Eh, mahdum bey ve onun pederi, bir poposu yerde, diğer poposu gökte halayıkların mermer göbek taşları üzerinde sırt ve mahrem keseleyeceği bin kurnalı bir káşanede, yüz hamamlı bir sarayda, on havuzlu bir malikánede ikámet etmiyorlar.
Beni ve oğlumu, işte eni konu tek banyosu olan alelade bir fakirhane paklıyor.
Dolayısıyla da, her sabah mutlaka ve mutlaka, o banyoya "önce sen gireceğin, hayır ben gireceğim" kavgası başlıyor.
Ve de bazen öyle oluyor ki şeytan, yatağın altındaki beyzbol değneğini kap ve şunun beynine indiriver diye dürtüyor.
Fakat ne çáre, tabii ki daima ve daima o kazanıyor. Bahaneden çok ne var! Ya üniversitedeki dersine geç kalmıştır; ya hemen ûd egzersizi yapması gerekmektedir; ya da yeni yavuklusu tramvay durağında beklemektedir.
Dolayısıyla, damarıma basmak için, banyodaki o cazgır sesli radyoyu en hard rock istasyona avaz avaz ayarlayıp kapıyı bir güzel kilitleyiveriyor.
EFENDİYE BENZE BE OĞLUM
Ardından, zaman geçiyor, yelkovan dönüyor, saat ilerliyor ama çıkan mıkan yok!
Neden sonra, yani ben bin defa, "Çabuk ol, başlarım senin saç jölesi keyfine! İşim gücüm var" diye kapıyı yumrukladıktan sonra, bütün tembihlerime rağmen ıslak ayaklarıyla parke üzerinde yine şapıl şapıl iz bırakan ve bornoza bile tenezzül buyurmayan beyimiz nihayet arz-ı endam ediyor ki, o ne!
Şakaklardan yanaklara doğru sarkan ve biraz biraz da çenesinin altında toplanan o tüy azmanı sakalcıklar yine tıraş edilmemiştir. Seyrek seyrek ve öksüz öksüz uzayıp gidiyorlar.
Her zamanki gibi yine, "Be oğulcağızım, be cici evladım, be cán-ı cánanım, vallahi pek sakil duruyorlar. N’olur, şunların üzerinden jilet gezdir de yüzün gözün açılsın. Efendiye benze" diye yalvarıyorum.
Artı, tezimi pekiştirmek ve kendime şahit bulmak için de, "Bak, geçen gün ablan geldiğinde o da sana aynı şeyi söyledi. Hatta, ’yakışıklım, kızlar senden kaçsın diye mi bu güzelim çehreyi böyle heba etmek gafletine düşüyorsun’ dedi. Herhalde onun estetik kıstaslarına laf edecek değilsin" türünden bir ekleme yapıyorum. Ama kim dinler! Evet kim dinler ve de sağ kulağından girip, sol kulağından çıkması yetmiyormuş gibi, hayır hayır küstahça demiyorum ama, işte dobra dobra meydan okuyor.
"Sanki sen benim yaşımdayken farklı mıydın" buyuruyorki, o an apışıp kalıveriyorum. Oğulcağızım, doğrusu sana helál-i hak olsun!
Taşı gediğine oturtmak diye tam buna denir. Zaten de orada durmuyor ve, "Aynı dönem fotoğrafların ortada. Kendini dağda gerillacılık oynayan Che Guevara sanıyordun. Ben hiç olmazsa senin gibi parka giymiyorum" diye üsteliyor.
Tabii ki nutkum tutuluyor ve her bir şeyi yiyip yutuyorum.
İçimden "Canına yandığımın keratası, tam babanın oğlusun! Nasıl da bam telini yakaladın" diye hem söyleniyor, hem seviniyorum.
Fakat, bu itirafı ona karşı da yapmayı kendime yediremiyorum.
Daha doğrusu, kendimi sorgulamaktan asla çekinmediğim için aslında yediriyorum ama, sakallarındaki estetik sakilliğe ilişkin kanáatim değişmemiş olduğundan, belki bir ihtimal benim dediğime geleceğini düşünerek, sırrımı dışa vurmamayı tercih ediyorum.
Her halükárda da, "Tamam tamam, paşa gönlün nasıl çekiyorsa öyle olsun. Hem hadi, randevuna geç kalıyorsun. O uyuz tüylerini okşayacak yavuklunu tramvay durağında bekletme" diyerek başımdan salıveriyorum.
Bir de, sonsuz babalık aşkı, tam kapıdan çıkarken, "Kahve ısmarlayacak paran var mı" diye soruyorum ve cevabını beklemeden, cebine üç-beş kuruş koyuyorum. İşte nereden nereye!
İki pazar önce anlattığım gibi, buluğ çağından ergenliğe geçerken kendi babamla yaşamış olduğum "sakal sorunu"nu, tabii ki daha elástiki biçimde olsa dahi, yine de üç aşağı beş yukarı aynı oranda ve roller değişmiş şekilde, bugün bizzat oğlumla yaşıyorum.
Ancak, canım ciğerim oğlum benim o dönemki fotoğraflarımdan yola çıkarak bana "Che Guevara taklitçisi" derken yanılıyor ki, bunu haftaya bırakıyorum.