Hadi Uluengin

Sakal çıkmadan önce

3 Ağustos 2008
Tamam ama, pek bir erken jilet kullanmaya başlamış yaşıtlarım da vardı. Onları sonsuz kıskanırdım. Sonsuz hasetle bakardım. Ve, zahir kavmi bir genetik formülden dolayı olacak, bunların çoğunluğu da Ermeni arkadaşlarım arasından çıkardı. Zaten de, biz "tüysüzler" yiğitliğe toz kondurmamak için kasten fark etmezden geldiğimiz takdirde, kerátalar gözümüzün içine baka baka, parmaklarının tersiyle ilk sakallarını yukarı doğru sıvazlardı.

Buluğ çağından ergenliğe geçerken, belki de en büyük korkum köse kalmaktı. Gece, sakalımın ve bıyığımın çıkmayacağı düşüncesiyle kábus gördüğüm olurdu.

Dolayısıyla, hem zaten sırtıma yapıştırılmış "hanım evládı" ve "muhallebi çocuğu" etiketlerinden hiç kurtulamayacağımı; hem de üstelik, sanki bir alákası varmış gibi, gelecekte eşcinsel falan olacağımı düşünürdüm. Dehşetlere kapılırdım.

Oysa aslına bakarsanız, tüylerimin genel akran ortalamasından geç mi bitip bitmediği konusunda hiçbir fikrim yok. İstatistik açıdan, çok büyük ihtimalle, ben de söz konusu ortalamaya dahildim. Tamam ama, pek bir erken jilet kullanmaya başlamış yaşıtlarım da vardı. Onları sonsuz kıskanırdım. Sonsuz hasetle bakardım onlara. Ve, zahir kavmi bir genetik formülden dolayı olacak, çoğunluğu da Ermeni arkadaşlarım arasından çıkardı.

Örneğin, benim dudak üstümde dahi hafiften bir esmerleşme yokken, Mıgırdıç veya Ardaşes’in artık bayağı bayağı tıraş olduğunu fark etmemek için kör olmak gerekirdi.

Zaten de, biz "tüysüzler" yiğitliğe toz kondurmamak için kasten fark etmezden geldiğimiz takdirde, kerátalar gözümüzün içine baka baka, parmaklarının tersiyle ilk sakallarını yukarı doğru sıvazlardı.

Erkekliğe geçiş önceliklerinin fiyakasını satar ve "rötar"ımızı yüzüme vururlardı. Hatta bazen öyle olurdu ki, okula tıraşlı geldikleri için fena halde azar işitirlerdi.

"Aziz Birader" yarı Fransızca, yarı Türkçe, "Artık kazık kadar oldunuz mösyö! Yarın da böyle gelirseniz, kendinizi dış kapıda bulacağınızın resmidir. Sınıfa değil, Gülhane Hayvanat Bahçesi’ndeki goril kafesinin önüne gidin" diye ihtar verirdi.

Ah, o azarı işitecek ve o ihtarı alacak öğrenci olabilmek için neler feda etmezdim ki!

BANA DA BABA AZARI

Oysa, ne münasebet, işte tek bir tüy bile bitmiyor.

Babamın makinesiyle ve gayet gizli gizli, haniyse her iki günde bir "kaymak gibi" (!) yanağımın üzerinden defalarca jilet geçiyorum ama, o kaymağın üzerinde yağlı Silivri yoğurdunun engebesi bile oluşmuyor.

Mübarek cilt, tatsız tuzsuz pastörize mamûl gibi dümdüz!

Üstelik, bir defasında, tam yukarıdaki "operasyon"u gerçekleştirirken pederim suçüstü enseledi ki, "Aziz Birader"in azarı ve ihtarı benim haşlanmamın yanında, papaz efendinin pazar vaazındaki nasihat kalır!

Girizgáhı, "Bre kopil, daha kaç yaşındasın ki bizim familyamızda peydahlanacak ilk ayı olmak hevesine kapılıyorsun" diye yaptı.

Sonra da, "Eğer bir daha yakalarsam, işte sana yemin-i billáh, berber Hamdi Efendi’nin usturasını bilediğim gibi, suratının derisini kendi elimle kazırım. Öğren bakalım, altında sakal mı varmış, yoksa baş bir şey mi" tehdidini savurdu.

Nihayetinde de az biraz yumuşayıp "Meret bir çıkmaya görsün, görürüm seni! Paşazademiz tembelin teki olduğun için bu defa da tıraşa üşeneceksin. Bil ki, ’kes şu keçi kıllarını’ diye yine ben başına cebelleş olacağım" şeklinde bir "finiş"le noktaladı.

KITIPİYOS JİLETİM

Adı zaten "ásabi adam" yedi cihana nám salmış peder bey bu, hiç şakaya gelmez. Vallahi, söylediğini yapar mı yapar!

Faik Sabri Duran’ın "Káşifler Álemi"nde okuduğum ve arzumun tam tersine, bu defa sakalları hiç çıkmasın diye suratlarını hacamat eden kabilelerdeki gibi, babacığım da oğulcuğunun yüzünden ustura geçiriverir.

İlelebet köse kalacağımın ve her bir yanı bıçak darbeli mahpushane kaçkınlarına benzeyeceğimin resmidir!

Dolayısıyla, ben de yemin-i billáh dedim ve ne damatlığından kalma tıraş makinesine, ve ne de "Nacet" marka jiletlerine bir daha elimi dokundurdum.

Naçar, "hanım evladı" cildimi kendi haline bırakıp ve Mıgırdıç’ı, Ardaşes’i, Halûk’u, Yalçın’ı, hatta birden bire ergenlik tıraşına geçen Moşe’yi büyük bir kıskançlıkla gözleyip sakalımın çıkmasını bekledim. Çıkmaz olur mu, tabii ki çıktı.

Kitaplarda tam Alain Fournier’den "Koca Meaulnes" hüzünlerini bitirip Goethe’den "Genç Werther’in Acıları"na geçiyordum ki; yani tam buluğ çağ endişelerinden ergenlik çağı kaygılarına doğru ilerliyordum ki, her erkek çocuğun yaşadığı dönüşüme uğradım.

Önce suratımda, sık sık bitmez ve sil sil temizlenmez sivilceler belirdi.

Sonra, bıyıklarım hafiften hafife "terlemeye" ve favorilerimden itibaren de yanaklarım biraz biraz "tüylenmeye" başladı.

Tamam, Mıgırdıç’la, Ardaşes’le, Halûk’la, Yalçın’la, Moşe’yle hemencecik aşık atacak ve "Aziz Birader"den "hayvanat bahçesinin goril kafesine git" ihtarını çabucak alacak kadar "büyümedim" ama, kendi damatlık tıraş makinesini kullanmayayım diye, peder bey hiç olmazsa sapı plastik ve jileti kıtıpiyos cinsten bir alet edinmeme ses çıkartmadı.

Evet evet, köse kalmadım ve de sakallarım çıktı.

Hep daha gür, hep daha sert, hep daha gri ve nihayet, hep daha beyaz olarak çıktı.

Bu tür ve renk değişimine ilişkin parkuru gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Umut ve AKP

2 Ağustos 2008
FELÁKET tacirlerinin şu an yaşamakta olduğu ruhi krizi elimle koymuş gibi biliyorum. Yani eminim ki, kaostan medet umup, "kapatma davası açılır, üstüne ekonomik kriz gelir, Türkiye biraz karışırsa, belki bir umut doğabilir" dedikten sonra, bir de sermayeyi kediye yatırıp, "ee, asker mecbur olacak. Ortalık birbirine girdi mi, adamlar siner" diye "öngörü"de bulunan İlhan Selçuk ve "ulusalcı" müritleri, şimdi hüngür hüngür ağlıyordur.

Ağlıyordurlar, çünkü o "umut" (!) doğmadı. O şafak sökmedi. O arbede patlamadı.

Ne ekonomik kriz geldi, ne Türkiye karıştı, ne asker darbe yaptı, ne de millet "sindi" (!)

Evet, "ulusalcı" feláket tacirleri Kerbelá zinciriyle dövünse yeridir ama, biz seviniyoruz.

* * *

SEVİNİYORUZ, zira her ne kadar Anayasa Mahkemesi ortayolcu davrandıysa da, zaten asla açılmaması gereken kapatma davasında "ret" kararı almakla, demokrasiye sadık kaldı.

Adaletin terazisini celládın baltasına dönüştürmek gibi bir gaflete düşmedi.

Fakat kuşkusuz, aynı karar bir "ihtar" niteliği de taşıdı. "Demokles kılıcı"nı da salladı.

Bu gelişme, ülkedeki en statükocu ve en muhafazakar iki kurumdan birisi olan yargının, "laiklik" kavramını çağdaş anlamıyla yorumlamaya hálá direniyor olmasından kaynaklandı. Ama gelecekte o da değişecektir. Hukuk, toplumun yaşadığı evrime ayak uyduracaktır.

Nasıl ki darbe tehdidi artık tebessüme yol açmaktadır, aynı olgu adalete de yaşanacaktır.

O halde, feláket tacirlerinin "ortalık karışırsa, umut doğar" hezeyanlarını, onların kendi ifadesiyle tarihin çöplüğüne atalım ve karar ertesindeki ilk "atmosferi koklayalım".

* * *

ÖNCE, asla AKP yandaşı olmamasına rağmen, bu satırlar yazarı etik bir ilkesellikten dolayı, 27 Nisan 2007 "web muhtırası"ndan sonra söz konusu partiye "sivri ok" yöneltmedi

Zira, hem sivil demokrasiyi sahiplenen; hem de iktidar partisinin dini hassasiyetten ama laik bir yapı olduğuna inanan bu satırlar yazarı, cumhurbaşkanlığı seçimi, türban sorunu, kapatma davası derken, AKP’nin o sivilliği hazmetmemiş güçler tarafından abluka altına alındığını gördü.

Kabul, hiç şüphesiz ki aynı partinin ciddi gafları da böyle bir kuşatılmaya çanak tuttu.

Ancak, ana nokta daima "demokratizm - anti-demokratizm" çelişkisine odaklandı.

Dolayısıyla da, yukarıdaki "ilkesel" ve "etik" tavır, ikincilerin ekmeğine yağ sürecek ve feláket tacirlerinin bel bağladığı "umut"u (!) güçlendirecek bir tuzağa düşmemeyi zorunlu kıldı.

Özetle, tehlike sürdüğü müddetçe, bu satırlar yazarı eleştirilerini "yiyip, yuttu".

* * *

OYSA şimdi durum değişmiştir. Tabii ki ádil kalmak kaydıyla, eleştirellik açık olacaktır.

Çünkü, Mahkeme kararından sonra genel olarak Türkiye’nin; özel olarak da, o Türkiye’de iktidar partisi olduğu içindir ki, AKP’nin ufku genişledi. Daha doğrusu, genişlemesi gerekiyor.

Zira, darbe ihtimali sıfır olduğuna göre, Kürt sorununda cesur adım atmayan ve tüm demokratik açılımıyla birlikte AB’yi tekrar ana hedef bellemeyen bir AKP, en zehirli okları hak edecektir.

Öte yandan, doğru - yanlış, AYM’nin "ihtar"ı son tahlilde nesnel bir gerçeği yansıtıyor.

Şöyle ki, çoğu defa vesveseden öteye gitmese bile, Türkiye’de, alışılagelmiş laik hayat tarzına ilişkin kaygılar besleyen ve bu konuda çok duyarlı davranan önemli bir kesim yaşıyor.

O halde, AKP’nin "damara basmak"tan sakınmasını ilkin siyaset pratiği gerekli kılıyor.

Sonra da, böyle bir uzlaşmacılık ona, daha geniş kitleleri de cezbetmek fırsatını veriyor.

Evet evet, tabii ki feláket tacirlerinin sandığı cinsten değil ama, Türkiye bugün dünkünden sonsuz defa daha fazla u-m-u-t doludur ve AKP’nin de bunu harcamak hakkı ve lüksü yoktur!
Yazının Devamını Oku

Kaputt ve kaput

31 Temmuz 2008
ACABA, Dünya Ticaret Örgütü Genel Sekreteri Pascal Lamy eğer Fransız değil de Alman olsaydı, salı akşamı Cenevre’de düzenlediği basın toplantısına, Cermenlerin "kırıldı", "bozuldu", "dağıldı" anlamında kullandığı şu meşhur "kaputt" ünlemiyle başlar mıydı? Her halükárda, bana sorarsanız öyle olması gerekirdi. Zira, en cuk bu ifade oturuyor.

Çünkü, küresel ticareti hale yola sokmak amacıyla 153 ülkenin Leman Gölü kıyısında başlattığı o "dev pazarlık", dokuz gün sonra, yine yukarıdaki türden "kaputt"la noktalandı.

* * *

BURADA kasten "yine" diye vurguladım. Zira, bu fiyasko bir ilk oluşturmuyor.

Háttá, aksini temenni edelim ama, önemli bir ihtimalle sonuncusu da olmayacak.

Çünkü, söz konusu uluslararası ticareti kayda kuyda bağlamak ve mümkün mertebe serbest kılmak amacıyla 2001 yılında siftahı yapılan; ilkin Katar başkentinde toplandığı için de "Doha süreci" diye adlandırılan müzakereler, táa o tarihten beri hep sürüncemede kaldı.

Ne 2003 Meksika’sında gerçekleşen "Kankun görüşmeleri", ne de daha sonra "nabız yoklaması" şeklinde devam eden temaslar, dişe dokunur bir sonuç getirdi.

Káh tekstil ipliği, káh kolza yağı, káh da elektronik edevatı derken, pazarlıklar bir türlü eli yüzü düzgün bir anlaşmaya dönüşmedi.

* * *

EH, durum bu tür bir seyir izleyince, tüm umutlar "Cenevre raundu"na bağlanmıştı

Olur a, Leman Gölü’nün sukûneti DTÖ üyelerine belki biraz "uzlaşmacı" ruh aşılar.

Dolayısıyla da, Kara Afrika’nın yoksul köylüsüyle İskandinav Avrupa’nın bilgisayar mühendisi, sakin sularda yüzen kuğulara baka baka, dostça el sıkışırlar.

"Tamam, ben cep telefonunu ucuza, sen de muzunu hak paraya satacaksın" diyerek, öyle láfta kalacak centilmenlik bir anlaşması değil, mühürlenmiş taahhüt imzalarlar.

Oysa dediğim gibi, ne o muhnis göl, ne de o beyaz kuğular derde deva oldu.

Çeliğe şu kadar kota, buğdaya bu kadar gümrük, pamuğa o kadar sübvansiyon diye saç saça çekişen ülke delegeleri bir tek, "uyuşmazlıkta uyuştukları"na karar verdiler.

Yani, Calvin şehri Fransızca konuşsa dahi, İsviçre’deki dünya ticaret toplantısı da tıpkı öncekiler gibi, Konfederasyon’da diğer lisanı oluşturan Almancanın "kaputt" ünlemiyle bitti.

* * *

BU
yeni fiyasko ilk bakışta, "bencil zenginler"in "muhtaç fakirler"e zırnık taviz vermeyerek, rabbena hep bana politikasını sürdürmesinden kaynaklanıyormuş gibi gözüküyor.

Ve, bunda ciddi ölçüde de haklılık payı var!

Özellikle, başta ABD, sanayileşmiş ülkelerin tarımsal korumacılığı açısından var.

Doğru, bol kaputların Cenevre’deki dar "kaputt"a çuha bahşetmediği su götürmüyor.

* * *

ANCAK yine de, sonsuz çetrefil bir dünyada yaşadığımızdan, her şey bu kadar kesin ve şematik biçimde şekillenmiyor. Leman Gölü’nün sularındaki nüansları görmek gerekiyor.

Nitekim, İsviçre’de de tekrarlandığı gibi, bir yanda Fransa ve "himayeci beşler"; öte yanda ise diğer "serbestici üyeler", "bencil AB" de kendi içinde bölünme yansıtıyor.

Fakat buna karşılık, "muhtaç" kategorisine giren ve biyolojik yakıtı şeker kamışından üreten Brezilya, aynı yakıtı mısırdan sağlayan ve dolayısıyla kendisine rakip olan Washington ’la "kapışıyor" ama, iş söz konusu biyo-enerjilerin tahıl fiyatlarını arttırmasına ve öteki "muhtaçlar"ı daha da aç kılmasına gelince, bu defa o Washington’la aynı telden çalıyor.

Yahut, gümrük vergilerinin indirimibi isteyen Çin, daha "ucuzcu" bir Hindistan’dan motorsiklet veya bilgisayar ithal etmemek için, kendi duvarlarını yukarı çekiveriyor.

O halde diyelim ki, Cenevre "kaputt"
unun ana nedeni bir iyi-kötü savaşından ziyade, taciri sayısız bir dünyada her tüccara uygun kaput dikebilmenin zorluğundan kaynaklandı.
Yazının Devamını Oku

Baraka!

30 Temmuz 2008
ÖNCE İbraniceden Arapçaya geçen, oradan da bazı Batı dillerine "baraka" olarak giren ünlemin kökeni, bizim "bereket" diye telaffuz ettiğimiz "bárákáat" kelimesine uzanır. Lûgat anlamında, Allah tarafından bahşedilmiş cömertlikleri tanımlar.

Ancak, deyimdeki bu metafizik boyut, sömürgecilik döneminde Sami kavimlerle ilişki kurmuş bir bölüm Avrupa ülkesinin lisánına yerleşirken, kısmi anlam kaymasına uğramıştır.

* * *

ŞÖYLE ki, ora dillerinde hafiften argotik, daha doğrusu popüler içerikle donanmıştır.

Her halükarda da, başta talih oyunlarında olmak üzere, büyük bir kazancı, umulmadık bir sürprizi, beklenmedik bir ikramiyeyi sıfatlandırmak için kullanılır.

Örneğin, köy panayırının nişangáhında hedefi vuran ve dolayısıyla da kıtıpiyoz bir oyuncak kazanan arsız çocuk, bunun sevinciyle "baraka" diye etrafı yaygaraya verir.

Veya, rulet masasının topu kendi numarasında durduğu takdirde, bu defa aynı ünlem, son kuruşunu da oraya yatırmış olan kumarbaz kadının ağzından histerik bir kahkahayla çıkar.

Yahut da, günde üç paket cigara içen adam "check-up" tahlilinden sonra hálá kansere yakalanmadığını öğrenince, "baraka" diye haykırarak doktorun boynuna atlayıverir.

Özetle, "bereket"ten türemiş İbrani - Arabi sözcük Batı dillerine ulaştığında, "başına devlet kuşu konmak"tan "malı götürmek"e uzanan deyimlerin tümünü ünleme dönüştürür.

* * *

O halde diyebiliriz ki, küçük ismi zaten aynı kökenden inen Barack Obama, geçen hafta gerçekleştirdiği Avrupa turnesinden sonra ne kadar "baraka" diye bağırsa, hakkıdır.

Çünkü, hiç şüphe yok ki Demokrat Parti adayı bütün bir Yaşlı Kıta’yı fethetti.

Hem başkentlerdeki "ricál"i fethetti, hem de sokaklardaki kitleleri fethetti.

Háttá Berlin’deki kalabalık, ABD’deki kampanya sırasında toplananları bile aştı.

Üstelik, eşek amblemli parti adayı yalnız Avrupa’yı değil, aslında dünyayı da fethetti.

* * *

ÖYLE, zira tüm sondajlar, Obama daha Clinton karşısında "esas rakip"e dönüştüğü andan itibaren, başta Müslüman Álem’deki "Amerikan imajı" olmak üzere, Bush’la birlikte en dibe vurmuş olan o "imaj"ın küresel olarak hızla yükselmeye başladığını ortaya koyuyor.

Illinois senatörünün zenci - melez kimliği ve bu kimlikten bir şahsın da Beyaz Saray kiracılığını talep edecek ölçüde "yükselebilmesi", haniyse "devrim" olarak algılanıyor.

Başka bir deyişle, yansıttığı afro portre, öngördüğü dış politika ve vardığı zirve nokta sayesinde, sırf Barack Obama değil bütün bir ABD de "baraka" ikramiye kazanmış oluyor.

Önyargıları sarsan gelişme, Yeni Dünya’nın başına talih kuşu olarak konuyor.

Ancaak?

* * *

ANCAĞI şu ki, Obama başkanlık seçimlerini ne Ürdün’de, ne Afganistan’da, ne de Almanya’da kazanacak. Tabii ki, rakibiyle kendisi ülkesi olan ABD’de hesaplaşayacak.

Dolayısıyla da, şeytan kulağına kurşun, şimdilik o Cumhuriyetçi rakip John Mc Cain’in üç - beş puan önünde gözükse bile, Kasım’a kadar köprülerin altından çok sular akacak.

Ve, dış politika kampanya sırasında ne denli tartışılırsa tartışılsın, "Derin Amerika" nın bu suları esas itibariyle iktisadi kriz ve toplumsal - dini çelişki anaforlarından geçecek.

Oysa, daha çok toy olan Obama, kurt Mc Cain’in bileğini buralarda bükebilecek mi?

Kendisine hálá mesafeli duran o "Derin Amerika"yı fethedebilecek mi?

Yahut, illá fethetmek kaygısıyla nabza göre şerbette ölçüyü kaçırıp, dünya sathında kazandığı "baraka" ikramiyeyi kumar masasında kaybetmek yanılgısına düşecek mi?

Soruların cevabını henüz bilmiyoruz ama, Bush’lu ABD’den yılmış bir insanlık olarak, 4 Kasım gecesi Barack Obama için "baraka" diye sevinç çığlıkları atmak istiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Çifte umutsuzlar

29 Temmuz 2008
YANILMA payını açık bırakıyorum, çünkü bu satırlar yazılırken failler bilinmiyordu.<br><br>Ama yine de bana sorarsanız, Güngören katliamı PKK kokuyor. Leş gibi koyuyor. Şöyle ki, kalleş ve hain saldırı çok büyük ihtimalle, başta Kandil bombardımanı olmak üzere, tedhişçilere yönelik son askeri operasyonlara karşı bir "misilleme" olarak düzenlendi.

Eh, kurt puslu havayı sevdiğine ve "Ergenekon iddianamesindeki bariz "kara"lar spekülatif "gri"lerle karıştığına göre, şu an kasten susmak da PKK’nın taktiğine uygun düşüyor.

***

EVET uygun düşüyor, çünkü bırakın Kürt kitlelerin ezici çoğunluğunu, bizzat "Kürt siyaseti"nin ana ekseninden de kopmuş olan o PKK artık tam bir "desperados" örgütüdür.

Bu deyim İspanyolcada "umutsuzlar" anlamına gelir. Siyasetbilim lûgatinde ise, nesnel gerçekle köprüleri atmış ve günlük hayatla ipini kopartmış yapılanmalar için kullanılır.

Onlara göre, araç amaça hizmet ettiği müddetçe her yöntem "mübáh" ve "meşrû"dur.

Dolayısıyla, Güngören’de bomba katliamı da düzenlerler; Şırnak’ta "hain" (!) Kürt köylü de kurşunlarlar; bünyede "casus" keşfederek militanlarını da işkencede öldürürler.

Zaten aynı köylülerin en lumpen tortularından adam devşiren ve "marksist" salçalı şovenizmini de dini fanatizmle yoğuran PKK, işte tam yukarıdaki türden bir yapılanmadır.

Ve, bu cins mikrokozmos örgütlerde tek bir strateji ve taktik mevcuttur: İleriye kaçış!

***

SÖZ
konusu "ileriye kaçış stratejisi" gerilimi tırmandırmak üzerine kuruludur.

İç savaş dahil, her melánete başvurarak çelişkileri zirveye tırmandırmak hedeflenir.

Zira, insani etik ve değerler açısından kaybedecek hiçbir şeyi olmayan "umutsuzlar", tek bir blok addettikleri "hasım tarafı" da aynı tür "insaniyetsizlikler"e zorlamak isterler.

Böylelikle de, kendi "kaşarlanmış" fanatizmlerinin avantaja dönüşeceğine ve sahip oldukları bu "erdemler" (!) sayesinde "toylar"ı (!) alt edebileceklerine inanırlar.

Kaldı ki, her zıtlaşma kendi değirmenlerine su taşıyacağı için, o "hasım blok"ta hep "en şahinler"in, "en intikamcılar"ın ve "en hissiyatçılar"ın hákim olmasını arzularlar.

***

EVET bunu arzularlar ve de nitekim PKK, onunla restleşmeye teşne bir "ulusalcılık" idelojisini ve bu hezeyanın en dibe vurduğu "Ergenekon" garabetini, çelişki esnekleştirecek ve sorunu çözümleyecek demokratik bir Türkiye’ye haydi haydi tercih eder ve etmektedir.

Çünkü, zaten "aynı telden çaldığı" birincisiyle bilek güreşine girmek şansı vardır.

Dolayısıyla, onun da "insaniyetsizleşmesi"ni tam sağlayabilirse, daha sonra dış baskı ve uluslararası kamuoyu falan derken, bir ihtimal aradan "sıyırtmak" fırsatı doğabilir.

Oysa, asla tuzağa düşmeyecek olan ikincisinde böyle bir şansı yoktur. Baştan sıfırdır.

***

İDDİANAMEDE afáki bir spekülasyon olarak öne sürüldüğü gibi organik bağlamda falan değil ama, zımni bir hedef paralelliği olarak, "Ergenekon" zanlılarının ve PKK "desperadoslar"ının aynı tür bir "feláket stratejisi"ne bel bağladığı göz çıkartıyor.

Zaten, aynı iddianamede yer alan ve çok tanınmış bir zanlının "müjde" (!) varsayımı olarak dile getirdiği şu, "bir noktada eğer ortalık karışırsa, hem siyasi, hem ekonomik olarak belki asker gelirse, bir şey olabilir" cümlesi dahi, bunu ispatlamaya yetiyor.

Ama tabii buradan hareket ederek Güngören katliamının arkasında bir "Agarta" veya "Ergenekon" eli keşfetmeye kalkışmak da, komplo teorilerinin cinnet raddesini bile aşıyor.

Katledilen insanlarımızın yakınlarına başsağlığı; aynı "feláket tellallığı"ndan medet uman ve aynı "umutsuzlar" kategorisine giren düşman kardeşlere ise acil şifa diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Bir martı sorusu

27 Temmuz 2008
Ben şimdi, çocukluk hafızamıza olağanüstü olarak yerleşmiş şeylerin yetişkinlikte sıradan olduğunu farkedince yaşadığımız türden bir hayal kırıklığına mı uğradım? Yoksa, burada tam tersi bir durum söz konusu olduğuna, yani martılar her bakımdan bendeki imajın ötesinde bir cázibe çağrıştırdığına göre, böylesine sürprize seviniyor muyum? Çocukluğumuzun şeyleri, yani diyelim ki evler, insanlar, mekánlar, hayvanlar vs., hafızamızda, gerçekte olduklarından daha büyük, daha geniş, daha cazibeli yer edinirler.

Öyle ki, yürümeye başladığımız iki adımlık odanın bir selamlık kadar ferah; tokadını yediğimiz cüce öğretmenin bir dev kadar uzun; yahut da, okşamaya korktuğumuz finonun bir ejderha kadar yırtıcı olduğu konusunda kesin kanaatlerimiz vardır.

Oysa, yetişkinlik çağına ulaştıktan sonra bunlarla tekrar karşılaştığımızda, aniden, o odanın darlığını, o öğretmenin kısalığını, o köpeğin de cılızlığını farkederiz.

Dolayısıyla da, derin hayal kırıklığına uğrarız ve çoğu defa ağlamaklı oluruz.

*

Garip, bense şimdi bunun tam tersini yaşıyorum.

Çünkü, daha Firuzağa Camii’nde ezán okunmadan önce; daha travestiler müşterileri sepetlemeden önce; daha taksimetreler gündüz tarifesine dönmeden önce, ortalık hafiften hafife ağarmaya başladığı an, sabahın ilk alacasıyla birlikte balkon tırabzanına bir martı konuyor.

Ve, öylesine büyük ki!

Her şafak vakti táa Hayırsız Ada kayalıklarındaki esrarengiz yuvasından mı, yoksa aşağı Tophane rıhtımlarındaki gizli mekánından mı gelir bilemiyorum ama, kaz kadar demesem bile, deniz kuşunun cüssesi hacim itibariyle iri bir ördeği andırıyor.

Ben de şaşırıyorum.

*

Şaşırıyorum, zira yine her sabah, bir türlü tam kapanmayan perdenin aralığından alıcı gözüyle baktığımda, başının, gövdesinin, gagasının, puslu Kuzey denizlerinden tanıdığım ve İngilizcede "gull", Fransızcada "goeland", zooloji lûgatinde ise "larus atlanticus" denilen o koca Okyanus martıları kadar büyük olduğunu farkediyorum.

Zaten, biraz daha yakından incelemek için bazen parmaklarımın ucuna basarak perdeyi ihtiyatla araladığımda, uçmadan ve bana meydan okurmuşçasına, kanatlarını tamamen açıyor.

Bunların genişliği karşısında ikinci bir defa daha şaşırıyorum.

Sonra, camın arkasından bile olsa, ya ilk cigarayı yaktığım çakmağın sesinden hoşlanmadığı için; ya da, sanki gökyüzünde demir perde hududu çizilmişmiş gibi, nedense hiç bir zaman Cihangir Caddesi’nin ötesine geçmeden havada çığlıklar atan hemcinslerinin çağrısına uyduğu için, bu defa gerçekten uçuyor ki, aynı genişlik daha çok ortaya çıkıyor.

*

Tamam, martımı tabii ki Charles Baudelaire’nin "Yekpare deniz kuşları / İzlerler bahtsız gemiyi / Engin yolculuk dostları" diye şiirleştirdiği ve uçan yaratıkların en büyüğü olan o devasa kutup albatroslarıyla karşılaştıracak değilim.

Bu kadarı, abartmanın dániskası olur!

Fakat yine de, başkaları uğrasa bile ertesi sabaha kadar tekrar balkon tırabzanına konmayacağını bildiğim martımın, hafızamdaki genel martı imajıyla kıyaslanmayacak oranda büyük, iri ve cüsseli olması karşısında sonsuz hayretlere düşüyorum.

*

Haklıyım, çünkü çocukluğumda bayağı bayağı korktuğum kaz ve hindilerin ne denli iri olduğunu düşündüysem, bunun tam tersine, martıları daima çok küçük ve çok cılız yaratıklar olarak tahayyül ettim.

Hadi serçe kadar demeyeyim ama, Kadıköy vapurunun uskur suyunda batıp çıkanlardan, iskele balıkçılarının artıklarına dalanlara, zaten ahım şahım kuş addetmediğim martıları hep cüssesi minik, gövdesi çelimsiz ve kanadı entipüf kuşlar olarak gördüm.

Zahir göz alışkanlığından olacak, o çocukluktan táa bu yaşa dek, bizim denizlerin martılarının da aslında, Atlantik’ten Pasifik’e ve kuzeyden güneye, boyut ve hacimleriyle beni çok şaşırtan okyanus martılarıyla haniyse eşit olduğuna hiç dikkat etmedim.

Ama şimdi, hem şafak balkonuna konan martım; hem de onun şaşırtıcılığından ötürü Kabataş’ta, Karaköy’de, Kandilli’de bilhassa ve tekrar tekrar incelemek ihtiyacını hisssettiğim diğer bütün hemcinsleri sayesinde biliyorum ki, martılar çocukluğumdaki martılar değildir!

Onlar büyüktür, iridir, cüsselidir, geniştir!

*

Tabii bugün, kendi kendime şu haklı ve meşrû soruyu soruyorum:

Ben şimdi, çocukluk hafızamıza olağanüstü olarak yerleşmiş şeylerin yetişkinlikte sıradan olduğunu farkedince yaşadığımız türden bir hayal kırıklığına mı uğradım ?

Yoksa, burada tam tersi bir durum söz konusu olduğuna; yani martılar her bakımdan bendeki imajın ötesinde bir cázibe çağrıştırdığına göre, böylesine sürprize seviniyor muyum ?

*

Bilmem! Bilmiyorum! Bilemiyorum!

Zaten aslında, sorunun gerçekten meşrû ve haklı olup olmadığını dahi bilmiyorum.

Bildiğim tek bir şey var:

İster Hayırsız Ada kayalıklarından, ister Tophane rıhtımlarından gelsin ve daha Firuzağa Camii’nde ezán okunmadan önce; ve daha travestiler müşteri sepetlemeden önce; ve daha taksimetreler gündüz tarifesine dönmeden önce, martım şafağın ilk ışıklarıyla birlikte balkon tırabzanına konsun.

Soru da, cevap da umurumda değil, yeter ki martım her sabah orada olsun!
Yazının Devamını Oku

İki ordu, tek cumhuriyet

26 Temmuz 2008
EH makûs kaderim, madem ki Jandarma benim "fiş"ime "Fransız etkisindedir" diye mim düşmüş, o halde bari, çetele tutmak zahmetine katlananları mahcup çıkartmayayım. Yani, ordu konusuna ilişkin genel parantezi de aynı Fransa’dan yola çıkarak açayım.

* * *

EFENDİM, söz konusu ordu o Fransa’da "dilsiz dev" diye adlandırılır.

Bu ifadeyle de, elinde mevcut bütün imkán ve potansiyele rağmen, cihet-i askeriyenin sivil hayata asla ve asla müdahele etmediği ve edemeyeceği vurgulanır. Neden mi?

Cevabı öğrenmek isteyen "apoletsiz generaller" şimdi kulaklarını dört açsın!

Hani o "apoletsiz generaller" ki, bir yandan nalıncı keseriyle yonttukları ve içeriğini bilmedikleri "cumhuriyetçilik" konusunda mangalda kül bırakmazlar, öte yandan da, "genç subaylar rahatsız" ve "Ergenekon’un hedefi TSK" vaveylasıyla orduya gaz verirler.

* * *

EVET, Fransız ordusu "dilsiz dev"dir! Çünkü, bu, bir "cumhuriyetçi kural"dır.

Aynı cumhuriyetçiliğin "nişanı asker alır, tetiği sivil çeker" ilkesinden kaynaklanır.

Yani, savaşın hedefi dahil, cumhuriyet rejimlerinde nihai karar daima siyasete aittir!

Diğer bir deyişle, zaten mutlaka politika dışı olan ordu, bir "uygulama pratisyeni"dir.

Buna karşılık, meşrûluğunu "cumhur"dan alan o politika bir "komut teorisyeni"dir.

Nitekim, "Bonapartizm" denilen ve "İhtilál-i Kebir"le çelişen kısa dönem hariç, táa 1789’den beri Fransız ordusu ne siyasete burnunu sokmuştur, ne de sokmasına izin verilmiştir.

* * *

ÖYLE ki, hükümet ve meclis 1. Harp’in en kritik anlarında dahi, mareşal rütbesiyle ödüllendirdiği ama sonra yetersiz bulduğu komutanları bile derhal azletmekten çekinmemiştir.

Ardından, 1961 Cezayir’inde ipini kopartan ve darbeye yeltenen General Salan ve şûrekasına karşı, de Gaulle’cisinden komünistine, bütün bir Fransız halkı seferber olmuştur.

Ásilerin muhtemel bir paraşütçü harekátı bu sivil mukavemet sayesinde önlenmiştir.

İsyankárlar daha anında tükürükle boğulmuş ve de hemen zindana buyur edilmişlerdir. Nihayet, dünyanın bütün demokratik ülkelerinde olduğu gibi tabii ki Fransa’da geçerli olan aynı tür bir "cumhuriyetçi teamül"ü hatırlatmak için, son bir örnek daha vereyim.

* * *

ÖNCEKİ hafta, ihmalkar bir çavuş Carcassonne şehrindeki kışla gösterisi sırasında kauçuk mermi yerine hakiki şarjör boşalttı. Cumhurbaşkanı Sarkozy de bunu duyduğu an, hiyerarşik sorumlu durumundaki Kara Kuvvetleri Komutanı’nın derhal "kellesini istedi".

Ve, aslında adamcağızın hiç suçu olmasa bile, "cumhuriyetçi teamüllere" riayet eden Orgeneral Bruno Cuche ertesi sabaha kalmadan, istifasını aynı Nicolas Sarkozy’ye iletti.

* * *

DEDİM ya, "Fransa etkisindedir" diye fişlendiğim için yazıyı bu ülkeyle sınırladım.

Oysa, yukarıdaki kural, ilke ve örneklerin aynen; háttá bazen çok daha fazlasıyla geçerli olduğu sayısız demokratik cumhuriyeti ve onların ordularını da sayabilirim.

Asla zırp pırt darbe yapmayan; asla ikide bir "andıç" ve "web" muhtırası vermeyen; asla, "milletin TSK yandaşı tepki göstermesi askerin doğal beklentidir" diye "çağrı" (!) yayınlamayan sayısız ve sayısız "cum-hu-ri-yet ordu"nun seçerelerini çıkartabilir.

"Cumhuriyetçiliğin anavatanı" o Fransa’daki ordu kadar "dilsiz dev" olacak ve dolayısıyla da, "cumhuriyetçi kural"a harfiyen riayet edecek bir TSK istiyorum.

Ne azı, ne fazlası ve de tabii ki, zaptiye bu yeni "hıyanet"imi de (!) fişime ekleyebilir.
Yazının Devamını Oku

Tarihin virajındayız!

24 Temmuz 2008
BELKİ de tarihbilimcileri "Allah’ın talihli kûlu" hanesine yazmamız gerekiyor.<br><br>Çünkü, onlar bitmiş bir maziye mesafeli bakmak şansına sahiptir. Lüks bahşedilmiştir. Oysa, öngörülemez bir kaos olan tarih yaşanan süreçte ancak bir "an"dır. O "an"ı kavramak ise çok zordur. Dolayısıyla, daha da sonrasını saptamak müneccimbaşılığa girer.

Nitekim, "tarihin süzgecinden geçmek" deyimini láf olsun diye kullanmıyoruz.

* * *

AMA
aynı tarih bazen de çok net kırılma noktaları içerir. Kavis değil viraj döndürür.

Öyle ki, bunları tam o yaşanan "an" sırasında farketmek nispeten daha kolaylaşır.

Şüphesiz, yanılma payı yine mevcuttur. Ancak, hata oranı artık bayağı düşmüştür.

Üstelik, tarihin genelde önce "nicelik evrimi" izlediği ve optimum noktadan sonra da artık "nitelik sıçrama"sı yaptığı düşünülürse, kesin virajı görmemek için kör olmak gerekir.

Fakat o körler tabii ki vardır. Daima da olacaktır. Zaten tarihin diğer özelliği de budur.

Şimdi, benzer dönemeçleri dünyanın ve Türkiye’nin yakın mazisinden örnekleyelim.

* * *

MESELÁ, Hitler’i perde arkasından denetleyeceğini sanan muhafazakár ricálin Nazi liderin Berlin’de şansölye olmasına "he" dediği 30 Ocak 1933 günü, böylesine bir virajdır.

Buradaki "körlük", zehirli okun daha o an yaydan çıktığını farketmemektir.

Veya, yine aynı şekilde ve yine aynı Berlin’de "Duvar"ı yıkan 8 Kasım 1989 gecesiyle birlikte, Sovyet İmparatorluğu’nun mutlaka çökeceğini ve jeo-politiğin değişeceğini daha 9 Kasım sabahı iyi-kötü sezinlememek, tarihin genel diyalektiğine yabancı düşmektir.

Yahut, Bayar ve arkadaşlarının 7 Haziran 1945’de verdiği "Dörtlü Takrir"le Türkiye’nin çoğulculuğa geçeceğini hemen ve az-çok öngörmemek, yine başka bir "körlük"tür.

* * *

ÖYLE, zira bütün bunlar ne gökten zembille indiler, ne de ániden ihsan buyruldular.

Hepsi, "nicelik evrimi"nin nihayetindeki birer "nitelik sıçraması"nı olarak geliştiler.

Hatırlayalım, Hitler’in arkasında Almanya’nın 1918’den beri yaşadığı demokrasi krizi ve tek taviz vermediği "Kavgam" teorisi; "Duvar"ın balyozunda SSCB’nin iktisadi iflası ve Gorbaçov’un ideolojik "perestroyka"sı; "Dörtlü Takrir"in birikiminde ise Ankara’nın San Francisco Konferansı kaygısı ve İnönü’nün 19 Mayıs 1945’deki "müjde" konuşması vardı.

Yani, doğru veya yanlış, her "kırılma noktası" ve her "keskin viraj" açıkça geldiler.

Üstelik, bunlar tarihin "esas gidişatı"na koşut bir seyir izlediler. Onunla çelişmediler.

Nitekim, zamanda incelersek, Nazizm totalitarizmlerin; "Dörtlü Takrir" ve "Duvar" ise tam tersine, demokratizmlerin yükseliş trendine tekabül eder. Üçü de akıntıya uygundur.

Dolayısıyla, kim ki ülke ve dünya tarihindeki "nicelik evrimi"ni izlediğini söylüyor, o halde bugünkü Türkiye’nin de yeni bir "nitelik sıçraması"na vardığını görmek zorundadır.

Aksi takdirde bakar kördür ki, gözlüğe, pertavsıza, dürbüne, teleskopa ihtiyacı vardır.

* * *

ÖYLE, çünkü iktidar partisi kapatılsın veya kapatılmasın; "Ergenekon" gerçek yahut fos çıksın, bunların her ikisi de birer "kırılma noktası"dır. Ülke tarihi "viraj" dönmektedir.

AKP davası, stratejik panik içindeki statükonun can hávliyle giriştiği taktik bir ataktır.

Ama kamu vicdanının ezici çoğunluğu tarafından ve daha şimdiden püskürtülmüştür.

Velev ki AKP’yi yasaklasın, uzun "nicelik evrimi"ni hálá kavramayan bir statüko bundan böyle, Türkiye’nin şu an yaşadığı "nitelik sıçraması"nı durdurmaz. Ok fırlamıştır.

Zaten de "Ergenekon"un bamteli "soruşturulmazlar"ın artık soruşturulabilmesidir.

Bunu da o nicelik birikimi mümkün kılmıştır. Sıçrama da nitelik virajına vardırmıştır.

Ve virajdan tornistan yoktur, zira tarih ne denli kaotik olursa olsun, şükür ki Türkiye gibi dünyaya eklemlenmiş bir ülkede, o tarihin "ana gidişat"ından geri dönüş de y-o-k-t-u-r.
Yazının Devamını Oku