14 Ağustos 2008
GÜRCİSTAN lideri Saakaşvili’ye naif falan değil, açıkça saftirik demek gerekiyor.<br><br>Nasıl da Rus kapanına düştü! Nasıl da Moskova’nın kurduğu tuzağa balıklama daldı! Kabul, aşağıda değineceğim gibi, yanılgısını açıklayacak ciddi nedenler tabii ki vardı.
Ama olsun, bir devlet adamının bu denli ketenpereye gelmesi yenip yutulamaz.
* * *
EN önce, zeytinyağı gibi üste çıkmaya kalkışan ve timsah gözyaşları dökerek şimdi pek bir "mazlûm" (!) edásı takınan Rusya’ya bir tek bizim "Putinci ulusalcılar" inanır.
Çünkü, Kafkasya’daki son gelişmelerin senaryosu tabii ki Kremlin tarafından yazıldı.
Daha doğrusu, Moskova’da "silovikis" denilen "şahinler" önce denize olta attılar.
Gürcistan’ın zokayı yutması için de Slavların hámisi Aziz Vladimir’e dua ettiler.
Ve, durumu kavramayan Mihail Saakaşvili ona takıldığı anda da, önceden hazır planı derhal uygulamaya koyarak "arka bahçe" addettikleri Kafkas’ta stratejik zafer kazandılar.
Bu gelişmeleri irdeleyebilmek için kronolojik olarak biraz geriye dönmemiz gerekiyor.
* * *
ASLINA bakarsanız, bir "koçbaşı" ve "koz" olarak saklamaktan başka Moskova için fazla önem taşımayan ve angarya niteliği daha ağır basan şu otuz bin nüfuslu Güney Osetya, geçtiğimiz yakın dönemde ne Rusya’nın, ne de Gürcistan’ın ana gündeminde yer alıyordu.
Hanidir Tiflis’e isyan etmiş bu garip diyarda "de facto" bir statüko hüküm sürüyordu.
Esas sorun, Suhumi limanının varlığından ve 2014 Soşi olimpiyatlarının emniyetinden dolayı Kremlin’in çok daha hayati addettiği diğer ayrılıkçı bölge Abhazya’ya odaklanıyordu.
Nitekim de, her iki taraf AB - ABD planı ekseninde bu konuyu tartışıyorlardı.
* * *
İŞTE tam o sırada, yani temmuz sonu, ağustos başlarına doğru, daha önce Sen Petersburg’da "kumarhaneler kralı" olan ve aniden Güney Osetya’da "savaş ağası" olarak zuhur ediveren Edvard Kokoyti yönetimindeki "milliyetçiler" (!); yani Ali kıran baş kesen eşkıyalar, haydutlar ve kaçakçılar, Gürcistan’a karşı yeni bir silahlı provokasyon başlattılar.
Çok doğal olarak da, eli nal toplamayan Tiflis karşılık verdi. Gerilim birden tırmandı.
Bunun üzerine, "arabulucu" (!) olacağını ve o Kokoyti’yi masaya oturtacağını Gürcistan’a vaat eden Rusya, gezgin elçi Yuri Popov’u 4 Ağustos’ta bölgeye gönderdi.
Ama Oset ásiler "takmayınca", Rus heyeti açıkça "kumarhaneler kralı"nı suçladı.
"Arabulucular" (!), "artık biz bile bunlara söz geçiremiyoruz" diye konuştular.
İmdiii?
* * *
İMDİSİ şu ki, Saaşkavili de işte tam burada tongaya bastı. Tam burada zokayı yuttu.
Büyük iyimserlikle, "duruma şaşıran Ruslarla temas halindeyiz" dediği 7 Ağustos gecesi Osetler tekrar saldırınca, sandı ki karşı taarruza geçerse Moskova işe karışmayacaktır.
Dolayısıyla da, kanserli uru kesip atmak için sonun başlangıcı olacak olan emri verdi.
Yani, Gürcü lider bizdeki "Putinci ulusalcılar"ın uydurduğu gibi, ABD’ye, NATO’ya, AB’ye güvendiği için falan değil aksine, Rusya’nın "olta"sına güvendiği için şapa oturdu.
Bu arada hatırlatayım, KGB şefi Baranov bir; İçişleri Bakanı Minzayev iki; Savunma Bakanı Lunev üç; Güvenlik Sekreteri Barankeviç dört, Güney Osetya’daki tüm kilit şahıslar hem Rus’tur; hem de daha önce diğer "netámeli" bölgelerde "alengirli" görev yapmışlardır.
* * *
İŞTE, Mihail Saaşkavili’nin saftirikliği hem bu genel tabloyu, hem de kaçın kurası Kremlin’de gayet ustaca ve hince hazırlanmış olan son tuzağı görememekten kaynaklanıyor.
Bu "naiflik"iyle de Rus yayılmacılığına altın tepsi içinde stratejik zafer sunmuş oldu.
Ve heyhat, bedelini sırf Gürcistan değil, bütün bir bölge ve bütün bir Batı ödeyecek.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2008
16 Temmuz 1912’de gerçekleşen "Halaskár Zabitan" eylemi tarihimizde bir t-e-k’tir. Eşi, emsáli yoktur. Çok sıradandışılıkları tanımlayan türden bir "sui generis" olaydır. Çünkü, şimdikilerin tam aksine, o tarihte kışla bizzat kışlaya karşı "darbe" yapmıştır.
Ordu ilk ve son defa, kılıcını sivil ve legalist bir yönetimden yana atmıştır.
Şöyle ki, İttihatçı sultayı reddeden bir grup subay, "kanûniyetin tekrar iáde-i itibar kazanması" ve "cihet-i askeriyenin siyasetten çekilmesi" için bir "láhika" yayınlamıştır.
Bunun üzerine de, geri plandaki ipleri "komita" tarafından çekilen ve kaypaklığıyla ün salmış Mehmet Sait Paşa istifa etmiş ve Ahmet Muhtar Paşa kabinesi kurulmuştur.
* * *
İMDİİ, malûm, şimdiki "ulusalcı neo-ittihatçı"lar Türkiye demokratlarına kara çalmak için tarihi açıkça tahrif ediyor ve dün belirttiğim gibi, onların "manevi babası" sayılabilecek Prens Sabahaddin’in 31 Mart ayaklanmasına destek verdiğini uyduruyorlar.
Yetmiyor, "liberallerin darbe karşıtlığı yalandır. İşlerine gelirse arka çıkarlar" diyebilmek için, Prens’e yönelik suçlamayı "Halaskár Zabitan"a da uzandırıyorlar.
Peki, iddia doğru mu ve de Mehmet Sabahaddin Bey eylemin içinde yer aldı mı?
* * *
BURADA kesin bir "hayır" veya "evet" cevabı veremeyeceğim. Verilemez de!
Gün ışığına çıkmış belgeler soruya mutlak yanıt getirmiyor. Gölgeleri aydınlatmıyor.
Ama farketmez, işte bahşettim gitti! Ben "ulusalcı - neo-ittihatçı" iddiayı baştan kabulleniyorum. Prens’in "darbe"yi fikren ve manen desteklediği tezine itiraz etmiyorum.
Çünkü, öyle olması gerekirdi! Gerekiyordu ve de tersi özgürlükçülüğe zıt düşerdi.
Zira, cumartesi günü yazdığım gibi, demokratların mevcut şartları yok sayıp her türlü müdahaleye "ilke" olarak karşı çıkacağına dair bir kural yoktur! Asla da olmamıştır.
Ve de zaten sorarım, 16 Temmuz 1912 arifesinde İmparatorluk’taki o şartlar nasıldır?
* * *
İKTİDARI fiilen yönetmesine rağmen İttihat ve Terakki hálá meçhûl bir "komita"dır
Meşrutiyet’ten dört yıl sonra dahi kongrelerini gizli kongre topladığı için halk arasında hem "ricál-i gayp" diye hicvedilmektedir, hem de bu kimliğiyle o halka korku salmaktadır.
Ezici çoğunluğu asker olan kadroları aracılığıyla tüm dizginleri elinde tutmaktadır.
Artı, 18 Ocak ültimatomuyla irade-i senniye çıkarttırtmış ve Meslis-i feshetmiştir.
Tarihimize "sopalı seçim" diye geçecek yeni oylamada ise öyle zorbalık uygulamıştır ki, Kuzey Kore hiç kalır, 275 mebustan tam 269’unu İttihatçı etiketle Babıáli’ye göndermiştir.
Zaten de, "seçim"in (!) hemen ertesinde en küçük muhalif sesi dahi yasaklamıştır.
Tabii bu arada, 31 Mart’tan beri aralıksız süren sıkıyönetim devam etmektedir.
İşte, "Halaskár Zabitan" grubu "kanûniyetin iáde-i itibar kazanması" ve "cihet-i askeriyenin siyasetten çekilmesi" için "muhtıra" verdiğinde, "şerait" aynen böyledir!
* * *
PEKİİ, bu durumda, başta Prens Sabahaddin, demokratlardan ne beklenirdi ki?
Onların, yukarıdaki "sopalı seçim"i ve emir eri Sait Paşa’yı "meşrû"; ama askerden bizzat askere karşı bir sivillik uyarısı olsa bile, sırf kışladan kaynaklandığı gerekçesiyle, "láhika"nın "gayr-ı meşrû bir darbe" olduğu sonucuna mı varmaları gerekirdi?
Daha neler! Hangi "meşruiyet"ten (!) söz ediyoruz? İttihatçı silahşörlerin açık açık insan katlettiği bir rejimi mi "legal" (!) addediyoruz? Despotizmi mi "resmi" (!) sayıyoruz?
Tabii ki başta yine Prens olmak üzere, özgürlükçülerin "Halaskár Zabitan" grubunu desteklemesi gerekirdi ki, bunun adına "darbecilik" değil aksine "anti-darbecilik" denir!
Ah ah, tarihi tahrif ederken bári biraz doğrusunu öğrenseler de, özgürlükçü demokratların alnında "enayi" yazmadığını artık anlasalar!
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2008
ÖNCE, 19 Nisan 1909 tarihini taşıyan ve askerlere hitap eden bir çağrı aktaracağım: "Asker kardeşler, şimdi bizim dediklerimiz can kulağıyla dinleyin. Şeriat ve meşruiyete dört elle sarılın. Ama unutmayın ki, şeriat müslim gayr-ı müslim; yerli - yabancı herkese, háttá bütün mahlukáta karşı hayırhah olmayı, iyilik etmeyi emreder. (... o halde) derhal zabitlerinizle barışın, kucaklaşın ve emirlerine itaat edin! Çünkü, kumandanlara itáatı emreden, tanrımız teala ve takáddes hazretleridir". * * *
YUKARIDAKİ bildirinin sahibi, "Jön Türk" hareketinin liderleri arasında yer alan ve kısa bir süre de "Osmanlı Ahrar Fırkası"na öncülük etmiş olan Prens Sabahaddin’dir.
Bu çağrıyı da tarihimizde "31 Mart Vakası" olarak bilinen ve genelde "şeriat" şiarı etrafında toplandığı için "yobaz" addedilen Avcı taburlarının isyanı sırasında yayınlamıştır.
Daha ayrıntıya girersek, İttihatçı silahşor Abdullah’ın "Serbesti" gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi katletmesine doğan tepkiden sonra çoğu Arnavut kökenli neferler Babıáliye yürüdüğünde; Hareket Ordusu henüz ayaklanmayı bastırıp Abdülhamid’i tahttan indirmeden önce, ásilerin Dersaadet’te terör estirdiği o kaos günleri sırasında kaleme alınmıştır.
Zaten, en azından o dönem pozitivist bir agnostik olan Prens eğer isyankarları "dört elle meşruiyete sarılmaya" çağırırken dini vecibelere atıfta bulunmak ihtiyacını hissettiyse, bunun nedenini başkaldırının esas olarak "softa" (!) nitelik taşımasında aramak gerekir.
* * *
İMDİİ, eh aynı Prens 19. asır sonu sosyolog ve pedagogları Leplay ve Demolins’in yarı loncacı, yarı adem-i merkeziyetçi fikirlerinden etkilenip 1902 kongresinden itibaren "Jön Türkler" içindeki liberal kesimi temsil ettiğine; üstelik, ciddi zaaflara rağmen bu özelliğiyle günümüz Türkiye özgürlükçüleri için bir "manevi ata" olduğuna göre, hadi vur abalıya!
Yani, şimdinin "ulusalcı - neo-ittihatçılar"ı onu bir "boy hedefi"ne dönüştürüyorlar.
Taktik, çağdaş demokratlara Prens’in ensesi üzerinden piştov sıkıyorlar.
Neymiş, liberaller yalancıymış ve de işlerine geldiği takdirde darbeleri desteklerlermiş.
Nitekim de, Prens Sabahaddin hem yukarıdaki 31 Mart Vakası’na, hem üç yıl sonra yine İttihat ve Terakki’ye karşı gerçekleşen "Halaskár Zabitan" hareketine omuz vermişmiş.
* * *
İNSAF, ahláki kıstaslarla donanmış demokrat özgürlükçüler tabii ki yalancı değildir!
Ancak, "ulusalcı - neo-ittihatçı"ların yukarıdaki sözleri doğru mu?
Hele hele, "tarih dersi"ne kalkıştılar mı, ağlayasım gelir.
"Halaskár Zabitan" ve sonrasına yarın geleceğim, tekrar 31 Mart’a dönelim.
* * *
HAYIR, Prens Sabahaddin 31 Mart ayaklanmasına ne katılmış, ne de desteklemiştir.
Nitekim, isyán sırasında yapmış olduğu yukarıdaki çağrı da bunun en somut delilidir!
Hem Tarık Zafer Tunaya’nın zaten İttihatçı elebaşı Cemal Paşa’nın "kanaati"ine (!) ve yine o "kanáat"ten yola çıkan Miller’in alıntısına atfen ancak dipnot olarak zikrettiği "yandaşlık" (!) savı; hem de diğer bazılarının aynı yöndeki iddiaları, tamamen havada kalır.
Zaten bunlar, Prens’in "asker kardeşler, derhal zabitlerinizle barışın, kucaklaşın ve emirlerine itaat edin" dediği bildiriden hiç bahsetmezler. Duymaz ve görmezden gelirler.
Kaldı ki, isyan ertesi ási ve muhalifler diván-ı harpe çıkartılırken, ittihatçılar bu fırsata rağmen, hálá kendileriyle uzlaşmayan Sabahaddin Bey hakkında suçlama getirmemişlerdir.
Ama doğru, İttihatçılar diktatoryayı tam kurduktan sonra, o "kanáat" ve "rivayet"ler gerek "Haláskar Zabitan" olayında, gerekse Mahmut Şevket Paşa suikastında, şimdiki "ulusalcı neo-ittihatçı" ların medet umduğu bir "iftiracılık tarihi"ne dönüşmüştür.
Yönelttikleri diğer "darbeci" iftirasını da yarın çöpe atacağım.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2008
Sorarım size, zaptiyeden kaçmak için jilet kullanmak zorunda kaldığı o çok kısa dönem hariç, Vladimir İliç Ulyanov’u, yani námı diğer Lenin’i, keçi sakalı olmadan gösteren bir fotoğraf, bir portre, bir heykel gördünüz mü? Sakallarımın çıkmasıyla "cinnet yılları"na geçişim, paralel bir seyir izledi.
Yani, geçen pazar anlattığım gibi, ne vakit ki buluğ çağı bitimi ve ergenlik çağı başlangıcında hafiften hafife tıraş olmaya başladım, tamamen aynı süreçte ve yine hafiften hafife, tarihin en büyük yalanını oluşturmuş komünizme inanmaya başladım.
Tabii buradan itibaren de şöyle bir soru sormak meşruluk kazanıyor: Yüz kıllanmasıyla yüzsüz yalana kanmak arasında bir ilişki var mıydı?
Evet evet, ilk bakışta "kel aláka" gibi gözükse dahi, yukarıdaki soru aslında gayet haklı, gayet makûl ve dediğim gibi, gayet meşru bir temele oturuyor.
Öyle, çünkü sorarım size, söz konusu komünizmin "esas babaları" addedilen Karl Marx ve Friedrich Engels birer sakal abidesi değil miydi?
Artı, bazen takışmış, bazen atışmış olsalar bile, Proudhon’undan Bakunin’ine veya Kautsky’sinden Plehanov’una, yine "ilk" kategorisine giren zat-ı muhteremlerin her biri, şöyle veya böyle, ustura görmemiş çehre teşhir etmez miydi?
Ve, ya biraz sonrakiler?
SAKALSIZ LENİN OLUR MU
Tabii ki sonrakiler, zira yine sorarım size, zaptiyeden kaçmak için jilet kullanmak zorunda kaldığı o çok kısa dönem hariç, Vladimir İliç Ulyanov’u, yani námı diğer Lenin’i, keçi sakalı olmadan gösteren bir fotoğraf, bir portre, bir heykel gördünüz mü?
Vallahi, o "cinnet yılları"nda hemen bütün resimlerini incelemiş olmama rağmen, ben görmedim.
Allah rahmet eylesin; pardon pardon, "big bang" yani patlama eylesin demek istemiştim; ölüm döşeğinde çekilmiş nihai fotoğraflarında bile, zevcesi Krupskaya’nın değilse bile, Bolşevik elebaşıya hizmet eden "uşak yoldaş"ın, usturayı Tatar çizgili surat üzerinde itinayla gezdirirken, bıyık ve çenedeki kıllara dokunmadığına şahit olursunuz.
Sonracığıma, Kronstadt işçilerini topa tutarak katleden Levon Troçki’den, gülleden tasarruf olsun diye "karşı devrimciler"i (!) kurşuna dizerek "haklayan" Feliks Cerjinski’ye hemen bütün Bolşevik liderler "efendiler"i Lenin’i taklit ederek keçi sakal bırakmıştır.
Bunun belki tek istisnasını pos bıyıklarını Nazım Hikmet’in çorbasına daldıran Jozef Stalin oluşturur.
Neyse, "ilk babalar"ın göbek sakalıyla kıyaslandığında, Bolşeviklerin hiç olmazsa yanak üzerinde jilet gezdiriyor olmasını bile bir "ilerleme" olarak kaydetmek gerekir. Biliyorum biliyorum, şimdi, "Canım ne ilgisi var! O zamanın modası öyleymiş de, adamlar onun için sakal bırakmıştır. Sen tarihin en büyük yalanına inanarak geçmişte zokayı yutmuş olmanın hıncıyla, şimdi bilinçaltı bir intikamcılık güdüyor ve kılla ’kıllık’ arasında ilişki kurmaya çalışıyorsun" diyeceksiniz.
Háşá! Kusura bakmayın, bu tür "tahlilleri" çok işittim ve de her defasında, uydurmasyon "psikanalistler"e (!) ağızlarının payını veriverdim. Kabul, tabii ki itiraz etmiyorum, Marx’ın da, Lenin’in de döneminde şu veya bu türden sakal bırakmak, muhtemelen bugünkünden daha fazla revaçtaydı.
Bunu reddetmiyorum ve gerçekçi bir argüman kabul ediyorum.
KÜBA’DA DA SAKAL SEVDASI
Tamam da, insaf yahu, hiç mi "sinek kaydı yanak" yoktu?
Oysa ben size burada, her biri ayrı şöhret ve tabii ki aynı dönemlerin insanı, ama yüzü tıraşlı en az bin kişi sayabilirim.
Üstelik, "oranlamaya" vurduğunuzda, nasıl oluyor da "komünist zevát"ın sakallılık ortalaması, sıradan ahaliyle asla karşılaştırılmayacak oranda zirveye çıkıyor?
Kaldı ki, örneğin, sarı ırkın aslında köseye yakın ölçüde tüysüz olmasına ve Konfüçyüsçü sakalın da ancak belirli bir yaştan sonra bilgelik simgesi addedilmesine rağmen, Çu En Lay’ından Deng Siao Ping’ine, henüz pek toy Çinli komünistler Avrupa’da öğrenime gittiklerinde ilk iş, o çıkmayan tüylerini uzatmaya kalkışıyor?
Veya, zaten adı üzerinde "barbudos", Castro’sundan Guevera’sına, bilûmum Küba komünistinin sakal sevdası da "o zamanın modası"ndan mı kaynaklanmış oluyor?
Tekrar insaf, 1950’lerin ikinci yarısında çekilmiş ve Latin Amerika’daki "ortalama ahali"yi gösteren gündelik fotoğraflara şöyle bir bakın bakalım!
Ne görüyorsunuz? Erkeklerin suratında şeker kamışı gibi bitmiş sakalları mı? Asla!
O Castro’nun Havana’sında, köylünün o şekerkamışı tarlasında çalıştıktan sonra ve rumba dans etmeye gitmeden önce; o Guevera’nın Buenos Aires’inde de işçinin et konservesi paketledikten sonra ve tango raks etmeye gitmeden önce, mümkünse berber koltuğunda, değilse de kendi kendine sinek kaydı ustura vurmuş olduğu göz çıkartır!
İmdii, demek ki bu takdirde, hafiften tıraş olmaya başlamamla yine hafiften "cinnet yılları"na bulaşmamın ortak seyir izlemesinden yola çıkarak, "sakalla komünizm arasında bir ilişki var mıydı" sorusunu sormam, son derece makûl bir mantık silsilesini yansıtıyor. Ve siz de soruyu hafife almayın, cevabını gelecek pazar arayacağım.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2008
"ULUSALCI - neo-ittihatçı" kesim, cahil cüretkarlığıyla şimdi de şöyle buyuruyor: "Efendim, ’demokrat’ ve ’liberal’ geçinenler ’ilke’ olarak her türlü darbeye karşı çıktıklarını söylüyorlar ama, sakın inanmayın! İşlerine geldiği takdirde desteklerler".
Fesüphanallah!
* * *
EVET fesüphanallah, zira ilkin, sizlere kim bizim adımıza konuşmak hakkını verdi?
Daha beteri, yine bizim adımıza "ilke" yumurtlamak seláhiyetini nereden buldunuz?
Ama olsun, madem böyle bir halta heveslendiniz o halde hemen şu soruyu cevaplayın:
Tüm modern zamanlar tarihinde acaba hangi demokrat ve liberal teorisyen, her türlü müdahale, darbe ya da isyana "mutlak ilke" olarak karşı çıkılması gerektiğini söylemiştir?
Tek bir tane bulamazsınız, çünkü özgürlükçü demokratların "hariçten müdahaleler"i i-l-k-e-s-e-l olarak reddettiğine dair bir kural yoktur. Asla da olmamıştır ve olmayacaktır.
Tersine, o özgürlükçüler, demokrasiye yönelmesi kaydıyla ve kimden gelirse gelsin, mutlakiyetçiliğe, zulme, totalitarizme vs. karşı gerçekleştirilen her hamleyi desteklemişlerdir.
Desteklemek ne kelime, bizzat içinde olmuşlardır ve de barikatlarda can vermişlerdir.
* * *
NİTEKİM, bunun aksi düşünülemeyeceği içindir ki, örneğin 1815 Viyana Kongresi’nin köhne Avrupa monarşilerini tekrar meşrulaştırmasıyla taşan bardaktan sonra, bütün Yaşlı Kıta’yı sarsan ama genelde ákim kalan 1848 atılımına liberaller öncülük etmiştir.
Yoksa yukarıdaki uyduruk "ilke"ye göre, sistem dışı müdahaleyi prensipte reddedecek o liberallerin "aman legalist davranalım ve uslu oturalım" demesi mi gerekiyordu?
Yahut, Rus otokrasisini deviren 1917 Şubat İhtiláli demokrat Kerenski’yi iktidara getirdiğinde, eh çar da "meşrû" (!) olduğuna göre, Duma üyesi buna "hayır" mı diyecekti?
Veya, Hitler’e karşı düzenlenen Temmuz 1944 suikastı başarıya ulaşsaydı, karargahta bomba patlatıldığı ve failler muhafazakar militarist olduğu için, Alman özgürlükçülerin "biz pasifistiz ve karışmayız" diyerek kenara çekilmek gafletine mi düşmesi beklenecekti?
Ya da, Salazar’ı yıkan 1974 karanfil devrimini cunta gerçekleştirdiği için, Portekizli demokratların "asker varsa, biz yokuz" diye muhalif kesilmesi mi istenecekti?
* * *
HAYIR, hayır, hayır!
Asparagas teori uydurup bunu demokrat ve liberal özgürlükçülere maleden "ulusalcı - neo-ittihatçı" bezirgánlar yine yalan söylüyor. Ortada böyle bir "ilke" (!) milke yoktur!
Fakat ortada tabii ki kesin bir i-l-k-e-s-e-l-l-i-k vardır ve de aslında sonsuz basittir.
* * *
ÖZGÜRLÜKÇÜLER yalnız ve yalnız evrensel demokrasiyi kıstas alırlar. O kadar!
Yani, söz konusu kıstaslara göre meşrû ve hukuki addedilen iktidarlara, hükümetlere, rejimlere yönelik her türlü darbeyi, müdahaleyi, muhtırayı reddederler ve asla uzlaşmazlar.
Ancaak, eğer ortada böyle bir meşruiyet yoksa; yahut da sonra raydan çıkmışsa, ister askeri, ister sivil olsun, onu rotaya sokacağına inandıkları her türlü girişimi desteklerler.
Çünkü liberaller rasyonel aklın, dürüst ahlákın ve pragmatik siyasetin insanlarıdır.
Dolayısıyla, bırakın Hitler nazizmine karşı Prusyalı generallerle; Salazar faşizmine karşı Portekizli albaylarla ve İttihatçı diktotaryaya karşı "Haláskár Zabitan"la işbirliği yapmayı, eğer ceberutluğa karşı demokrasiyi ilerletecekse, şeytanla bile yatağa girerler.
İşte yegáne ve yegáne i-l-k-e budur ve gerisi láf-ı güzáftır!
Veya, 100. yıldönümünü kutladığımız 1908 İnkılábı’nı bile tahrif eden "ulusalcı- neo ittihatçı" kalpazanların, başta Prens Sabahaddin olmak üzere, "Jön Türk" demokratlara "darbeci" demesi gibi bir iftiradır ki, bunun ipliğini de salı günü pazara çıkartacağım.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2008
2008 yılı boyunca, modern tarihimizde bir dönüm noktası olan "Jön Türk İnkilábı"nı veya diğer adıyla 2. Meşrutiyet’in 100. sene-i devriyesini idrak ediyoruz ve edeceğiz. B-ü-t-ü-n ulusumuza k-u-t-l-u olsun!
***
"BÜTÜN" ve "kutlu" kelimelerini kasten vurguladım.
Zira, tabii ki mirasyedi değiliz. Müsrif bir yeni zengin hiç değiliz. Asla da olamayız.
Yani, nasıl ki Cumhuriyeti’mizi kıtıpiyoz "cumhuriyetçiler"e ve Mustafa Kemal’i de kalpazan "kemalistler"e hibe etmiyoruz; yani, nasıl ki o sığ "cumhuriyetçiler"in ve o sahte "kemalistler"in isim ve tabu tekelini yıkıyoruz, aynı şey 1908 İnkilábı’mız için de geçerlidir.
***
EVET aynen geçerlidir, çünkü, önce "Genç Osmanlılık", sonra "Jön Türklük" diye bilinen genel modernleşme iradesi, zaten 1923’ün ideolojik ve organik nüvesini oluşturur.
Şinasi’den, Namık Kemal’dan, Ziya Gökalp’ten ayrı bir Cumhuriyet yoktur. Olamaz.
Zira, her siyasi sonuç kendisinden önce yaşanmış olan evrimden ve birikimden süzülür.
Aynı rotayı izlemese dahi, onların varolmuşluğundan yararlanarak sıçrama yapar.
Háttá çoğu defa, o ilk varoluşunu dahi reddettiği ve çeliştiği ortam sayesinde edinir.
Nitekim, özellikle "Jön Türkler" yetişmelerini ve formasyonlarını, mücade ettikleri Abdülhamit’in eğitim, meslek, iktidat ve iletişim alanlarındaki reformculuğuna borçludurlar.
Dolayısıyla da, durum böyleyken, demokrat ve liberal özgürlükçülerin yüz yıl önceki "devrim"imizi sahiplenmesi ve mirasına titremesi kadar doğal bir şey düşünülemez.
***
DÜŞÜNÜLEMEZ, zira 1908 "devrim"ine İttihatçıların el koyması ve "komitacı" zorbaların da nihayetinde İmparatorluğu batırması, bir "redd-i miras" bahanesi oluşturmaz.
Çünkü her şeyden önce, 2. Meşrutiyet atılımı d-e-m-o-k-r-a-t-i-k bir karakter arzeder.
Ne İttihatçılarda Gökalp, Ahrarcılarda Prens Sabahaddin ve Taşnakçılarda İstepan Zoryan hariç, devrimciler arasında ehil bir teorisyenin bulunmaması; ne 1876 Kanun-i Esási’sine dönülmesi dışında bir projenin oluşturulmaması; ne de yamalı bohça kimliğin gelecek çelişkileri baştan haber vermesi, Jön Türk İnkilábı’ndaki ö-z-g-ü-r-l-ü-k-ç-ü niteliği değiştirir.
Burada "özgürlükçü" demekle, "ısıltılı despot" ve "tutucu modern" kimliği öne çıkan 2. Abdülhamit’e yönelik suçlamalara açık çek vermiyorum. İzán ve izáfiyet gerekir.
Fakat yine de, hem "Temmuz İnkilábı" öncesindeki Anadolu ve Rumeli’nin köylü - esnaf isyanları; hem de İmparatorluk sathındaki kavimlerin etnik "kıpırtısı", iktisadi ve milli huzursuzluğun tırmandığını, dolayısıyla da o İnkiláp’ın kapıya dayandığını haber veriyordu.
Nitekim bugün mesafeli baktığımızda, Osmanlı tarihinde ilk kez, farklı ırk ve dinlere mensup nispeten geniş kitlelerin Fransız Devrimi kökenli şiarlar etrafında buluşabilmesi, taleplerin azami, dönüşüm şartlarının ise olgun seviyeye ulaşmış olduğunu ortaya koyuyor.
***
İMDİİ, hál böyleyken, Türkiye’deki demokrat ve liberal özgürlükçülerin, tabii ki ruhu ve maddesiyle b-i-z-i-m olan "Jön Türk" İnkilábı’nı námerde hibe etmesi düşünülebilir mi?
Alnımızda enayi mi yazıyor ki, bu özü sivil atılımı, şimdi "ulusalcı" etiketi kullanan ve mayaları icábı da sırf sonraki ceberrutluğu sahiplenen "neo-ittihatçılar"a bahşedelim?
Asla! Bin şükür, ne aklımızı peynir ekmekle, ne mirasımızı o İttihatçı kumarla yedik.
Kabuğunu beğenmeyen civciv misáli de, kendi kendimizin inkára yeltenecek değiliz.
Artı, aynı "ulusalcı - neo-ittihatçı" kalpazanların, başta Prens Sabahaddin olmak üzere "Jön Türkler" içindeki özgürlükçülere attığı iftiraları da yutacak kadar cahil değiliz!
Evet evet, bir özgürlük hamlesi olan 1908 İnkilábı’mızın 100. yıldönümünü ulus olarak kutlardan, ben de o iftiraları tarihin çöplüğüne atmayı cumartesi günkü yazıma bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2008
"Lánet sana ey Kolima, o bizim dünyamız Yalan icát etti seni, o da bizim hayatımız"(Anonim - Rus Zindan Şarkısı)
ÖNCEKİ sabah seksen dokuz yaşında hayata gözlerini yuman Aleksandr İsayeviç Soljenitsin’le 20. yüzyıl dünya edebiyatı çok büyük bir kalemini yitirdi.
Aidiyetini taşıdığı Rus ulusu ise yine aynı yüzyılda yetiştirdiği en dáhi yazarını yitirdi.
Artı, bilhassa ve bilhassa da bütün bir insanlık "özgürlük vicdanı"nı yitirdi.
Dolayısıyla, en önce Aleksandr İsayeviç’in anısı önünde hûşuyla eğiliyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2008
GEÇEN hafta tam bugün yayınlanan makalemin ilk paragrafı aynen şöyleydi: "Yanılma payını açık bırakıyorum, çünkü dün ben bu satırları yazarken failler bilinmiyordu. Ama yine de bana sorarsanız, Güngören katliamı leş gibi PKK kokuyor.
Şöyle ki, kalleş ve hain saldırı (?) son askeri operasyonlara misilleme oluşturdu.
Eh, kurt puslu havayı sevdiğine ve Ergenekon iddianamesindeki bariz ’kara’lar spekülatif ’gri’lerle karıştığına göre, şu an susmak da PKK’nın taktiğine uygun düşüyor."
*
TAHA Akyol’ün dünkü "Milliyet"te "İşte Bebek Katilleri" başlığıyla kaleme almış olduğu makalenin ilk paragrafı ise aşağıdaki gibiydi:
"Güngören katliamından sonra ’Bebek katilleri’ başlıklı yazımda PKK’yı lanetlemiştim. İnternet adresime mesajlar geldi.
PKK bu olayı reddettiği halde ben nasıl PKK’yı suçlu gösterebilirmişim?
’Bir de hukukçu geçinirsin’ diyenler de vardı; zanlılar bile belli olmadan nasıl böyle yazabilirmişim?! Ve ’faşist... liboş... emperyalist’ gibi seviyesiz laflar.
Cevap vermedim, sadece ’katiller yakalandığında utanırlar mı’ diye düşündüm".
*
İMDİİİ, birbirimizden tamamen habersiz olarak aynı tahlili yapmış olduğumuz için, aziz meslektaşıma gelen mesajların benzeri tabii ki benim de elektronik postamı doldurdu.
Ama bunlar "ahval-i ádiye" olduğundan, edepsizlikleri geçelim ve şuraya gelelim.
*
BİR; geçen hafta da belirttiğim gibi, PKK, lumpenleşmiş köylü kökenlilerden adam devşiren ve laik - milliyetçi láfazanlığına rağmen aslında dini - feodal fanatizm ekseninde ideoloji üretmeye çalışan, "desperados" kimlikli bir "umutsuzluk örgütü"dür.
Yani, başta temsil etmek iddiasından yola çıktığı çok geniş Kürt kitleler olmak üzere, hayatın, siyasetin, dünyanın ve Türkiye’nin gerçeğinden kopmuştur. Onlardan soyutlanmıştır.
Gemileri çoktan yakmıştır ve tüm stratejisini gerilim tırmandırmak üzerine kurmuştur.
Son Güngören katliamı ise o stratejinin doğal bir uzantıdır. Sorumluluğun inkárı da, bazılarının sandığı gibi, örgütün kendi militanlarını denetleyemediği anlamına gelmemektedir.
*
GELMEMEKTEDİR, zira emri veren PKK yönetimi daha ilk anda yalan söylemiştir
Zaten de, söylemesi gerekiyordu! Aksini düşünmek abesle iştigal ederdi.
Ve, bu zorunluluk örgütün duyduğu "insani" (!) bir utançtan filan kaynaklanmıyordu.
Saldırı AKP ve Ergenekon bulanıklığına denk düşürüldüğüne göre, puslu havayı seven o kurdun katliamı muallakta bırakması tabii ki bir "taktik mecburiyet" oluşturuyordu.
Nitekim, "acaba mı" sorusu doğdu ki, eğer failler yakalanmasaydı da sürüp gidecekti.
Yani, komplo teorileri zehirini saçacaktı ki, zaten ikinci nokta da burada odaklanıyor.
*
BURADA odaklanıyor, zira ne Taha Akyol, ne ben müneccim olmamıza rağmen sırf rasyonel akıldan hareketle katili işaretlediğimiz gün, örneğin, "Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" kışkırtıcılığı başta, ciddi bir gazetede "İslamcı-ulusalcı" komplo teorisyenliği yapan kalemşör, "Güngören’de olanı sakın klasik örgüt saldırısı sanmayın" buyurmuştu.
Tabii, "zehir hafiye"miz (!) araya "bir çok başkenti" sokuşturmayı da unutmamıştı.
Valla ne diyeyim, madem öyle faillerin itirafına ve delillerin somutluğuna inanmayın.
Katliamı PKK’nın "klasik örgüt saldırısı" değil de "meçhûl el komplosu" sanın.
Akyol’un "katiller yakalandığında utanırlar mı" sorusunu ise duymazdan gelin.
Eh, sizdeki komplocu yüz mahkeme duvarıysa da, katliamının "klasikliğini" derhal saptadığımız için, bizlere "emperyalist" ve "liboş" diye mesaj ve çamur atarsınız.
Yazının Devamını Oku