazı kaleme aldı. Diğer Hitler’ci Nihál Adsız’a hayranlık beyán etti ve de "İstiklál Marşı"nı eleştirdi.
Bunun nedenini de, ümmetçi inancını zaten hiç gizlememiş olan Büyük Mehmet Ákif’in manzûmeye "Hakk", "vecd", "secde" gibi dini kavramlar yerleştirmiş olması oluşturdu.
Burada ilkin, yüksek müsaadesine sığınarak paşamızın sözünü balla keseyim.
* * *
HATIRLATIRIM ki aynı şiirde, "ümmet"e tümden zıt olan "ırk" sözcüğü de geçer.
Yani, tıpkı "Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahvadıyız" diyen "Harbiye Marşı"ndaki gibi Ákif de "İstiklál Marşı"nda, "Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celál" der.
Ama eminim, Silahçıoğlu dini lûgate taktığından ve kafatasçı Atsız’ı örnek aldığından, buradaki "ırk"ı çok seviyordur. Ama yine de "ADN niye yok" diye kızıyorsa, eh n’apim! Her neyse, işte hatırlatmamı yaptım ve günáh benden gitti ki, şimdi sadede geliyorum.
* * *
EN önce, zaten adı üzerinde "milli marş", o "pathos" dediğimiz türden heyecanları ve duygusallıkları kamçılayan ve müzikle söylenen güfteler, ulus-devlet sürecine uzanır.
Nitekim, ilk marşları besteleyen Hollanda da, İngiltere de yine ilk ulus-devletlerdir.
Ancak, onlar tabii ki esas olarak "aydınlanma düşüncesi"nin, yani sekülerleşmek irádesinin çocuklarıdır ama, kendilerini hiçbir zaman din metafiziğinden soyutlamamışlardır.
Yani, Hitler perçemli Nihal Adsız’a hayran paşamızın buyurduğunun tam tersine, ulus -devletler kendi "milli marşlar"ını illá "lá-dini" kılmak işgüzarlığına heveslenmemişlerdir.
Çünkü bir; her "din" insan topluluklarında harmanlayıcı bir ortak payda yaratır.
Ve çünkü iki; aynı "din"ler semávi inançları aşar ve söz konusu laik ulus-devletlere ulaşabilmek azminde dahi bir "seferi uyarıcılık"; bir "iláhi toparlayıcılık" işlevi görür.
* * *
EVET öyledir ve nitekim, Kuvva-ı Milliye kongrelerinin; Ankara Meclisi açılışının; veya taarruz öncesi komutlarının hep dinî retorik ve dualarla gerçekleşmesi, tesadüf değildir.
Zaten, bırakın yerli inanç ve tarikát önderlerini, Şeyh Şûnisi Efendi’yi bile táa Afrika Trablusgarp’inden Anadolu’ya çağıracak kadar öngörülü ve pragmatik olan Büyük Mustafa Kemal, o toplumsal "imán gücü"nün yarattığı sonsuz dinamiği kavradığı için de büyüktür!
Dolayısıyla, yine paşanın iddialarının aksine, Büyük Mehmet Ákif "İstiklál Marşı" nda iláhi tema işleyerek o dinamiği daha çok bileylemiş olduğu içindir ki, sonsuz mil-li-dir!
İnsaf, "ey nazlı h-i-l-á-l" ve "i-m-á-n dolu göğüs" demeyen bir güftenin, "ulus"a kavramına yabancı bir dokuda "pathos" yaratamayacağını görmemek için kör olmak gerekir.
* * *
KALDI ki, aynı iláhi tematikleri içeren diğer milli marşlardan hangi birini sayayım?
Zaten adı "Tanrı Kralı esirgesin" olan İngiltere’ninkini mi ? "İmán ettik Allah’a" diyen ABD’ninkini mi? "Rabb’ım, takdis eyle bizi" diye başlayan Letonya’nınkini mi?
General Silahçıoğlu yine "onlar zaten sofudur" diyerek bu örnekleri 28 Şubat’taki gibi elinin tersiyle; pardon pardon, tankının topuyla mı itti?
O halde, laik Garibaldi İtalya’sının "Tanrı için birleştik" dizesine ne buyuracaktır?
Bilhassa da, o laikliği bile ultra Fransa’nın "Marseillaise"sinde dahi, "Büyük Allah, zincirli ellerimizle" ifadesinin geçmesine nasıl bir "ümmetçilik" suçlamasını getirecektir?
Örnekleri sonsuzlaştırabilirim ama, değmez! Boşuna nefes tüketmiş olurum.
Bari, kimi Hitler perçemli Nihal Adsız’ın hayranlık beyan eder; kimi de benim gibi, Ákif’in güftesinden asla gocunmaz diyerek, "İstiklál Marşı"mızın son mısraını söyleyeyim.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2008
ŞÜPHE yok, "Memleketimden İnsan Manzaraları" çok muhteşem bir başyapıttır. Ve, epika içinde epika, Nazım Hikmet Ran o "Manzaralar"a yaydığı diğer şáheseri "Kuvvayı Milliye Destanı"nda, tam İzmir taarruzu öncesi, Nurettin Eşfak’a şöyle dedirtir:
"Bizim İstiklál Marşı’nda aksayan bir taraf var, / bilmem nasıl anlatsam.
Ákif, inanmış adam. / Fakat onun ben / inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Beni burada tutan şey / şehit olmak vecdi mi? / Sanmıyorum.
Meselá bakın: / ’Gelecektir sana vaadettiği günler Hakk’ın’. / Hayır.
Gelecek günler için ayet inmedi bize. / Onu biz kendimiz / vaadettik kendimize".
* * *
ANLAŞILACAĞI gibi, dev komünist şairin dev ümmetçi şaire burada yönelttiği eleştiri, kendisinin benimsemiş olduğu materyalist ideolojiden kaynaklanıyor.
Mehmet Ákif’in milli marşta da din metafiziğine atıfta bulunmasını benimsemiyor.
Evet öyledir ve özellikle sonraki kıtalarda, pek çok iláhi referans zikredilir.
Manzûme yukarıdaki "şehádet", "vecd", "Hakk" kelimelerine ek olarak, "hilál", "helál", "iman", "Hûda", "iláhi", "mábed", "secd" gibi diğer İslami kavramları da içerir.
Ancak, "Safáhat" yazarı imáni tercihini zaten hiçbir zaman saklamamıştır.
Bunu tavizsiz sahiplenmek dürüstlüğünü ve namuskarlığını hep sürdürdüğü içindir ki de, Cumhuriyet İdeolojisi’yle kesinkes çeliştiği an Mısır sürgününe gitmeyi tercih etmiştir.
* * *
VE bin şükür, ondan çeyrek yüzyıl sonra bu defa kendisi Rusya sürgününe gitmek zorunda kalan Názım Hikmet de aynı ölçüde dürüstlük ve namuskárlık insanıydı.
Nitekim, Nurettin Eşfak’ın ağzından "Ákif inanmış adam" deyişi de, fikri ve felsefi açıdan zıt kutupta yer alsa dahi, Sezar’ın hakkını Sezar’a verdiğinin ispatı ve delilidir.
Ama derhal söyleyeyim ki Ran’ın yukarıdaki eleştirisi, en azından serzenişi, haksızdır.
Yarın değineceğim, ulus-devlet oluşumlarını idealize etmesinden kaynaklanmaktadır.
Buna mim koyalım, şimdi yine aynı konuya daha güncel bir çerçevede geliyorum.
* * *
"ULUSALCI - kuvvacı" cihetin en "sivri" isimlerinden addedilen ve 28 Şubat’ın öncülerinden olan emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu da aynı "İstiklál Marşı"na ilişkin olarak, yukarıdaki eleştiriyi kısmen çağrıştıran başka kelámlar buyurdu.
Resmen Nazi sicilli ve aynen Hitler perçemli Nihal Atsız’a da hayran olan paşamızın "Cumhuriyet" gazetesinde döktürdüğü satırları tek bir virgülüne dokunmadan aktarıyorum:
* * *
"BU fark Türk milliyetçisi Nihal Atsız’la, şeriat ümmetçisi Mehmet Akif’in düşün yapısındaki fark kadardı. Bugün coşkuyla okuduğumuz İstiklal Marşı’mızın 10 kıtalık tüm metnine ’Hakk’, ’ezan’, ’cennet’, ’iman’ gibi sözcükler ustalıkla yerleştirmiş. (?)
"(Milliyetçiler kastediliyor) Vasiyetinde Arapları yeni düşman, Amerikalıları yarınki düşman olarak niteleyen Türk milliyetçisi Nihal Atsız’ın yolunu terk ettiler!.."
Breh, breh, breh, demek artık ey Türk titre ve kafatasçı Atsız hayranı paşanı izle!
* * *
TABİİ ben, "ulusalcılık" sözcüsü Silahçıoğlu’nun "Atatürk’ü Anlayan Tek Şef: Hitler" manşetli o "Cumhuriyet" gazetesinde, 2. Savaş boyunca aynı gazetede gamalı haç satırları döşenmiş olan diğer general Erkilet’in yerine adaylık koyup koymadığını bilemiyorum.
Ancaak, "İstiklál Marşı" konusunda emekli askere söyleyecek iki çift láfım olacak.
Zira, asla Büyük Názım Hikmet’le karşılaştırmak gafletine düşmüyorum ama, paşanın Büyük Ákif’e yönelik veryansını, Ran’ın idealist yanlışına ek olarak bir de cehálet içeriyor.
Bunu yarın, ulus-devlet marşlarındaki "iláhi boyut" çerçevesinde inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2008
Yüreğim patır patır atıyor ama dışarıya renk vermeyecek kadar da cüretkárım. Tersine, reyonlardan sanki şunu veya bunu seçmek istiyormuş da kadı kızında kusur arıyormuş gibi mırın kırın ederken, iki elim cebimde, gayet laûbali tarzda ıslık çalıyorum.
Ve, alına salına, bakına gezine, eğlene oyalana, nihayet kasaya geldim. Geldim ve tüm alışverişimi oluşturan ekmek, margarin ve salatanın parasını ödedim. Sonra, küçük naylon torbayla birlikte marketi terk etmek üzereyim.
Dışarıda tramvayların sesini duyuyorum. İlk pırıldayan bahar güneşi seçiliyor.Tam kapıyı itip sokağa çıkacağım, sol kolumun aniden kavrandığını hissettim.
Döndüm ki, orta yaşın üzerinde ve son derece harcıálem görünümlü bir kadın, "Mösyö, zorluk çıkartmadan beni takip edin" dedi. Dünyam yıkıldı ve işte yakalandım.
Anladınız, hani "cinnet yılları"mın yoksulluk kışlarından söz ettiğim geçen pazar günkü yazımda, canımın dayanılmaz ölçüde biftek çektiğini ve alacak param olmamasına rağmen de eti mutlaka pişirmeye karar verdiğimi söylemiştim ya, işte oraya dönüyorum.
Çünkü, her halde yine anladınız, yüz elli, belki iki yüz gramlık döş parçasını marketin kasap reyonundan çaldım ve de paçayı ele verdim.
HANIM EVLADIYIZ
Aslına bakarsanız, söz konusu "cinnet yılları"nda benimsediğim pespaye ideolojiden dolayı, "teorik olarak" (!) "çalmak" fiilini suç addetmiyordum.
Eh, üretim sürecinin iş-emek ilişkisinde burjuvazi "artı değeri" zaten çalmıyor mu?
Dolayısıyla, ben de ondan çaldığım takdirde, tabii ki hırsızlık yapmış sayılmam. Hakkımı almış, daha doğrusu proletaryanın çelik bileğiyle hakkıma el koymuş olurum.
Ancak, "teorik olarak" (!) bu hezeyánları yumurtlamak bir şey, "pratik olarak" aşırementoculuk yapmak bambaşka bir şey! Tabii en başta da, korku boku Selánik!
Zira, her ne kadar Tophane’de düşüp kalkmışlığım varsa da, doğrusu ne yankesicilik rahle-i tedrisinden geçtim, ne de tırtıkçılık mektebinde okudum. Lafta devrimcilik mevrimcilik ama, işte eninde sonunda "hanım evládıyım" (!).
Nitekim, daha önce de bu haltı denemeye kalkışmış, fakat polisi, zaptiyesi, kodesi gözümü çok korkuttuğundan, elim ayağım dolaşıp, "cız" diyerek harama dokunmamıştım.
Kaldı ki, "sınıf şartlanmamla" (!) köprüleri atıp hırsızlığı beyni açıdan "meşrû" (!) kılmaya çalışıyorum ama, işte haram kelimesinin benliğime işlemiş olması dahi ispatlamaya yetiyor, o "sınıf şartlanmam" (!), yani ahlák, etik, dürüstlük gibi kavramlar iliklerime öylesine işlemiş ki, aslında vicdáni açıdan da sonsuz rahatsızlık duyuyorum.
Neyse, işte bu defa kendi kendime "başlarım senin vicdánına" dedim ve de patates kızartmalı bifteğin kokusu hayalimde, marketten içeri daldım. Kasap reyonuna geldiğimde de, sağa bak, sola bak; önüne dön, arkanı yokla, hiç kimseye çaktırmadığımı düşünerek, selofan kağıda paketlenmiş en iyi cins bir biftek dilimini kaptığım gibi, parkamın koca cebine attım ve derhal diğer reyonlara doğru seyirettim.
O sıra henüz gizli kameraların, otomatik alarmların, elektronik etiketlerin ruhu dahi icat edilmemiş, dolayısıyla, paçayı ele vermeden kasayı geçtin mi azát olduğunun resmidir. Fukara odamda bifteği tavaya koyup sonra bunu kemál-i afiyetle taam etmek kalıyor.
Gerisini biliyorsunuz, işte yüzüme gözüme bulaştırıp paçayı ele verdim.
HEM MÜLTECİ HEM HIRSIZ
Kolumdan yakalayan o sivil hafiye kadın, "zorluk çıkartmadan beni takip edin" demişti ya, zorluk ne kelime, zangır zangır titreyerek peşi sıra gittim.
Bir servis kapısından içeri soktu; telefon etti; sima olarak tanıdım ve mağazanın sorumlusu olduğu anlaşılan "şef" geldi; kadın, "cebinizdeki eti verin" dedi; özür dileyerek verdim; masanın üzerine koydu ve beni o şefle yalnız bırakarak kendisi odadan çıktı.
Yaklaşık 55 yaşlarındaki "şef" bana döndü ve, "Oldu mu ya" dedi. Sonra hiçbir şey söylemeden kimliğimi istedi. Adımı, adresimi, şeceremi yazdı. Ardından tekrar döndü ve aşağı yukarı şöyle konuştu: "Bir de öğrencisiniz! Üstelik, siyasi mültecisiniz. Bu ülke zor gününüzde size kucak açmış. Hırsızlık yapmak álemi var mı? Kaldı ki, belli ağzınızın tadını biliyorsunuz. En iyi kalite bonfile seçmişsiniz. Ekmek-somun olsa, hadi açsınız ve belki karın doyurmak içindir diyeceğim ama, bifteksiz yaşanabildiğini herhalde size öğretecek değilim. Şimdi serbestsiniz ama, bir daha tekerrür ederse polis çağıracağım."
Bilge ve babacan adam konuşurken, kulaklarımın ucuna kadar cayır cayır kızardığımı hissettiğim gibi, karşısında hüngür hüngür ağlayarak "proletarya disiplini"me (!) bok sürdürmemeye çalışıyorum.
Herhalde, özrü kabahatinden büyük davranıp, canımın çok biftek çektiğini ve bu haltı da onun için karıştırdığımı geveleyerek kendimi affettirmeye çalışacak kadar düşemezdim.
Çok teşekkür ettim ve bir daha asla tekrarlamayacağımı söyleyerek geri döndüm.
Tam çıkarken, "şef" birden "mösyö" diye ekledi. Pantolon cebinden kendi cüzdanını çekti, kuruşu kuruşuna, biftek etiketinde yazan kadar para verdi ve "Bunu alın; kasaya ödeyin; fazla pişirmeyin; afiyet olsun" dedi. Başlarım "proletarya disiplini"nden de, hırsızlığın "teorik meşruluk"undan da!
Hüngür hüngür ne kelime, hayretle bakan müşteri ve kasiyerlere aldırmadan katıla katıla ağlayarak ücreti ödedim ve de eti ilk rastladığım çöp kutusuna attım.
"Cinnet yıllarımı" yaşıyordum ve yirmi yaşımı sürüyordum. Ve sonra, ne "teorik", ne "pratik", harama bir daha el sürmedim.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2008
EEE, hani Kıbrıs’ı satmıştık? Hani KKTC’yi "hibe etmiştik"?<br><br>Hani "yavru vatan"ı öksüz ve "námerde muhtaç" bırakmıştık? Malûm, "hafıza-ı beşer nisyán ile malûldur". Yani, insan aklı unutkanlığa yatkındır.
Acep bazıları erken bunamadan muzdarip midir ki, şimdi havaya bakıp ıslık çalıyor?
Fakat, sevábına, ben şuracıkta hemen hatırlatıvereyim.
* * *
EFENDİM, tabii başta "Mister No" lákaplı Rauf Denktaş olmak üzere, onun dümen suyundaki bilûmum "ulusalcı - kuvvacı" cihet, hem "Annan Planı"nın oylanacağı 24 Nisan 2004 referandumu arifesinde, hem de Türklerin bunu onaylamasında sonra, ne buyuruyordu?
"Gitti gider, dahi gider" diye feryád-ı figán etmiyorlar mıydı?
Ateşli mitingler düzenleyip, fırtınalı konuşmalar yapıp, kanlı satırlar yazıp, Kıbrıs’ın "Rum’a hediye edildiğine ve edileceğine" dair nutuklar, láflar, sayfalar döktürmediler mi?
"Kara bahtlar", "feláketli gelecekler", "meşûm günler" öngörmediler mi?
Artı, dehşet bir hayasızlıkla da cüretkárlık derecesini, planı savunanlara "vatan haini", "Rum çocuğu", "emperyalist ajanı" diye iftiralar atmaya vardırmadılar mı?
Çok değil aradan dört yıl bile geçmedi ki, tükürükleri ve mürekkepleri daha kurumadı.
Eee, sonra?
* * *
SONRASI şu ki, tüm bunların hezeyan olduğunu hayatın gerçeği teker teker ispatladı.
Türklerin "evet", Rumların ise "ohi" dediğinin anlaşıldığı an, hava birden değişti.
Uluslararası rüzgarlar 1974’den beri ilk kez Ankara ve Kuzey Lefkoşa lehine döndü.
Brüksel’inden Washington’una, "diplomatik odaklar" en azından, "Rum tarafının uzlaşmaz tutumundan duyulan derin kaygı ve üzüntü"yü açık açık ifade eder oldular.
Artı, aynı 1974 tarihinden beri daima "Türk işgali" terminolojisinde ısrar etmiş olan dünya basını da nötr bir "Türk müdahalesi" deyimine çark etti. Bu, şimdi kurala dönüştü.
Başka bir deyişle, 2004 referandumu turnusol kağıdı işlevi gördü ki, tábir caizse, kendilerini "sütten çıkmış ak kaşık" olarak takdim eden Rumların "bekáreti bozuldu".
* * *
AMA doğru, Denktaş 2003 Mart’ı Lahey’inde yine "no" çekerek Topluluk üyeliğini o Rumlara altın tepsi içinde hediye ettiği içindir ki, Güney Lefkoşa AB bünyesine dahil olabildi.
Dolayısıyla da, artık ayrıcalığından faydalandığı Brüksel menzillere sığınarak, limanların açılmasından diplomatik tanımaya, Ankara’ya salvo atışı yapmaya başladı.
Peki de, sonuçta ne oldu? Ne elde etti? Ne kazanabildi?
Türkiye bunun "korkusu"yla Kıbrıs’ı mı sattı mı? KKTC’yi yalnız mı bıraktı?
Tam tersine, Rauf Denktaş’ın karşı cihetteki ikiz kardeşi diğer "Mister No" Tasos Papadopulos kabak tadı verdiğinden, artık Yunanistan’ın desteğini de eskisi kadar bulamayan Rum Yönetimi, "Yeşil Hat"ın açılmasından ve serbest dolaşıma, metazori tavizler verdi.
Ve tabii en önemlisi de, geçen pazar günü aynı Papadopulos’un defteri dürüldü.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin daha ilk turunda, hazret iktidardan postalanıverdi.
* * *
EVET, Rum "Mister No"sunun da nihayet sepetlenebilmesi, hiç şüphesiz ki, Türk tarafının BM Planı’na "evet" demesiyle yaratılmış olan dinamiğin sonucu ve uzantısıdır.
Yani, Ankara ve KKTC 2004’deki akılcılığın meyvalarını esas şimdi toplamaktadır.
Ve, bundan böyle Ada’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Artık devrán değişmiştir.
Türkiye büyük yanlış yapmadığı takdirde de, önemli bir ihtimalle, aslında iki devletten oluşan ama kağıt üzerinde konfederasyon gözüken gevşek bir yapılanma gündeme gelecektir.
Peki de, ey yeri göğü inleten "ulusalcı - kuvvacı" koro, hani Kıbrıs’ı "satmıştık"?
Yazının Devamını Oku