Madem biz devrimi halkla beraber yapacağız, o halde söz konusu halkı kazanabilmek için onun bağrında erimeliyiz. Bilhassa da, aykırı kaçacak, tepki çekecek her türlü hal ve oluş tarzından, giyim biçiminden, çehre görünümünden kaçınmalıyız. Halkımızın, özellikle de köylülerin içinde eriyebilmek için, en kabadayısı bıyık bırakabiliriz. Hatta, halkımız burunla ağız arasındaki kıllara pek bir meraklı olduğundan, bırakmamız tercihe şayandır.
Tamam, "İki, üç, dört Vietnam / Ernesto’ya bir selam / Ho, ho, Ho Şin Min" diye haykırarak Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye Amerikan askeri kovaladığım doğrudur. Ama yine de hiçbir zaman "Ernestocu", yahut esas deyimiyle "Guevaracı" olmadım.
Yukarıdaki slogana katılmam sürüyü takip etmek güdüsünden başka bir şey değildir.
Çünkü, zahir tam mazoşistmişim ki, Latin romantikalarda kulaç atmak varken, ben "cinnet yılları"nın daha ilk başlangıcından itibaren "güneş doğudan doğar" şiarına inandım.
Güney Amerikalar yerine Uzak Asyalar’a dümen kırdım.
Başka bir deyişle, yukarıdaki cinneti dahi artık "delirium" raddesine vardıran o meşûm Çin Kültür Devrimi’nin, yani aslında "kültür katliamı"nın rüzgárında savruldum ve tarihin en büyük canileri arasında yer alan Mao’nun tongasına geldim.
Dolayısıyla da, oğlumun yanılgısı buradan kaynaklanıyor.
Evet buradan kaynaklanıyor, zira geçen pazar anlattığım gibi, sakallarını kesmesini istediğimde bana, "Baba, benim yaşındayken çekilmiş fotoğrafların ortada. Kendini dağda gerillacılık oynayan Guevara sanıyordun" cevabını verirken, maddi yanlışa düşüyor.
Ne münasebet! İftira!
Kendimi hiçbir zaman Guevara sanmadım. Tam tersine, onun "küçük burjuva maceraperestliği"ne ilişkin olarak bin bir nutuk paraladım.
Dolayısıyla da, ilk sakallarımı da Ernesto’ya benzemek için bırakmadım.
Zaten aslına bakarsanız, sakal bırakmayı dahi çok vahim ve çok affedilmez "suç" addeden bir "devrimci ortam"ın (!) içinde oldum.
Öyle öyle, "suç", ne sandınız ya!
KİTLE ÇİZGİSİ
Evet efendim, yoksa siz hiç "kitle çizgisi" diye bir şey duymadınız mı?
Açıklayayım, bununla denilmek istenen şey şudur: Madem biz "devrim"i (!) "halk"la (!) beraber yapacağız, o halde söz konusu "halk"ı (!) kazanabilmek için onun bağrında erimeliyiz. Asla fark edilmemeliyiz. Bilhassa ve bilhassa da, "aykırı" (!) kaçacak, damara basacak, "tepki" (!) çekecek her türlü hal ve oluş tarzından, giyim biçiminden, çehre görünümünden kaçınmalıyız.
Eh, ne demiş Başkan Mao? "Suyun içinde balık olun." Yani, kimse sizi bir "öteki" olarak görmesin.
Bu takdirde, şimdi sorarım, sakal makal bırakmak düşünülebilir mi? Tabii ki düşünülemez!
Hacı-hoca takımının sünneti zaten başka kategoriye giriyor, sakalı kim koyverir ki?
Hele hele, haniyse 40 yıl öncesinden söz ediyoruz, o yıllarda kim bırakabilir?
Kerataların iki yanağına iki tokat nakşet, birkaç "züppe" akademi öğrencisi ve de artı, öyle kitle mitle çizgisi takmadan Guevaracılığa heveslenen "maceracılar" (!).
Oysa biz farklıyız ve "bozkırı tutuşturan kıvılcım" olacağız ya, "halkımızın", özellikle de köylülerin içinde "eriyebilmek" için, en kabadayısı bıyık bırakabiliriz. Hatta, aynı "halkımız" burunla ağız arasındaki kıllara pek bir meraklı olduğundan, bırakmamız tercihe şayandır.
Ancak, velev ki diğer katili yere göğe koymuyor olalım, ne me lázım, orada dahi öyle göze batacak cinsten bir Stalin bıyığına rağbet etmemek gerekiyor. Kaytan bıyığa, badem bıyığa, leblebi bıyığa, çekirdek bıyığa, falan fıstık bıyığa amenná da, "solculuk" alámet-i farikası sayılan bir pos bıyığa hayır!
HALKLA BİRLEŞİYORUZ
Şimdi, durum böyleyken ve káh Söke köylerinde, káh Alibeyköy fabrikalarında, káh Alamanya haymlarında ajitasyon ve propaganda yaparken, zavallı ırgatları, kahraman işçileri, çilekeş gurbetçileri yarı belimize kadar sakallı vaziyette "tavlamamız" mümkün olabilir mi?
Tabii ki olamaz! Tahayyül dahi edilemez!
Bir kere, bu görünümümüzle hemen dikkat çekeriz ve dolayısıyla da, daha köy minibüsüne binmeden; daha vardiya çıkışına varmadan; daha yemekhane masasına oturmadan, paçayı derhal zaptiyeye, aynasıza, polise kaptırırız.
Ama esas olarak, zavallı ırgatlar, kahraman işçiler ve çilekeş gurbetçiler bizi tefe koyar.
Bırakın bozkırı tutuşturmak için kibrit çakmayı, "Birinci" cigaramızı muhtar çakmağıyla bile yakmazlar. Yanımıza bile yaklaşmazlar. Kendileri gibi değil, züppe akademi öğrencileri gibi sakal bırakmış "devrimciler"e asla ve asla güvenmezler.
O takdirde, madem "kaderimizi halkla birleştiriyoruz", suratımızı da aynı halka benzeteceğiz ve "burjuva özentisi" sakala makala itibar etmeyeceğiz.
Hoş, bütün bunlar işin teorik yanını oluşturuyordu. Kitabiyattan öteye gitmediler. Çünkü, örneğin, zaten her biri birer "çarıklı erkán-ı harp" olan o köylüler yine aynı Söke’de, "halkımızın arasına erimek" için kafasına kasket ve ayağına çarık geçirdikten sonra bir de uyuz eşek edinen bir yoldaşı anında fark edecek kadar uyanık davrandılar.
Dolayısıyla, sakallı olup olmamak pratikte hiçbir kıymet-i harbiye ifade etmedi. Ha Che Guevara’ya özenerek sakal koyvermiş ve Latin romantikalarında "devrimcilik" (!) oynamışsın; ha, daha da beteri, kendini o romantikalardan bile mahrum bırakıp zaten haniyse köse bir Mao’nun cinnet talimatlarına uymuş ve aynı "devrimcilik oyunu"nu sinek kaydı tıraşlı veya alelade bıyıklı bir mazoşizm raddesine vardırmışsın.
Aşağı tükürsen o sakal, yukarı tükürsek o bıyık ki, her ikisi de aynı çıktı ve çıkıyor. Biliyorum, şimdi, "Madem vaziyet böyleydi, o halde oğlun sakallı fotoğraflarını nereden buldu" diye soracaksınız.
Müsaadenizle, bunun cevabını gelecek pazara bırakıyorum.