6 Eylül 2008
ASLINA bakarsanız, tabii ki şu "insani ziyaret" (!) hakkında yazmam gerekir. Çünkü, "Ergenekon" zanlısı oldukları için Kandıra Cezaevi’nde tutuklu bulunan iki emekli paşaya üniformalı bir paşanın "görüşmeci" gittiğini öğrendiğimde, dudağım uçukladı.
Üstelik, üzerine bilhassa basa basa, söz konusu ziyaretin "TSK adına" resmen gerçekleştirildiği duyurulunca, akıl ve iz’án sahibi herkes gibi ben de şaşkına döndüm.
Hele hele, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, yukarıdaki inanılmaz gelişmeyi açıklayan bildirinin aynı zamanda da, o generalleri sanık sandalyesine oturtmuş yargıyı kastederek "ordunun adalete güveni tamdır" dediğini okuyunca, küçük dilimi tam yuttum.
Dolayısıyla, konu hakkında edilecek o kadar çok láf var ki!
Fakat yine de bugün "Kandıra insaniyetçiliği"ne (!) değil, son tahlilde çok daha fazla önemli olduğu için, Türkiye’nin "evrensel diplomatlığı"na değineceğim.
* * *
BUNA değineceğim, zira ne mutlu ki ülkemiz şu an uluslararası sahnede bir "yükselen yıldız" kavisi çiziyor. Boğaz akıntılarının yakamozuyla pırıldıyor.
Ve bu olguyu görmemek için ya dehşet partizan, ya da bakar kör olmak gerekiyor.
Nitekim, yukarıdaki "pırıltı"nın en son örneğini, Suriye, Katar ve Fransa önderlerinin katılımıyla önceki gün Şam’da gerçekleşen "İstikrar İçin Diyalog" zirvesindeki dördüncü ayağın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına odaklanması oluşturdu.
Başka bir deyişle, zaten aynı Suriye’yle İsrail arasındaki temasların mimarı ve öncüsü olan Ankara bölge politikalarına öylesine damga vurur hale geldi ki, Paris lideri Nicolas Sarkozy bile "Türkiye müthiş işler başarıyor" demek zorunda kaldı.
Tabii, ülkemizin AB üyeliği hedefine taş koymakta başı çeken o Sarkozy’nin yeminli "Türkofob" addedildiğini hatırlatmaya gerek görmüyorum.
Artı, "vazgeçilmez Türkiye" başyazısı yayımlayan "Le Figaro" gazetesinin de, aynı Sarkozy tarafından temsil edilen Fransız "sağ"ına sözcü olduğunu eklemiyorum.
* * *
ÖTE yandan, Rusya’nın Gürcistan topraklarını fiilen ilhak etmesiyle noktalanan son krizde Ankara’nın hemen devreye girmesi ve "Kafkas İşbirliği Planı"nı teklif etmesi, Türkiye’yi yukarıdaki coğrafyada da "ciddi aktör" konumuna geçirdi.
Proje gerçekleşir veya gerçekleşmez o kadar önemli değil, ülkemizi öne çıkartan olgu bizatihi bu girişimci ve aktif tutumdan kaynaklandı.
Hele hele, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bugün Erivan’a gitmesiyle birlikte hayati bir tabunun yıkılacağı ve gelişmeler aynı seyri izlediği takdirde de Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin "normalleşebileceği" düşünüldüğü takdirde, aynı Kafkasya’da Ankara’nın daha çok "vazgeçilmezlik" kazanacağını öngörmek pek fazla "hayalperestlik" sayılmaz.
Üstelik, "Batı camiası" mensubiyetine rağmen o Ankara’nın Tahran’la da "samimi" olduğu ve İran sorununun önümüzdeki dönemde de gündemden düşmeyeceği hesaplanırsa, ülkemizin diplomatik planda biraz daha "pırıldıyacağını" varsaymak yine yanlış olmaz.
* * *
EVET evet, yine bize ne mutlu ki, eski ve yerel statükonun can havliyle yaptığı son hamlelere rağmen ülkemiz y-e-n-i ve e-v-r-e-n-s-e-l bir statüko arayışında dev adımlar atıyor.
Yukarıdaki "Le Figaro"nun deyimiyle "vazgeçilmezliği"ni her an pekiştiriyor.
Tekrar yukarıdaki Sarkozy’nin ifadesiyle de, "müthiş işler başarıyor".
Ve, böylesine hızlı dönüşen; böylesine ufku açılan ve böylesine öne çıkan bir ülkeyi artık ne "Kandıra ziyaretleri", ne de "Kandıra insaniyetçilik"leri geriye götürebilir.
Çünkü, belki modern tarihinde ilk kez iç ve dış dinamikleri bu denli uyumlu harmanlayan Türkiye, şimdi o "insaniyetçilik"in yine e-v-r-e-n-s-e-l boyutuyla donanıyor.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2008
FATİH Terim cumartesi günü Ermenistan’la gerçekleştirilecek futbol karşılaşmasını kastederek "savaşa değil maça gidiyoruz" derken, ilke olarak en doğru saptamayı yaptı. Lákin, şu da diğer bir gerçek ki, spor aslında hiçbir zaman siyasetten kopuk olmadı.
En azından, "devlet" olgusunun bir mekanizma olarak ortaya çıkışından beri olmadı.
Nitekim, Eski Yunan olimpiyatları da birer "politika forumu" işlevini üstlenmişlerdi.
Antik oyunlar Herodot tarihine, "şehir uluslar"ın birbirleriyle "kapıştığı" ve yine "şehir hükümetler"in "kulis" yaptığı buluşmalar olarak yazıldı.
Sonra, söz konusu gelenek o vakitlerden bugüne dek hiç durmaksızın sürüp gitti.
Sayısız emsáli varsa da, bunun modern zamanlardaki en çarpıcı örneğini 1971 yılında ABD’yle Çin arasında gerçekleştirilen "ping-pong diplomasisi" oluşturur.
* * *
HATIRLATAYIM, Başbakan Çu En Lay o yılın Nisan ayında ve hiç beklenmedik bir şekilde, Asya turnesinde olan Amerikan masa tenisi takımını Pekin’e davet etmişti.
Tabii, anında kıyametler koptu. Bütün dünya küçük dilini yuttu.
Çünkü düşünün ki, "kağıttan kaplan" olarak nitelediği "yankee emperyalizmi"ne her an beddua yağdıran ÇHC, birdenbire o "kaplan"ın pençesini buyur etmek istemektedir.
Üstelik de Vietnam Savaşı en civcivli noktasındadır ve taraflar birbirlerine hasımdır.
Ve, henüz dış politika danışmanı olan Henry Kissinger mika topu havada yakaladı.
Richard Nixon yönetimini, çağrıya uyulması yönünde ikna etti.
Nitekim de, aynı mika top raketler arasında gidip gelirken, önce bizzat Kissinger’ın gizli; sonra Nixon’un Mao’yu aleni ziyaretleriyle iki devlet arasındaki ilişkiler normalleşti.
İşte, "Wall Street" gazetesine yazdığı makaleyle Türk muadilini maça davet eden Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın atıfta bulunduğu "ping-pong diplomasisi" budur.
Her halükárda da, gidilecek yer savaş meydanı değil çim saha olsa bile, iki ülkenin hassasiyeti göz önüne alındığında, kopmakta olan fırtınayı çok yadırgamamak gerekmektedir.
* * *
DÜN ben bu satırları yazarken o gitme ihtimali hayli yükselmişti ama, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davete icábet edip etmeyeceği henüz kesin bir resmiyet kazanmamıştı.
O halde ihtiyatlı davranıyorum ve "futbol diplomasisi zaferi"nden dem vurmuyorum.
Ancak tabii ki bütün kalbimle böyle bir z-a-f-e-r’in kazanılmasını diliyorum!
* * *
ANLADINIZ, burada "zafer" derken şu veya bu takımın galibiyetini çağrıştırmadım.
Türkiye ve Ermenistan halklarının; Türk ve Ermeni uluslarının; Türk ve Hay kavimlerinin; Ankara ve Erivan başkentlerinin ortak "zafer"ini kastettim.
Buna mecburuz! O iki halk, o iki ulus, o iki kavim ve o iki devlet olarak mecburuz!
Yakın tarihin korkunçluk sayfaları nasıl yorumlanırsa yorumlansın; bizim tarafta "ulusalcı-neo-ittihatçı" şovenler, karşı tarafta da "Taşnakçı-intikamcı" diğer şovenler ne denli patırtı kopartırsa koparsın; ve nihayetinde karşılaşmayı kim kazanırsa kazansın, Türkler ve Ermeniler olarak "barışın ve barışmanın zaferi"ne mecburuz.
* * *
İŞTE, Cumhurbaşkanı’nın "oyuncu" olacağı böyle bir "futbol diplomasi"si de, Çin ve ABD’nin 1971’deki "ping-pong diplomasisi" gibi Ankara ve Erivan’ın önünü açacaktır.
Kaldı ki, yukarıdaki tarihin ağırlığına ve Karabağ sorununun varlığına rağmen yine de, Türkiye’yle Ermenistan arasında tarafların fiilen hasım olduğu bir Vietnam Savaşı yoktur.
Öte yandan, Pekin’deki masa tenisi karşılaşmalarının sonucunu hatırlayan beri gelsin, cumartesi günkü maçı kimin kazanacağının ise hiç mi hiç kıymet-i harbiyesi yoktur.
Eğer Gül karşılaşmayı izlerse, kuşku yok, iki kardeş halk "ortak zafer" yazacaktır.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2008
ÖNCEKİ gün, biri Moskova’da, diğeri Brüksel’de olmak üzere, Rusya ve Avrupa malûmu ilám ettiler. Birinci bağlamda, Kremlin Dmitri Medvedev önce, müteveffa SSCB’nin artık tek kutuplu bir dünyayı kabullenmeyeceğini duyurdu.
Sonra da, eski Çarlık ve Sovyet imparatorluklarından "miras" (!) sayıldıkları için "yakın çevre" diye adlandırılan periferik ülkelerde "müdahil taraf" olacağını bildirdi.
Ve, burada hemen bir parantez açalım.
* * *
SİLİK bir teknokrat kimliği yansıtan Medvenev resmen Rusya Devlet Başkanı sıfatını taşısa dahi, aslında Kremlin’deki iktidar iplerini hálá Vladimir Putin tutuyor.
Epey bir müddet "acaba öyle mi" sorusuna yol açan denklem, son Gürcistan kriziyle birlikte artık kesin cevaba kavuştu. Rusya’yı kimin yönettiği konusunda tereddüt kalmadı.
Çünkü, zaten halefini de kendisi seçmiş olan eski KGB ajanı, Tiflis’i hedefleyen karşı saldırı ve işgal harekatlarını koordine etmekle yetinmedi. Onlara bizzat karar veren kişi oldu.
O halde, aşağıdaki saptamayı yaparsak yanlışa düşmüş sayılmayız.
* * *
PAZARTESİ günü Dmitri Medvedev tarafından dile getirilen "oturaklı Rusya" deklarasyonu özünde, Putin’in başlatmış olduğu "sertleşme politikaları"nın bir üst aşamaya sıçramasından başka bir şey değildir.
Başka bir deyişle, kızıl veya beyaz daima Rusya olan o Rusya, enerji vanalarını elinde tuttuğunu ve onun sayesinde de kasaların dolu olduğunu bildiğinden, bu kozlarına güvenerek, hanidir sürdürdüğü nicelik değişimini şimdi bir nitelik sıçramasına dönüştürmüştür.
Belki henüz bir "soğuk savaş"tan söz etmek için zaman erkendir.
Ancak hiç kuşku yok ki, tekrardan "palazlanan" Moskova bundan böyle "meydanı boş bırakmayacaktır".
Ve tüm bunlar üç aşağı-beş yukarı tahmin edildiğinden de, Medvedev’in meydan okuyan konuşması, yukarıdaki belirttiğim gibi, son tahlilde bir "malûmun ilámı"dır.
* * *
AYNI malûmun ilámı, önceki gün Belçika başkentinde olağanüstü toplanan AB devlet ve hükümet başkanları zirvesi için de geçerlilik taşıdı.
Çünkü, yine tahmin edildiği gibi, Topluluk liderleri Moskova’ya yönelik olarak tek bir "dişe dokunur" karar almaktan dahi kaçındılar.
Tamam, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü hiçe sayan Kremlin nispeten "sert" (!) bir ifadeyle kınandı ve taraflar arasında imzalanması öngörülen yeni işbirliği antlaşması şartlı olarak donduruldu ama, doğrusu bunlar "zevahiri kurtarmaktan" başka bir anlam taşımıyor.
Şu kesin ki, başta Almanya ve İtalya olmak üzere, enerji musluklarında "paçayı kaptırmış" olan Avrupa, eski Doğu Bloku ülkeleri hariç, Putin-Medvedev ikilisi karşısında, en azından şimdilik yelken mayna etmek siyasetini benimsiyor.
Üstelik, aynı "zevahiri kurtarmak" refleksi AB iç bünyesinde de ortaya çıkıyor.
Zira, Topluluk’un görünürdeki yekpareliğine rağmen, "tavizsiz" tutum takınılmasını isteyen o eski Doğu Bloku’nun "genç" başkentleriyle, Yaşlı Kıta’da "alargadan almayı" seçen "ihtiyar" başkentler arasındaki çelişki, háttá uçurum giderek derinleşiyor.
* * *
BÜTÜN bunlar nereye gider? Nereye götürecek? Nasıl bir rota tutturulacak?
Rusya’nın "kabadayılığı" ertesinde gerçekten çok kutuplu bir dünya mı doğacak, yoksa "Duvar"ın yıkılmasından beri süren "belirsizlik dönemi" yine devam edecek mi?
Soruların cevabını henüz bilmiyoruz ve ancak ilerleyen zamanla birlikte öğreneceğiz.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2008
RUSYA, "efeleniyor"!<br><br>Hem genel olarak uluslararası camiaya, hem de özel olarak Türkiye’ye karşı efeleniyor. Her şey meydanda, Putin-Medvenev ikilisinin Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü hiçe sayarak Güney Osetya ve Abhazya’yı resmen tanımasından; yani aslında onları fiilen ilhak etmesinden sonra, Moskova artık sopayı aba altına gizlemek zahmetine bile katlanmıyor.
O sopayı açık açık gösteriyor.
Ve, ABD ve AB’ye henüz teoride meydan okurken, kendisine olan enerji, ihracat ve turizm bağımlığından dolayı dişine daha uygun gelen Ankara’ya fiilen gözdağı veriyor.
* * *
ÖYLE ve ilkin "iláçlı domates" (!) yasağıyla başlayıp sonra kamyon bekletmelerine uzanan ve şimdi de Avrupa aktarmalı Türk mallarına engelleme getiren yaptırımlar tabii ki adı konmamış bir "kademeli ambargo"dur!
Bunu anlamamak için kör olmak gerekir.
Başka bir deyişle, Kremlin Türkiye’yi "cezalandırmaktadır" (!).
Daha doğrusu, cezalandırabileceğini imá ederek "hizaya gel" demektedir.
Ve, yukarıdaki tehdit s-t-r-a-t-e-j-i-k bir anlam taşımaktadır.
* * *
EVET stratejik anlam taşımaktadır ve Ankara’nın Tiflis’e "sıcak bakan" tutumuyla yahut NATO gemilerinin Boğazlardan geçmesiyle sınırlı güncel ve taktik "uyarılar" değildir.
Çok daha geniş kapsamlıdır! Çok daha kalıcı bir siyasetin habercisidir!
Yani, Vladimir Putin’le birlikte zaten aslına rucü etmiş olan ve kızıl veya beyaz daima Rusya olarak kalan Rusya artık tam "palazlandığına" kanaat getirdiği içindir ki, hem Türkiye’ye, hem de Türkiye üzerinden bütün bir Batı’ya "ihtar" vermektedir.
Tabii açıklamaya dahi gerek yok, tüm bunların geri planında ise petrol ve gaz nakil hatlarının denetimi yatmaktadır.
* * *
FİİLİ ambargoya misilleme olarak kısmi bir mütakabiliyet ilkesinde söz etse dahi, Ankara şimdilik "aşağıdan alıyor". Doğaldır!
Kabul, ABD veya AB yukarıdakine az benzer bir yasak koysa, misilleme yapılmadığı takdirde "ulusal onur" diye kıyameti kopartacak olan bizim Rusofil "ulusalcılar" bu defa havaya bakıp ıslık çalıyorlar ama, onların ikiyüzlülüğünü saymayalım, yine de doğaldır.
Çünkü enerji, ihracat ve turizm bağımlılığımız, el kol bağlayan nesnel bir vakıdır.
Bu açıdan da, iki ülke dışişleri bakanlarının bugün gerçekleştireceği temas sırasında Sergey Lavrov’un söyleyecekleriyle, Kremlin’in "arzuları" (!) daha bir netlik kazanacaktır.
Her halükárda da, gerek seçim arifesindeki ABD’de esen "muallak rüzgárlar"dan; gerekse, dün bu satırlar yazıldığı sırada henüz sonuçlanmasa bile, Brüksel’deki olağanüstü zirvede bir araya gelen Topluluk liderlerinin havanda su dövecek olmasından dolayı, Türkiye’nin Rusya karşısında "dişe diş, göze göz" politikasından kaçınması anlaşılabilir bir tutumdur.
Durum biraz daha idare edilebilir ama, hayalciliğe ve teslimiyetçiliğe kapılmayalım!
* * *
ÖYLE, çünkü eğer Moskova Batı’ya karşı yeni bir "soğuk savaş" başlatmak ve onunla bilek güreşine girmekte kararlıysa, Ankara için de tercih kaçınılmaz olacaktır.
Ve şüphesiz ki, tüm önemine rağmen yine de Rusya’yla kıyaslanmayacak oranda iç içe yaşadığı; daha hayatisi, hanidir demokratik iklimini soluduğu o Batı’nın yanında yer alacaktır.
Aksi mümkün değildir! Düşünmek dahi mümkün değildir!
Fakat umalım ki, şimdilerde pek bir "efelenen" o Rusya tez vakitte "yola gelir" de, dünyamız ve ülkemiz böyle bir tercih yapmak zorunda kalmaz.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2008
Belçika’daki gençlik kampında geçen yıl Draha Çaystokava’yla tanıştım. Tanıştım ne kelime, vuruldum. Romantika aşklarda boğuldum. On bir ay boyunca, sanki Kafka ve Milena’ymışız gibi hiç durmadan mektuplaştık. Bak Milena’m, senin uğruna, tamı tamına bir yıldır dokunmadığım o canım sakallarımı bile kestim ki, her halde bu fedakárlığımı unutmassın.
Polis bir pasaporta baktı, bir de yüzüme baktı.
Tekrar tekrar baktı. Belki on defa baktı.
Aptal değilim, aynasızın bir haltlar karıştırmak üzere olduğunu sezinlediğimden, tabii ben de şafak attı.
Nitekim, zaten meymenetsiz suratına daha da ciddi bir ifade takınarak, tek kelimesini anlamadığım bir lisandan makine gibi konuşmaya başladı.
Sonra, önce pasaporttaki tüysüz ergenlik resmimi gösterdi, ardından da yüzümdeki sakalları işaretledi.
Ve el hareketleriyle, sınırdan içeri girebilmem için onları kesmem gerektiğini belirtti.
Aksi takdirde bunun mümkün olamayacağını da, káti bir şekilde belli etti.
Benim de dünyam yıkıldı.
Tarih 1971 Ağustosu’dur. Bir Belçikalı arkadaşımın "iki beygir" otomobiliyle, Bavyera taraflarındaki bir Alman hudut kapısından Çekoslovakya’ya girmeye çalışıyoruz.
Çünkü, adını hálá dün gibi hatırlıyorum, yine o Belçika’daki gençlik kampında geçen yıl Draha Çaystokava’yla tanıştım.
Tanıştım ne kelime, vuruldum. Romantika aşklarda boğuldum.
On bir ay boyunca, sanki Kafka ve Milena’ymışız gibi hiç durmadan mektuplaştık.
Üniversite profesörlüğünden atılan babası "Dubçekçi" bir muhalif olduğu için, aralıktan beri kızının da ülkeyi terketmesi yasaklandı.
Dolayısıyla, dağ dağa kavuşmaz, yár yáre kavuşur misali, ben onu görmeye gidiyorum.
Ama gidebilecek miyim?
HANİYSE HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLAYACAĞIM
Evet girebilecek miyim, çünkü pis pis sırıtarak kepinin üzerindeki kızıl yıldızı parlatan mendebur sınır polisi işte Nuh diyor, peygamber demiyor.
Sakalları kesmediğim takdirde içeri almayacağını gayet aşikar bir şekilde anlatıyor.
Muhtemelen rüşvet istiyor ve on dolara fit olacak ama, o on dolar biz çulsuzlar için beş yüz kilometre benzin parasına tekábül ettiğinden, bunu herifin cebine koyamayız.
Çare yok, ya herru, ya merru, Draha’nın aşkı uğruna, tam bir yıldır hiç dokunmadığım ve "adam olmak" simgesi addettiğim ilk gençlik tüylerimi yolacağım.
Ne bende, ne de arkadaşımda tıraş áleti olmadığı; böyle bir şeyi Çek hudut kapısında bulabilmek ise hayal dahi edilemeyeceği için, gerisin geri Almanya’ya döndük.
İlk köy bakkalından bir makina, bir jilet ve tuvalet lavabosunda soğuk su, kan ve revan içinde kalan suratımı hacamat ederek o güzelim sakalların icábına baktım.
Ve tüysüz çehremi aynada gördüğüm an, haniyse hüngür hüngür ağlayacağım geldi.
Sonra tekrar Çekoslovakya sınırı; muradına erdiği için şimdi pis pis sırıtan aynasızın vurduğu "geç" damgası; gümrükçülerin otomobili, sırt çantalarımızı ve üzerimizi donumuza kadar araması; nihayetinde de, sen sağ ben selámet, çekiçli bir "kızıl işçi" panosunun yanında "Aslan Asker Şvayk" lisanıyla Prag bilmem kaç kilometre diye yazan yol levhası.
Bak Draha Çaystokava, bak Milena’m, senin uğruna, tamı tamına bir yıldır dokunmadığım o canım sakallarımı bile kestim ki, her halde bu fedakárlığımı unutmassın.
Evet evet, beynimin gizlisinde bir daha geri dönmemek cüretkárlığı ve on dokuz yaşımın deli dolu isyankarlığı, Sirkeci’den trene binerek her şeyle "ipini koparttığım" tarihten beri tamı tamına bir yıl geçti.
İşte o "hayati an"dan beri de sakal falan kesmiyorum.,
Kabul, akan elli iki haftaya rağmen öyle pek uzamadılar.
Değil yarı belime kadar gelmek, çenemi bile adamakıllı dolduramıyorlar. Olsun!
Yine kabul, hem gayet seyrek ve gayet ince çıkıyorlar, hem de her halükárda, henüz ergenlik azmanı bir yeni yetme olduğumu gizleyemiyorlar. Yine olsun !
Onlar benim ö-z-g-ü-r-l-ü-k alámet-i farikama dönüştüler ki, dediğim gibi, eğer Bohemyalı sevgilimin aşkı olmasaydı, asla ve asla dokunmayacaktım.
Çünkü, böylesine bir "sakal özgürlüğü" benim için yalnız ebeveyn baskısından kaçmamı simgelemiyor.
Aynı zamanda, hatta bilhassa ve bilhassa, geçen hafta bahsettiğim ve "cinnet yılları" mı belirleyecek olan o halk dalkavukçusu "kitle çizgisi"nden de kurtulmayı simgeliyor.
TÜH SENİN SAKALINA DA BIYIĞINA DA
Evet evet öyle, zira "komünist ideal"im (!) dahil her bir şeyle köprüleri attım ya, dolayısıyla ne "yoldaş, halkımız seni bu akademi züppesi suratla görürse, sana hiç güvenir mi" diyecek başka bir "sıradan yoldaş" (!) var; ne de, "Gueveracı maceracılar gibi sakal bırakmanın álemi yok" diye fırça atacak "üst düzey yoldaş" var !
Aynen Bedri Rahmi’nin, "Herifçioğlu Sen Mişel’de koyvermiş sakalı / Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal’ı" şiirindeki gibiyim.
Zaten yeminim yemin, şu Çek hudut kapısındaki "vukuat" bir yana, yine hiç tıraş olmayacağım ve bir yıldır nasılsam, hep öyle kalacağım.
Kaldım da! Fakat öylesine sınırlı bir süre kaldım ki!
Sakallarım sahiden de biraz biraz uzamaya başlamışlardı ki, gerçek varlığından korkan bir küçük burjuva olarak, tekrar aniden zuhur eden ve, "kes şunları ve halkımızın kitle çizgisine uygun davran" diyen komuta itaat ettim.
Dolayısıyla da, "cinnet yılları"na bu defa tam balıklama daldım.
Başka bir deyişle, şimdilerde yavaş yavaş sakal bırakmaya heveslenen ve eleştirdiğimde de bana açık açık meydan okuyan canım ciğerim oğlum kadar cesur davranamadığım içindir ki, "sakalsızlık esaretleri"ni gönüllü biçimde kabullenmiş oldum.
O halde, on yaşındaki ahmak ve biçáre ben; Çek hududunda ve korkaklık hududunda sınırı aşan ben, tüh senin sakalına da, bıyığına da!
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2008
SALDIRGAN ve yayılmacı Rusya tecrit durumdadır.
Üstelik, bu yalnızlaşma sırf Batı ülkeleriyle sınırlı değildir.
"Doğu" (!) açısından da geçerlilik taşımaktadır.
Nitekim, Tacikistan başkenti Dûşanbe’de gerçekleşen "Şanghay İşbirliği Örgütü" (ŞİÖ) zirvesi, Moskova’nın istediği doğrultuda bir karar almayı reddetti.
Tamam, ortak bildiri Kremlin’in Kafkas’taki "müdahillik hakkı"nı yarım ağızla kabullendi ama, metin esas olarak ülkelerin, yani Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü vurguladı.
Her halükárda da, aynı ŞİÖ’de temel direği oluşturan Çin, fiili ilhak anlamına gelen ve Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’yı tanımasıyla orta çıkan oldu bittiye cevaz vermedi.
Zaten de veremezdi!
* * *
EVET veremezdi, çünkü en önce, "Avrasya" mavrasya patırtısı koparak ülkemizi otoriter ufuklara sürüklemek isteyen bizim "ulusalcı - neo-ittihatçı" zevatın iddia ettiğinin aksine, dünya sahnesinde böyle bir coğrafi kurumsallaşma yoktur. Teorik açıdan dahi yoktur.
Zaten ŞİÖ şekillenen yapılanma da asla bir "blok" veya bir "ittifak" değildir.
Bu örgüt taş çatlasa, partnerlerin ancak azámi paydalarda buluştuğu bir "kulüp"tür.
Daha önemlisi, hem yukarıdaki "temel direk" Çin, hem de "gözlemci" durumundaki Hindistan, siyasi ve iktisadi planda Rusya’nın dümen suyuna girmezler ve girmeyeceklerdir.
* * *
GİRMEZLER ve girmeyeceklerdir, çünkü Moskova onlar açından, gerektiğinde Washington’a karşı "denge unsuru" olarak kullanılacak bir "yedek güç"tür. Hepsi o kadar!
Zira Çin’in ve Hint’in esas ufku Pasifik’e; bilhassa da California kıyısına açıktır.
Üstelik, birincinin Tibet ve Doğu Türkistan; ikincisinin ise Keşmir sorunlarıyla hop oturup, hop kalktığı düşünülürse, Pekin ve Delhi’nin Kremlin oldu - bittisine "eyvallah" diyeceğini düşünmek abesle iştigal eder. Bu iki başkent de kendi ayaklarına ateş etmezler.
Nitekim, aynı Pekin lideri Hu Cintao aynı zirve sırasında kendisinden destek isteyen Rus önder Dmitriy Medvedev’le yaptığı görüşmeden sonra, "Gürcistan meselesi Çin’i zor duruma soktu" şeklinde konuşarak, böyle bir desteğin gelmeyeceğini ortaya koymuş oldu.
Dolayısıyla, en başta belirttiğim gibi, saldırgan ve yayılmacı Rusya’nın sırf Batı’dan değil "Doğu"dan (!) da tecrit olduğu Dûşanbe’de doruğunda ayan beyan gözler önüne serildi.
* * *
ÖTE yandan, kızıl veya beyaz daima Rusya olan Rusya’nın bu iki yönlü yalnızlaşma karşısında takındığı tavır, Leonid Brejnev dönemindeki Sovyetler Birliği’ni hatırlatıyor.
Nasıl ki Afganistan’ın işgali ertesinde daha da çok tecride gömülen o dönem SSCB’si gerilimi tırmandırmış ve Doğu Avrupa’ya "SS-21" füzelerini yerleştirerek Batı’ya meydan okumuştu, üç aşağı beş yukarı, bugünkü Putin - Medvenev ikilisi de aynı taktiğe başvuruyor.
Apar topar ve aksak topal, Moskova bu defa da "Topol" güdümlü füzelerini deniyor.
Ancak, mevcut petrol döviz ve rezervlerine güvenerek yine kısa vadeli düşündüğü ve uzun vadeli bakmadığı içindir ki, şimdiki Kremlin o maziden ders almışa benzemiyor.
Aynı SSCB’nin, "rest"i gören ve "yarış"ı tırmandıran bir Ronald Reagan tarafından başlatılmış "yıldız savaşları" projesine ayak uyduramadığı için çöktüğünü unutuyor.
Artı, yine kısa vadeli hesap yapan Moskova, bu fütursuz yaklaşımıyla hem Yaşlı Kıta’yı metazori ABD’nin kucağına itiyor; hem de kendisinin son tahlilde, iktisadi ve teknolojik açıdan "kof", en azından "muhtaç" bir devlet ve ülke olduğunu göz ardı ediyor.
İşin özü, yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali, Batı’da ve Doğu’da tecrit bir Rusya "rövanş"a soyunarak, tekrar "soğuk savaş"tan medet umuyor.
Ve, o "soğuk savaş"ı kimin kazandığını hatırlamayacak kadar hafıza kaybına uğruyor.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2008
KAFKASYA’daki yeni durum bir sürpriz değildir. <br><br>Çünkü, uluslarası hukuku hiçe sayan ve dünyaya meydan okuyan Kremlin’in Abhazya ve Güney Osetya "bağımsızlık"larını (!) tanıması, maddenin tabiatına uygun bir gelişmedir. *
O maddenin tabiatı ki, malûm, bütün tarihi boyunca saldırgan ve yayılmacı bir siyaset izlemiş olan Moskova için söylenen "kızıl veya beyaz, Rusya Rusya’dır" sözünde özetlenir.
Başka bir deyişle, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü umursamayan Putin - Medvedev düeti yukarıdaki iki ási "cumhuriyet"i (!) fiilen ilhak ederken, aslında táa Kiev prensliğinden beri ve bin küsur yıldır süren bir "istilácılık geleneği"ni tekrar canlandırmış oldu.
Evet evet, "kızıl veya beyaz, Rusya Rusya’dır" ve değişeceğine dair de emáre yoktur.
İmdiii?
*
İMDİSİ şu ki, "Soğuk Savaş"ı hortlatmak pahasına dahi olsa, o Rusya’nın kısa vadede ciddi bir başarı kazandığını daha şimdiden söylersek, fazla yanılgıya düşmeyiz.
Şüphesiz, Batı, Kafkas oldu - bittisi karşısında Moskova’yla kendisi arasına daha net bir çizgi çekecektir. Hatta muhtemelen, Kremlin’e yönelik olarak bir dizi "tedbir" alacaktır.
Fakat, dostlar alış-verişte görsünden çok öteye gidemeyecek olan bu yüzeysel yaklaşım pratikte fazla kıymet-i harbiye ifade etmez. Edemez ve edemeyecektir.
Zira, ne ABD, ne de Avrupa, Rusya’nın "rest"ini "rest"le görebilecek kartlara sahiptir.
Her şeyden önce, o ABD seçim arifesindedir ve Washington’da muallaklık vardır
Üstelik, Bush yönetiminin birinci önceliğini de hálá İran konusu oluşturmaktadır.
Beyaz Saray gerek BM Güvenlik Konseyi’nde, gerekse askeri harekat ihtimalinde Moskova’ya ihtiyaç duymaktadır ki, mevcut aşamada henüz "küláhları değiştiremez".
*
ÖTE yandan, AB’nin dişe dokunur bir uluslararası aktör kimliği taşımaması bir yana, Yaşlı Kıta’nın enerji tüketimi çok büyük ölçüde Rusya’ya bağımlıdır.
Putin - Medvedev ikilisinin vana kapatmak tehdidini şöyle bir sallaması dahi, başta en uzlaşmacı Almanya olmak üzere, Avrupa’nın yelkenleri mayna etmesine yol açacaktır.
Zaten de, çarlık ve komünistlik geleneğinden süzülen Rus diplomasisi bütün bu Batı zaaflarının farkında olduğu içindir ki, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü iğfal etmekte, sonra da Abhazya ve Güney Osetya’nın "bağımsızlık"larını (!) tanımakta tereddüte düşmemiştir.
O halde evet, Rusya kısa vadede başarı kazanmıştır ve bir süre bundan yararlanacaktır.
*
ANCAK, daha orta - uzun vadeli bir perspektiften bakarsak, aynı şey geçerli değildir!
Çünkü en önce, petrol ve gaz fiyatlarındaki müthiş artıştan dolayı bugün kasaları dolu olsa bile, Rusya özünde hálá "geri", kısmen fakir ve her halükarda da "muhtaç" bir ülkedir.
Tüm altyapısı, özellikle de söz konusu gaz ve petrol altyapısı Nuh-u nebiden kalmadır.
Hayatiyet arzeden bu sektörde Batı sermaye ve teknolojisine çok büyük ihtiyacı vardır.
Eğer o Batı o "tedbirler"i sıkı tutarsa da, Kremlin zaman içinde etkiyi hissedecektir.
Öte yandan, Kafkaslar’daki Rus yayılmacılığının önce Ukrayna, Belarus ve Moldova’yı; sonra da Asya’daki BDT ülkelerini daha çok "işkillendirmesi" kaçınılmazdır.
Bunlar, zaten hálá "hámi" geçinen Moskova’dan mümkün mertebe uzaklaşmak ve şöyle ya da böyle, "Batı’ya kapağı atmak" için yeni politika arayışlarına döneceklerdir.
Ve aynı şekilde, iki arada bir derede kaldığı için son gelişme Türkiye’yi kısa vadede çok rahatsız edecek olsa dahi, yine orta - uzun vadede, "Rusya’nın Rusyalığı" Ankara’yı AB’ye yaklaştıracaktır ki, bunun nedenlerini bir başka yazıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2008
"MONTRÖ’yü deldirtmeyeceğiz"! Haydaa! Hadi buyrun bakalım! <br><br>Evet evet, başımıza bir de bu çıktı ki, fesüphanallah! Çünkü malûm, ebedi ve ezeli bir "kevgir kompleksi"nden mustarip olan bizim "ulusalcı - neo-ittihatçı" zevat daha düne kadar "Lozan’ı deldirtmeyiz" diye bağırıyordu.
Ve şimdi de, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’ndaki deniz seyr-ü seferini belirleyen 1936 Montrö Antlaşması’nı "deldirtmemek" seferberliğine soyunuyor.
Neymiş, Gürcistan’a yardım bahanesiyle ABD Karadeniz’e "çıkmak" (!) istiyormuş.
Dolayısıyla da, söz konusu Montrö Antlaşması’nı değiştirmek peşinde koşuyormuş.
***
PEKİ de, Allah rızası için, bunu kim söylemiş? Talep ve dilek hangi ağızdan çıkmış?
Böyle bir arzu veya emel Washington Beyaz Saray’ında mı, Brüksel NATO’sunda mı, New York BM’sinde mi ifade edilmiş? Nerede, en azından bir "nabız yoklaması" yapılmış?
Yok! Bunların hiçbiri yok! Ortada ne fol, ne de yumurta var ama, yine de olsun!
Madem ki söz konusu ABD bir "emperyalist" devlettir, eh müneccimbaşılıktan tevavüt "ulusalcı - neo-ittihatçı" taife de onun "derin düşünceleri"ni (!) okuyacak kadar cin olduğundan, aynı ABD daha leb demeden, bizimkiler leblebiyi derhal anlamaktadır.
***
OYSA en önce, Birleşik Amerika’nın yukarıdaki doğrultuda bir fikre, bir düşünceye, bir perspektife sahip olduğuna dair en ufak bir somut belirti mevcut değildir. Emaresi yoktur.
O halde, "ulusalcı - neo-ittihatçı" kesimdeki "kevgir kompleksi"nin tekrar depreşmesi, tıpkı Lozan konusunda olduğu gibi, paranoyak bir vehimden kaynaklanmaktadır.
Hazretler yine komplo teorisi üretmektedir ve faraziyelerle vaveyla kopartmaktadır.
Ama tabii ki doğru, Washington politikası boğaz ve kanallardan serbest geçiş ilkesi üzerine oturmaktadır. Ee, bunda ne var? Söz konusu ilkeyi bütün başkentler benimsemiştir.
Ancak, Montrö’nün Türk boğazları için getirmiş olduğu kısmi kısıtlama sırf Karadeniz de kıyısı olmayan üçüncü devletleri kapsamaz. Bizzat sahildar ülkelere de sınırlama koyar.
Dolayısıyla, aynı Montrö Rusya’yı da dizginlediği içindir ki, ABD’nin bu engeli ortadan kaldıracak bir girişimde bulunması, kendi ayağına ateş etmekten başka anlam taşımaz.
***
ÖTE yandan, şimdilerde pek bir "Rusofil" kesilen "ulusalcı - neo-ittifatçı" taife Moskova’nın "sıcak denizlere iniş" ihtirasını gizlemeye kalkışıp, Montrö Antlaşması’nın bir "Kemalist - komünist" ittifak sonucu olduğunu söylerken, Pinokyo burnu yalandan uzuyor.
Tamam, bizim için çok avantajlı olan o Montrö müzakerelerinde bir Türkiye - SSCB yakınlaşması gerçekleşmiştir. Ama esas olguyu Fransa ve İngiltere’nin hem Hitler Almanya’sını, hem de o Stalin SSCB’sini frenlemek için Ankara’dan yana tutum alması belirlemiştir.
Ve de nitekim, çok değil, söz konusu Antlaşma’dan topu topu üç yıl sonra, Nazi Dışişleri Bakanı Ribbentrop’la Sovyet meslektaşı Molotov ittifak masasına oturduğunda, Kremlin temsilcisi hemen, Türk boğazlarının kendi hakimiyetine girmesi talebini getirmiştir.
Sonra ise, artık takım değiştiren Rusya orada reddedilen yukarıdaki talebi bu defa hem müttefikler nezdinde, hem de 2. Savaş’ın bitiş arifesinde ve tekrar tekrar yinelemiştir.
Zaten de "Marshall Yardımı" ve "Soğuk Savaş" bu taleplerin ertesinde başlamıştır.
***
HAYIR hayır, "onu deldirmem, bunu deldirmem" yaygasıyla "kevgir kompleksi"ni durmadan açığa vuran "ulusalcı - neo-ittihatçı" kesim tarihi ve bugünü tahrif edemez.
Güneşi balçıkla sıvayamaz ve Montrö’nün "delinmek" istendiği yalanını yutturamaz.
Ama bizzat sen, "Fikir delik, zikir delik, / Komplo delik, kumpas delik / Bilgi delik, mantık delik / Zeká delik, sezá delik / Kevgir misin be komplekslilik?"
Yazının Devamını Oku