26 Ağustos 2008
BELÇİKA gazetesi "Le Soir" 1 Şubat 1894 günü aşağıdaki manşetle yayınlanmıştı:<br><br>"Maymun taklitçiliğinin bu kadarına pes!" Sonra, haber şu şekilde devam ediyordu.
"Fransız Baron de Coubertin eski Yunan olimpiyatlarını hortlatmak için harekete geçti. Kádim ataları taklit edip, dünya milletlerini iki yıl sonra Atina oyunlarında toplanmaya çağırıyor. Baron hazretleri o milletleri maymun mu zannediyor".
Oysa gerisini biliyoruz.
***
ÖYLE, zira "Le Soir"ın sandığının aksine, demek söz konusu milletler "maymun taklitçiler"miş ki, Pierre de Coubertin’in öncülük ettiği o modern olimpiyatlar tuttu.
Sırf Belçika gazetesinin değil, aynı dönem Avrupa’sındaki pek çok yayın organının yürüttüğü bu anti-kampanyaya rağmen ilk uluslararası oyunlar 1896 Atina’sında gerçekleştirildi.
Ve savaş yılları hariç, önceki akşam yirmidokuzuncusunu noktalayan son Pekin müsabakalarına dek de aralıksız sürüp gitti.
Ama yine de, yukarıdaki manşette haklılık payı olduğunu söylememiz gerekiyor.
***
ANCAK, buradaki "haklılık" sıfatıyla, Yunani oyunların tekrar canlandırılmasına ilişkin o "maymun taklitçiliği" suçlamasını kastetmiyorum. Bu itham ciddiyet arz etmiyor.
Zira insanlar her şeyi yoktan var etmekle yükümlü değildir. Eskisini de yenileyebilirler.
Dolayısıyla, benim esas vurgulamak istediğim şeyi, modern olimpiyatlarda durmadan eleştiri konusu yapılan siyasi, mali ve milli "sapmalar"ın aslında hiç de "modern" olmadığı ve tüm bunların Antik dönem olimpiyatlardan devralındığı gerçeği oluşturuyor.
İdealize edildiğinin tam tersine, Olimpus tapınağı eteğinde gerçekleştirilen yarışmalarda ne aman aman bir "amatörlük ruhu" vardı; ne de müsabakalar site politikalarından ve şovenizminden arındırılmış bir "manevi ortam"da yapılıyordu.
***
EVET öyle ve nitekim, zaten kendi şehirleri tarafından servete boğulan atletlerin tek bir dalda yarışarak uzmanlaşmaya başlamasıyla birlikte, profesyonellik tam zirveye ulaşmıştı.
Tıpkı bugünün "as"ları gibi onlar da hem derhal şan ve şöhrete kavuşuyorlardı, hem de keselerine oluk gibi para akıyordu.
Dolayısıyla, örneğin Atinalı Solon şampiyonlara verilecek o parayı sınırlayan kanun çıkartmak zorunda kalmıştı.
Veya, aynı şampiyonlar vergi ve askerlikten muafiyet ayrıcalığıyla donatılıyordu.
Artı, "doping" de pek bir rağbet gördüğü içindir ki, yine örneğin, Limnili Filostratos "Cimnastik El Kitabı"na, "bazı antrenörler atletleri gizli rejime sokarak hem müsabaka ruhunu yaralıyorlar, hem de onlardan çok altın sızdırıyorlar" diye not düşüyordu.
***
SONRA, hátip Lisyas’ın seyircileri Sirakuza tiranı Denyos’a karşı birleşmeye çağırmasından tutun da, İskenderiye, Sparta yahut Mikonos sitelerinin kendi sporcuları aracılığıyla prestij elde etmek sevdasına, politika da o oyunların tam göbeğinde yer alıyordu.
Bir ay önce başlatılan "barış mütarekesi" ise, zaten şehirler adına yarışacak atletlerin salimen yolculuk etmesine imkan sağlamaktan başka amaç gütmüyordu.
Yani işin açıkçası, "maymun gibi taklit ettiğimiz" eski olimpiyatlar da tıpkı yenileri gibi, özünde kocca bir efsaneden başka bir şey olmayan o "ideal sportif ruh"tan yoksundu.
Ve, ne dün sona eren yirmidokuzuncu Pekin olimpiyatları bu ruha sahipti, ne de dört yıl sonra otuzuncusu gerçekleşecek olan Londra olimpiyatları böyle bir ruhla donanacak.
Evet evet, belki "maymun gibi taklit ediyoruz" ama, aslında doğru taklit ediyoruz.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2008
Madem biz devrimi halkla beraber yapacağız, o halde söz konusu halkı kazanabilmek için onun bağrında erimeliyiz. Bilhassa da, aykırı kaçacak, tepki çekecek her türlü hal ve oluş tarzından, giyim biçiminden, çehre görünümünden kaçınmalıyız. Halkımızın, özellikle de köylülerin içinde eriyebilmek için, en kabadayısı bıyık bırakabiliriz. Hatta, halkımız burunla ağız arasındaki kıllara pek bir meraklı olduğundan, bırakmamız tercihe şayandır. Tamam, "İki, üç, dört Vietnam / Ernesto’ya bir selam / Ho, ho, Ho Şin Min" diye haykırarak Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye Amerikan askeri kovaladığım doğrudur. Ama yine de hiçbir zaman "Ernestocu", yahut esas deyimiyle "Guevaracı" olmadım.
Yukarıdaki slogana katılmam sürüyü takip etmek güdüsünden başka bir şey değildir.
Çünkü, zahir tam mazoşistmişim ki, Latin romantikalarda kulaç atmak varken, ben "cinnet yılları"nın daha ilk başlangıcından itibaren "güneş doğudan doğar" şiarına inandım.
Güney Amerikalar yerine Uzak Asyalar’a dümen kırdım.
Başka bir deyişle, yukarıdaki cinneti dahi artık "delirium" raddesine vardıran o meşûm Çin Kültür Devrimi’nin, yani aslında "kültür katliamı"nın rüzgárında savruldum ve tarihin en büyük canileri arasında yer alan Mao’nun tongasına geldim.
Dolayısıyla da, oğlumun yanılgısı buradan kaynaklanıyor.
Evet buradan kaynaklanıyor, zira geçen pazar anlattığım gibi, sakallarını kesmesini istediğimde bana, "Baba, benim yaşındayken çekilmiş fotoğrafların ortada. Kendini dağda gerillacılık oynayan Guevara sanıyordun" cevabını verirken, maddi yanlışa düşüyor.
Ne münasebet! İftira!
Kendimi hiçbir zaman Guevara sanmadım. Tam tersine, onun "küçük burjuva maceraperestliği"ne ilişkin olarak bin bir nutuk paraladım.
Dolayısıyla da, ilk sakallarımı da Ernesto’ya benzemek için bırakmadım.
Zaten aslına bakarsanız, sakal bırakmayı dahi çok vahim ve çok affedilmez "suç" addeden bir "devrimci ortam"ın (!) içinde oldum.
Öyle öyle, "suç", ne sandınız ya!
KİTLE ÇİZGİSİ
Evet efendim, yoksa siz hiç "kitle çizgisi" diye bir şey duymadınız mı?
Açıklayayım, bununla denilmek istenen şey şudur: Madem biz "devrim"i (!) "halk"la (!) beraber yapacağız, o halde söz konusu "halk"ı (!) kazanabilmek için onun bağrında erimeliyiz. Asla fark edilmemeliyiz. Bilhassa ve bilhassa da, "aykırı" (!) kaçacak, damara basacak, "tepki" (!) çekecek her türlü hal ve oluş tarzından, giyim biçiminden, çehre görünümünden kaçınmalıyız.
Eh, ne demiş Başkan Mao? "Suyun içinde balık olun." Yani, kimse sizi bir "öteki" olarak görmesin.
Bu takdirde, şimdi sorarım, sakal makal bırakmak düşünülebilir mi? Tabii ki düşünülemez!
Hacı-hoca takımının sünneti zaten başka kategoriye giriyor, sakalı kim koyverir ki?
Hele hele, haniyse 40 yıl öncesinden söz ediyoruz, o yıllarda kim bırakabilir?
Kerataların iki yanağına iki tokat nakşet, birkaç "züppe" akademi öğrencisi ve de artı, öyle kitle mitle çizgisi takmadan Guevaracılığa heveslenen "maceracılar" (!).
Oysa biz farklıyız ve "bozkırı tutuşturan kıvılcım" olacağız ya, "halkımızın", özellikle de köylülerin içinde "eriyebilmek" için, en kabadayısı bıyık bırakabiliriz. Hatta, aynı "halkımız" burunla ağız arasındaki kıllara pek bir meraklı olduğundan, bırakmamız tercihe şayandır.
Ancak, velev ki diğer katili yere göğe koymuyor olalım, ne me lázım, orada dahi öyle göze batacak cinsten bir Stalin bıyığına rağbet etmemek gerekiyor. Kaytan bıyığa, badem bıyığa, leblebi bıyığa, çekirdek bıyığa, falan fıstık bıyığa amenná da, "solculuk" alámet-i farikası sayılan bir pos bıyığa hayır!
HALKLA BİRLEŞİYORUZ
Şimdi, durum böyleyken ve káh Söke köylerinde, káh Alibeyköy fabrikalarında, káh Alamanya haymlarında ajitasyon ve propaganda yaparken, zavallı ırgatları, kahraman işçileri, çilekeş gurbetçileri yarı belimize kadar sakallı vaziyette "tavlamamız" mümkün olabilir mi?
Tabii ki olamaz! Tahayyül dahi edilemez!
Bir kere, bu görünümümüzle hemen dikkat çekeriz ve dolayısıyla da, daha köy minibüsüne binmeden; daha vardiya çıkışına varmadan; daha yemekhane masasına oturmadan, paçayı derhal zaptiyeye, aynasıza, polise kaptırırız.
Ama esas olarak, zavallı ırgatlar, kahraman işçiler ve çilekeş gurbetçiler bizi tefe koyar.
Bırakın bozkırı tutuşturmak için kibrit çakmayı, "Birinci" cigaramızı muhtar çakmağıyla bile yakmazlar. Yanımıza bile yaklaşmazlar. Kendileri gibi değil, züppe akademi öğrencileri gibi sakal bırakmış "devrimciler"e asla ve asla güvenmezler.
O takdirde, madem "kaderimizi halkla birleştiriyoruz", suratımızı da aynı halka benzeteceğiz ve "burjuva özentisi" sakala makala itibar etmeyeceğiz.
Hoş, bütün bunlar işin teorik yanını oluşturuyordu. Kitabiyattan öteye gitmediler. Çünkü, örneğin, zaten her biri birer "çarıklı erkán-ı harp" olan o köylüler yine aynı Söke’de, "halkımızın arasına erimek" için kafasına kasket ve ayağına çarık geçirdikten sonra bir de uyuz eşek edinen bir yoldaşı anında fark edecek kadar uyanık davrandılar.
Dolayısıyla, sakallı olup olmamak pratikte hiçbir kıymet-i harbiye ifade etmedi. Ha Che Guevara’ya özenerek sakal koyvermiş ve Latin romantikalarında "devrimcilik" (!) oynamışsın; ha, daha da beteri, kendini o romantikalardan bile mahrum bırakıp zaten haniyse köse bir Mao’nun cinnet talimatlarına uymuş ve aynı "devrimcilik oyunu"nu sinek kaydı tıraşlı veya alelade bıyıklı bir mazoşizm raddesine vardırmışsın.
Aşağı tükürsen o sakal, yukarı tükürsek o bıyık ki, her ikisi de aynı çıktı ve çıkıyor. Biliyorum, şimdi, "Madem vaziyet böyleydi, o halde oğlun sakallı fotoğraflarını nereden buldu" diye soracaksınız.
Müsaadenizle, bunun cevabını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2008
KARL Marx bir yana, kabuğunu beğenmeyen civciv misali, "sol"un içinden çıkmış olduğu özgürlükçü ve liberal gelenekten kopması, esas olarak Ferdinand Lasalle’ye uzanır. O Lasalle ki, 1860’lı ve 1870’li yıllarda Alman Sosyal Demokrat Partisini oluşturacak olan ve dolayısıyla da tüm dünya "sol"una cidden damga vuran bir nüveye öncülük etmiştir.
Ve, Saksonyalı aktivistin liberalizm düşmanlığı en zirve noktaya ulaşmıştır.
Hayati unsuru da, "üstád" bellediği Hegel’in devlet teorisini baş tácı etmesi oluşturur.
Başka bir deyişle, aslında "sağ" ve muhafazakar bir Bismarck Prusya’sına payanda oluşturan "ideal devlet" ideolojisi, yukarıdaki virajla birlikte "sol"a da musallat olmuştur.
Zaten bundan sonrasını açıklamak ve işi bizim "Ergenekon"a vardırmak kolaylaşıyor.
***
ÖYLE, zira ilkin, devlet son tahlilde insanlık için "amaç" değil, ancak bir "araç"tır.
Oysa siz o devleti kutsallaştırır ve siyaset felsefe ve pratiğini de aynı "mukaddesat"la donatırsanız, en önce "sağ" ve "sol" kavramları muğlaklık kazanır. İçeriğinden boşalırlar.
Çünkü, somut insan unsurunu değil soyut bir devlet kavramını "ideal" bellediğinize göre, hangi kıstas, ölçek ve parametrelere göre "solcu" veya "solcu" olabilirsiniz?
Ne biri yekdiğerinden daha az yahut daha fazla değer taşır, ne de daha hümanist olur.
***
AMA en önemlisi, her ikisinin de "aşırı"sında varılacak olan nokta totalitarizmdir.
Nitekim, bu mutlakçı anlayış káh Mussolini veya Hitler’in "sağ" denilen faşizminde; káh da Lenin yahut Stalin’in "sol" addedilen komünizminde hayat bulur.
Oysa, her ikisinin de karakteri ö-z itibariyle bir bütündür. Aynı yolun yolcusudurlar.
Zira, biri gibi diğeri de, "birey yurttaş" yerine "kolektif kitle"yi kendisine tábi kılacak olan bir "total", bir "kapsamcı", bir "içselleştirici" devlet kavramını benimsemiştir.
Üstelik, pragmatik zorunluluklardan dolayı pek uygulanmamış olsa dahi, o "sağcı" faşizm de tıpkı "solcu" komünizm gibi, esas "kitábi proje"sinde, liberal özgürlükçülüğün maddi altyapısını oluşturan piyasa ekonomisini reddeder. Burjuvaziye "diş biler".
Dolayısıyla da, aslında aynı zihin rendesinde yontulmuş olan insanların ve militanların birinden ötekine geçişi sonsuz kolay, sonsuz çabuk ve sonsuz "pürüzsüz" gerçekleşir.
***
EVET evet, zaten böylesine sonsuz çabuk, kolay ve pürüzsüz gerçekleştiği içindir ki, Türkiye’de ortaya çıkmış olan bugünkü tablo ne bir sürpriz, ne de bir "yenilik" oluşturuyor.
Yani, dün en "kızıl komünist" geçinen "karanlıkçı Maocular"dan; yine dün en anti-komünist bilinen "JİTEM"cilere, şimdiki "ulusalcı - neo-ittihatçı" taifenin "Ergenekon" çatısı altında buluşması maddenin tabiatına son derece uygun bir seyir izliyor. Cukka oturuyor
Eh, bizimkilerden zaten haydi haydi çoook ve faşizme ve Nazizme kapak atmadan, hátta onların kurucusu olmadan önce, bir İtalyan Mussolini; bir Alman Strasser biraderler; bir Fransız Druot veya bir Belçikalı Deman falan, kimdiler ki?
***
TABİİ ki, sosyalist ve komünist partiler içindeki en "sol" kanadı temsil ediyordular.
Oysa, "kızıl milis" olarak burjuva döverken, bir çırpıda, bu defa "kara gömlekli" olarak yine o burjuvazinin demokratik kurumlarına karşı kendi "Ergenekon"larını kurdular.
Yahut aksi yönde, Doğu Almanya resmileştiği an, eski Naziler derhal yeni rejime adapte oldular. Orta - alt kadroları sağladılar ve "Gestapo"dan "Stasi" polisine geçtiler.
Yani, "ulusalcı - neo-ittihatçı" taifenin ağababaları, eninde sonunda totalitarizme varması mukadder olan ve liberal özgürlükçülüğün zıt kutbunda yer alan "devlet fetişizmi"nden mustarip oldukları için, birinden ötekisine sıçramakta bizimkilerine yol gösterdiler.
O illet yolun "sağ"da ve "sol"da nereye götürdüğünü ise hepimiz biliyoruz.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2008
ALMANCADA "liberalist" (!) diye bir kişi unvanı yoktur. Tamamen uydurmadır. <br><br>Zaten başka bir dilde de yoktur. Felsefi ve siyasi lûgatte asla mevcut olmamıştır. Ezelden beri, bütün dünya lisanlarında şahıslar "liberal" kelimesiyle tanımlanır.
***
NE var ki, yukarıdaki deyim Hitler döneminde o Almancaya girdi.
Mucidi, daha doğrusu sıradanlaştırıcı, Nazi propaganda "sihirbazı" Goebbels’dir. Daima da küfür ve hakaret maksadıyla kullanmıştır.
"Liberalist" aşağı, "liberalist" yukarı, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika şahsiyetleri dahil, tüm demokrasi ve özgürlük yandaşlarını hep bu sıfatla "yerin dibine batırmıştır".
Öyle ki, bırakın Cermenlerin beynine nakşetmeyi, yabancı dilde yayınlanan "Signal" ve "Adler" gibi dergiler aracılığıyla sözcüğü kısmen diğer lisanlara da sokmuştur. Kavramın o beyinlerden ve Goethe lûgatinden temizlenmesi savaş sonrasına uzanır. Ve sanılmasın ki, Nazilerin bu dehşet liberalizm nefreti bir tesadüf oluşturuyor. Asla!
Çünkü, Hitlerci ideoloji en zirve noktaya ulaşmış olsa bile, yukarıdaki nefret aslında modern tarihten süzülen gayet sıradan bir geleneğin doğal uzantısına tekabül ediyor.
***
EVET öyle, zira bizdekinin tam tersine; yüz seksen derece aksine; çifte kutup zıddına, liberalizm düşmanlığı "sol"un değil "s-a-ğ"ın dağarcığında yer alır. Onun söylemini belirler.
Üstelik, en aşırı, en uç, en bağnaz bir "sağ"ın silahındaki en kalleş mermiyi oluşturur.
Bütün sağ totalitarizmler "liberal kültür"den nefret ekseninde hayat bulmuştur.
Ama "kültür" dediğimize göre kavramları yerine oturtalım ki, yanlış anlama olmasın.
***
"LİBERAL" kelimesiyle, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler"e indirgenecek bir iktisadi yaklaşımı değil, sözcüğün nüvesindeki felsefi, fikri ve siyasi boyutu kastediyorum.
Bunu bugün özgürlükçülük, demokratlık ve sivillik olarak da tercüme edebiliriz.
"Sağ" ve bilhassa da "sol" ifadelerini ise evrensel anlamında kullanıyorum.
Yani, yüzleri kızarmadan kendilerini "sol" diye yutturmaya kalkışan malûm "ulusalcı -neo-ittihatçı" zevátı; artı, onların biraz daha "marksizan" kopyalarını tabii ki bu kategoriye dahil etmiyorum.
Daha sonra işleyeceğim, onlar aslında yukarıdaki "aşırı sağ" bünyesinde yer alıyorlar.
***
TEKRAR sadede gelirsek, evet, "liberalizm" ve "sol" en baştan beri kan kardeştirler.
Daha doğrusu, "sol" kavramı zaten liberal düşüncenin çocuğudur. Ondan doğmuştur.
Hadi 1789 İhtiláli’ne kadar çıkmayayım ama, en azından 1848 Avrupa devrimlerinden itibaren, Marksist veya değil, o "sol" liberalizmin bir kanadı, bir virajı olarak gelişmiştir. Nitekim de, sosyal-demokrat partilerinin ideolojik ve organik çekirdeğine bir bakın!
Hümanist aydınlardan hür düşünce kulüplerine ve laik burjuvalardan mason localarına, hemen hepsinin kökeni liberal kurum ve şahsiyetlere uzanır. Özgürlükçü atılımdan beslenir.
Zaten kültür dediğimiz şey de işte budur ki, hem toplum, hem "aşırı sağ ulusalcılar" ondan mahrum ve bihaber olduğu için, hazretler "sol" etiketini kullanmaya cüret edebiliyorlar.
***
OYSA, tereciye tere satmasınlar! Onlardan çook önce, ne Fransız aşırı sağına ideolog Maurras’ın; ne faşist D’Annunzio’nun; ne Alman "muhafazakár devrimcileri"nin ve tabii ki, ne de "liberalist" diye küfreden Nazilerin "liberal kültür" nefreti gökten zembille inmişti
"Sağ", totalitarizme yaklaştığı ölçüde liberalizme düşman kesildi. Daima simetri oldu.
Ve aynı şey, kendisini "sol" (!) sanan ve "ulusalcı- neo-ittihatçı" bir "aşırı sağı" cismanileştiren bizim yeni yetmeler için de geçerlilik taşıyor ki, bunu cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2008
"ULUS" ve "ulus-devlet" kavramlarının bin tane tarifi vardır dersem, abartma olur.<br><br>Ama yine de, onların tek bir tanımı yoktur. Yorumlar çoğul, uygulamalar değişkendir. Tersini iddia etmek ise ne yazıdaki teoriyle, ne de fiiliyattaki pratikle bağdaşır.
Nitekim, 18. yüzyıl Diderot’sunun "Ansiklopedi"ye zikrettiği ve liberal içerikli "millet" maddesiyle, önce Alman "Muhafazakar Devrimciliği"nin ve sonra da Hitler’in benimsediği "völkisch - millet" anlayışı arasında hiçbir ilişki mevcut değildir.
Yahut, Akçuralı Yusuf Bey’in "Üç Tarz-ı Siyasette" önerdiği "ulus-devlet" projesi, 1923 Cumhuriyetimizin gerçekleştirdiği mekanizmayla ciddi farklılıklar arz eder.
Ancak tabii ki, "hayır, mutlak tarif vardır" diye dayatanlar yine çıkar ve çıkacaktır.
***
AMA bunları ciddiye almamak gerekiyor. Müstehzi bir tebessümle geçiştirmek yeter.
Çünkü, somut örneği işte zaten ortada, "ulusalcı - neo-ittihatçı" taifenin yaptığı gibi, böylesine "mutlakçılar" işlerine gelen belirli bir tanımı daha baştan kabullenmişlerdir.
Daha doğrusu, "iman etmişlerdir"! Tartışılmasını dahi yasaklamaya yeltenirler.
Dolayısıyla da, kendilerinin benimsemiş olduğu "ulus" ve "ulus-devlet" tariflerini dokunulmaz tabuyla teçhiz ederler. Zaten de, söz konusu tabuya "ibadet"ten (!) dem vururlar.
En softalara taş çıkartacak bir fanatizmle de bunu hem savunurlar, hem empoze ederler.
Zira, hayatın esas renklerini belirleyen ara tonları görmediklerinden, her şeyi "ak - kara"; "doğru - yanlış"; "haklı - suçlu" denklemine indirgeyen beyinler, o "ulus"un ve o "ulus-devlet"in farklı coğrafya, toplum ve zamanlarda yine farklı algılandığını anlayamazlar.
Ve işte yine ortada, bu bağnazlık da onları "Susurluk" ve "Ergenekon"lara götürür.
***
OYSA, söz konusu "ulus" ve "ulus-devlet" kavramlarının muğlaklık içermesinde; değişik tanımlara ve yorumlara yol açmasında o kadar da şaşılacak bir şey yoktur.
Çünkü en önce, her ikisi de genel insanlık tarihi açısından ancak dünkü çocuktur.
14. Louis Fransa’sının Kıta Avrupası’nda ilk "ulus-devlet"i pratiğe geçirmesi ve istim arkadan gelsin hesabı, Devrim’in de bunu teorize etmesi, şunun şurasında nedir ki?
Aradan geçmiş olan süre o insanlık tarihinde sonsuz kısa bir döneme tekabül eder.
İkinci olarak, bunlar tabii ki modernitenin ürünüdürler ama, söz konusu tarihin her yerde aynı hızla, aynı yoğunlukla ve aynı rotayla ilerlediği ne zaman váki olmuştur ki?
O halde, modernite aşamasının hálen de devam ettiğini söylersek, yanılgıya düşmeyiz.
Nitekim de, "Duvar"ın yıkılmasından ve komünizmin çökmesinden sonra nükseden "ulus oluşturmak" ve "ulus-devlet kurmak" sevdası; aslında şehveti ve ihtirası, geçmişte ıskalanmış bir modern zamanları ancak şimdi yakalamak iradeciliğinden kaynaklanıyor.
***
EVET oradan kaynaklanıyor ve Çeklerle Slovakların "medeni boşanması"ndan Boşnaklarla Sırpların "cinayet ayrılmasına" veya Kafkaslarda süren arbededen Balkan’da yatışmayan gerilime, yaşadığımız kaosu, kavmiyetleri "ulus"a dönüştürmek çabası belirliyor.
Sonra da "devlet"le donanmak azmi bir "modernleşme" iradesi olarak şekilleniyor.
Háttá aslına bakarsanız, "ulusalcı - neo-ittihatçı" zevat da aynı temele oturuyor.
Şöyle ki, onlar, biraz daha erken olsa dahi yine de geç doğan ve bilhassa tanımı eksik yapılmış olan Türkiye "ulus-devleti"nin eski tür "modernite" şemasına sarılıyorlar.
Ve, söz konusu tanımı ve şemayı "kesin doğru" belledikleri için de, düzeltme öneren yaklaşımları mutlaka ve mutlaka engellemek amacıyla işi "Ergenekon"lara vardırıyorlar.
Her halükarda da, dünyanın ve Türkiye’nin tanık olduğu "milli - kavmi çalkantı" köken itibariyle eninde sonunda farklı modernite tercih ve yorumlarına uzanıyor ki, bunu başka bir yazıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2008
DEDİK ki, Rusya insanlık tarihinde hiç durmadan genişlemiş en yayılmacı devlettir. Ve, yukarıdaki süreç Kiev prensliğinin kurulduğu 880 yılından beri devam etmektedir.
Artı, kim iktidar olursa olsun ve hangi ideoloji hüküm sürerse sürsün, daima başka halkları boyunduruk altına alarak gerçekleşen bu emperyalist politika hiç değişmemiştir.
Nitekim, Gürcistan topraklarının kısmi işgali ve ülke bütünlüğünün fiili bölünmesiyle noktalanan son "vukuat" da söz konusu tarihi "refleks"in (!) uzantısını oluşturmaktadır.
***
ANCAK, bütün bunlara ámenna da, mümkün mertebe nesnel ve tarafsız bir tahlil yapabilmek için madalyonun diğer yüzünü de görmemiz gerekiyor.
Aksi takdirde, "haksızlık" gibi ahlakiyatçı bir kelime kullanmasak dahi, en azından bazı tarihi ve toplumsal gerçekleri hafife almış oluruz.
O halde, birinci noktadan, yani "milli sınırlar" konusundan başlayalım.
***
İLK olarak, SSCB’nin çöküşü ertesinde birer ulus-devlete dönüşen; daha doğrusu dönüşmek iradesini yansıtan ülkelerden hemen hiçbiri "tarihi hudutlar"a sahip değildir.
Geçmişten süzülen ve az - çok yerleşiklik kazanmış olan bir "satıh kesinliği" yoktur.
Etnik açıdan da yoktur, dini açıdan da yoktur. "Milli" açıdan ise hiç yoktur!
Çünkü, bir kaç istisna hariç, Sovyet coğrafyasında birer "cumhuriyet" olan ve bugün uluslararası sahneye çıkan ülkelerin ezici çoğunluğu ne o klasik ulus-devlet sürecinden geçmiştir; ne de, genelde aynı sürece koşut seyir izleyen "milli bilinç"le donanmıştır.
Yine söz konusu istisnalar hariç, şimdi göz çıkartan ve esas itibariyle de "mikro milliyetçi" ve "kavmiyetçi" yönü ağır basan bu "bilinç" (!) çok sonradan ortaya çıkmıştır.
***
ÖYLE ve bugün "kurucu mitos" olarak kullanılan "edebiyat"ı ciddiye almayalım.
Bunlar tarihi değiştiremezler ve birer "manevi şırınga" olmaktan öteye gidemezler
Başka bir deyişle, ne "Polotsk" dükalığını Belarusların, ne de "Manas" efsanesi Kırgızların modern anlamda "millet" olduğunu ispatlamaya yeter. "Gaz verir", o kadar!
Aynı şekilde, Ortaçağ Baltık’ındaki bir Leton derebeyliğinden veya doğu bozkırındaki bir Türkistan emirliğinden "ulus" icát etmek, geç ve rötarlı milliyetçiliği bile aşar.
Çoktan kaçırılmış bir treni üç istasyon ötede yakalamak çabasına tekabül eder
Ve uluslararası planda en önemlisi de, Kazakistan’dan Ukrayna’ya, Kızıl İmparatorluk bünyesinden çıkıp şimdi birer devlete dönüşmüş olan ülkelerin hudutları sonsuz yapaydır.
Artı, sırf yapay değil aynı zamanda zorlamadır!
***
ÖYLEDİR ve nitekim, örneğin aynı Ukrayna’nın Kırım dahil doğu - güney doğuya doğru genişlemesi ancak 1954’te gerçekleşmiştir. Nikita Kruşçev sınır değişimlerini SSCB içinde bir "formalite" olarak gördüğü içindir ki, hiç yoktan Kiev’i "mükafatlandırmıştır".
Oysa, ezici çoğunluk Rus’tur ve afáki hudutlar şimdi Ukrayna için vahim çıbanbaşıdır.
Çünkü, söz konusu Ruslar haklı olarak "yabancı boyunduruğu"ndan yakınmaktadır.
Fakat buna karşılık, Stalin döneminde öz vatanlarından sürülmüş olan Kırım Tatarları, daha da haklı bir korunma refleksiyle, Yarımada’nın Kiev’e bağlı kalmasından yanadır.
***
İŞTE denklem ve çık çıkabilirsen işin içinden!
Ruslar bütün bir tarih boyunca hem Ukrayna’yı, hem de Tatar Hanlığını ezdi.
Sonra, toprak kaparak bağımsız olan aynı Ukrayna da şimdi o Rusları kısmen eziyor.
İki arada bir derede kalan Tatarlar ise ehven-i şer gördükleri için Kiev’i destekliyor.
Bu "milletler ve kavimler sorunu"nun çetrefilliğini yarın da inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2008
Eh, mahdum bey ve onun pederi, bir poposu yerde, diğer poposu gökte halayıkların mermer göbek taşları üzerinde sırt ve mahrem keseleyeceği bin kurnalı bir káşanede, yüz hamamlı bir sarayda, on havuzlu bir malikánede ikámet etmiyorlar. Beni ve oğlumu, işte eni konu tek banyosu olan alelade bir fakirhane paklıyor.
Dolayısıyla da, her sabah mutlaka ve mutlaka, o banyoya "önce sen gireceğin, hayır ben gireceğim" kavgası başlıyor.
Ve de bazen öyle oluyor ki şeytan, yatağın altındaki beyzbol değneğini kap ve şunun beynine indiriver diye dürtüyor.
Fakat ne çáre, tabii ki daima ve daima o kazanıyor. Bahaneden çok ne var! Ya üniversitedeki dersine geç kalmıştır; ya hemen ûd egzersizi yapması gerekmektedir; ya da yeni yavuklusu tramvay durağında beklemektedir.
Dolayısıyla, damarıma basmak için, banyodaki o cazgır sesli radyoyu en hard rock istasyona avaz avaz ayarlayıp kapıyı bir güzel kilitleyiveriyor.
EFENDİYE BENZE BE OĞLUM
Ardından, zaman geçiyor, yelkovan dönüyor, saat ilerliyor ama çıkan mıkan yok!
Neden sonra, yani ben bin defa, "Çabuk ol, başlarım senin saç jölesi keyfine! İşim gücüm var" diye kapıyı yumrukladıktan sonra, bütün tembihlerime rağmen ıslak ayaklarıyla parke üzerinde yine şapıl şapıl iz bırakan ve bornoza bile tenezzül buyurmayan beyimiz nihayet arz-ı endam ediyor ki, o ne!
Şakaklardan yanaklara doğru sarkan ve biraz biraz da çenesinin altında toplanan o tüy azmanı sakalcıklar yine tıraş edilmemiştir. Seyrek seyrek ve öksüz öksüz uzayıp gidiyorlar.
Her zamanki gibi yine, "Be oğulcağızım, be cici evladım, be cán-ı cánanım, vallahi pek sakil duruyorlar. N’olur, şunların üzerinden jilet gezdir de yüzün gözün açılsın. Efendiye benze" diye yalvarıyorum.
Artı, tezimi pekiştirmek ve kendime şahit bulmak için de, "Bak, geçen gün ablan geldiğinde o da sana aynı şeyi söyledi. Hatta, ’yakışıklım, kızlar senden kaçsın diye mi bu güzelim çehreyi böyle heba etmek gafletine düşüyorsun’ dedi. Herhalde onun estetik kıstaslarına laf edecek değilsin" türünden bir ekleme yapıyorum. Ama kim dinler! Evet kim dinler ve de sağ kulağından girip, sol kulağından çıkması yetmiyormuş gibi, hayır hayır küstahça demiyorum ama, işte dobra dobra meydan okuyor.
"Sanki sen benim yaşımdayken farklı mıydın" buyuruyor ki, o an apışıp kalıveriyorum. Oğulcağızım, doğrusu sana helál-i hak olsun!
Taşı gediğine oturtmak diye tam buna denir. Zaten de orada durmuyor ve, "Aynı dönem fotoğrafların ortada. Kendini dağda gerillacılık oynayan Che Guevara sanıyordun. Ben hiç olmazsa senin gibi parka giymiyorum" diye üsteliyor.
Tabii ki nutkum tutuluyor ve her bir şeyi yiyip yutuyorum.
İçimden "Canına yandığımın keratası, tam babanın oğlusun! Nasıl da bam telini yakaladın" diye hem söyleniyor, hem seviniyorum.
Fakat, bu itirafı ona karşı da yapmayı kendime yediremiyorum.
Daha doğrusu, kendimi sorgulamaktan asla çekinmediğim için aslında yediriyorum ama, sakallarındaki estetik sakilliğe ilişkin kanáatim değişmemiş olduğundan, belki bir ihtimal benim dediğime geleceğini düşünerek, sırrımı dışa vurmamayı tercih ediyorum.
Her halükárda da, "Tamam tamam, paşa gönlün nasıl çekiyorsa öyle olsun. Hem hadi, randevuna geç kalıyorsun. O uyuz tüylerini okşayacak yavuklunu tramvay durağında bekletme" diyerek başımdan salıveriyorum.
Bir de, sonsuz babalık aşkı, tam kapıdan çıkarken, "Kahve ısmarlayacak paran var mı" diye soruyorum ve cevabını beklemeden, cebine üç-beş kuruş koyuyorum. İşte nereden nereye!
İki pazar önce anlattığım gibi, buluğ çağından ergenliğe geçerken kendi babamla yaşamış olduğum "sakal sorunu"nu, tabii ki daha elástiki biçimde olsa dahi, yine de üç aşağı beş yukarı aynı oranda ve roller değişmiş şekilde, bugün bizzat oğlumla yaşıyorum.
Ancak, canım ciğerim oğlum benim o dönemki fotoğraflarımdan yola çıkarak bana "Che Guevara taklitçisi" derken yanılıyor ki, bunu haftaya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2008
EH, bu yaştan sonra Slav etüdleri fakültesinden yaldızlı diploma alacak değiliz.<br><br>Dolayısıyla, Rusyalar tarihini ince eleyip, sık dokuyun demiyorum. Hem ne haddime! Yani, serf esirlerin topraksızlık mülkiyetini; "ışıltılı despotlar"ın ceberrutluk kılıcını; soylu "intelligentisia"nın "slavofillik-batıcılık" ayrışımını araştırın diye öğüt vermiyorum.
Ama yine de, üstünkörü bile olsa, şöyle armut piş, ağzıma düş cinsi bir özet okuyun.
Kiev prensliğinin kurulduğu 880 yılından bugüne dek, o Rusyalar tarihine bir göz atın.
***
MUTLAKA şunu göreceksiniz ki, söz konusu Rusya, avuç içi kadar bir bölgeden yola çıkıp hiç durmaksızın genişlemiş ve bunu da şimdiye dek ikáme ettirebilmiş yegáne devlettir!
Mekán ve süre itibariyle, insanlık tarihinde başka bir eşi, emsáli ve örneği yoktur.
Zira, yayılma, yukarıda kuzey kutbundan aşağıda Kafkas ve Pamir hattına; batıda Leh ovasından doğuda Pasifik Okyanusu’a, dünyanın en geniş sathında gerçekleşmiştir.
Ve de tabii ki, tüm kavimlerin boyunduruk altına alınmasıyla mümkün olmuştur.
***
ÖYLE olmuştur ve de nitekim, eğer o Rusyalar daha 18. Yüzyıldan itibaren siyasetbilim lûgatinde "milletler hapishanesi" diye adlandırıldıysa, bu, bir tesadüf değildir.
Artı, liberal Tocqueville’den komünist Marks’a veya Fransız romantik Custine’den Alman sosyalist Bernstein’a, "sol" veya "solumtırak", hiç olmazsa hümanist diyebileceğimiz şahsiyetler Moskofya’ya karşı hep mesafeli, háttá hasmane bakmışlardır.
Zaten, elinizdeki tarih sentezini alıcı gözle okursanız, bu defa da şunu göreceksiniz:
Söz konusu ilk derebeylik; sonra prenslik ve çarlık; daha sonra Bolşeviklik ve nihayet şimdiki "Putinlik" (!) falan, Kremlin’e damga vuran ideoloji ne olursa olsun, taktik değişse bile, Rusya’nın yayılmacı ve dayatmacı stratejisinde milim farklılaşma gerçekleşmemiştir.
İşte, yukarıdaki tablo iyi okunmadığı takdirde de, Rusya’nın Gürcistan’ı kısmen işgal etmesi ve toprak bütünlüğünü fiilen parçalanmasıyla noktalanan son gelişme tam anlaşılamaz.
***
EVET, Gürcü lider Saaşkavili’nin tabii ki Moskova’da hazırlanmış tuzağa düşüp Rus emperyalizmine hediye sunması bir yana, Kafkasya’daki olay da bu tarihi çerçeveye oturuyor.
Ve, hayale kapılmayalım, uzun vadede demiyorum ama kısa - orta vadede iş bitmiştir.
Yani atı alan Üsküdar’ı geçmiştir ve Kremlin "malı götürmüştür".
Dışişleri Bakanı Lavrov’un "Gürcistan’ın toprak bütünlüğü artık fiilen bitti" açıklamasından sonra, Güney Oseyta ve Abhazya "liderlerini ağırlayan" (!) Cumhurbaşkanı Medvenev’in de "Rusya her iki halkın alacağı karara saygı gösterecektir" formülüyle ayrılıkçılara "açık çek" vermesi, somut göstergelerdir. Moskova geri adım atmayacaktır.
Çarlık ve kızıllık geleneğinden süzülen bir diplomasi bunları láf olsun diye söylemez.
***
KALDI ki, Sarkozy’nin hazırladığı plan da Gürcü egemenliğini garantiye almıyor.
Şu açık, AB içindeki "ihtiyar Avrupa" (!) oldu bittiyi "yutmak" eğilimini taşıyor.
Sonra, daha "şahin"miş (!) gibi görünse dahi, aslında ABD’nin de eli kolu bağlıdır.
Çünkü, Bush’un temel önceliği İran’dır. Damdan düşer gibi gelen Kafkas sorunundan dolayı da, o İran’dan ötürü ihtiyaç duyduğu Moskova’yla "kapışmak" öyle kolay iş değildir.
Üstelik, aynı Moskova’nın damarına basacağını bile bile Polonya’yla önceki gün "füze kalkanı" antlaşması imzalaması, gayet manidardır. ABD’nin de buna karşılık Gürcistan’daki Rus oldu bittisini "hazmedeceği" veya fazla kıyamet kopartmayacağı sinyalini vermektedir.
Artı, hem Tiflis’in, hem de Ukrayna’nın NATO üyeliği yatmış, en azından donmuştur.
Her halükárda da, tekrarlıyorum, en az bin kusur yıldan beri hiç durmadan yayılan Rusya kısa - orta vadede stratejik bir zafer kazanmıştır, fakat uzun vadesi henüz muammadır.
Yazının Devamını Oku