18 Eylül 2008
DÜN, tek kutuplu bir dünyanın insanlık açısından iyi bir şey olmadığını vurguladım.<br><br>Artı, George W. Bush türü çapsız liderler tarafından yönetilen veya yönetilecek olan bir ABD’yle yerkürenin daha da vahim kavislere doğru sürükleneceğini ekledim. Ama, çok kutuplu bir dünyanın ehven-i şer mi olduğu sorusunu da muallakta bıraktım.
Kesin bir cevap getirmeyerek, ne "evet", ne de "hayır" dedim.
Rus lider Vladimir Putin’in 2007 Şubat’ında teorize ettiği ve bizim "ulusalcılar"ın mal bulmuş Mağribi gibi üzerine atladığı o "çok kutupluluk" tezine de ihtiyatla yaklaştım.
Neden?
* * *
EN önce şundan ki, benim yegáne kıstasımı ve ölçeğimi de-mok-ra-si oluşturuyor.
O halde, sütten ağzım yanmış olduğu için tabii ki yoğurdu da üfleyerek yiyeceğim.
Çünkü, elinizi vicdanınıza koyun ve bu defa da siz şu soruya cevap verin:
1945 Yalta’sındaki "etki alanı" paylaşımından başlayıp, "Duvar"ın ve komünizmin yıkıldığı 1989 Kasım’ına dek uzanan o kırk dört yıllık "soğuk savaş"; yani "çok kutuplu dünya" döneminde, insanlık son yirmi yıldır yaşadığımızdan daha iyi bir durumda mıydı?
Sizin yanıtınız ne olursa olsun, benimkisi koskoca bir h-a-y-ı-r’dır!
* * *
EVET, "h-a-y-ı-r"dır ve de zaten "evet" diye yalan söylemeye kalkışanın Pinokyo burnu, táa Beyazıt Kulesi’nin paratonerine kadar uzayıverir.
Çünkü, milyonların öldüğü Kore, Vietnam, Cezayir, Ortadoğu, Afganistan, Biafra, Kongo, Macaristan savaşları, katliamları, işgalleri hep yukarıdaki dönemde gerçeklemedi mi?
Tüm bunlara göz yumulması, o "çok kutupluluk dengesi"nden kaynaklanmadı mı?
Aralarındaki zımni anlaşmadan ötürü kutuplardan biri diğerine ses çıkartmadığı; yahut ámiyane tabirle, dur demek "sıkmadığı" için, dünyamız dehşet kaoslara yuvarlanmadı mı?
Ve, "háfıza-ı beşer nisyán ile malûldür", yani insan unutmaya yatkındır, ya gerisi?
* * *
YANİ o gerisi ki, bizzat SSCB en başta, bir yanda aynı SSCB’nin denetlediği veya desteklediği bütün Doğu Avrupa ülkeleri ve Habeşistan’dan Angola’ya tüm "kızıl Afrika" (!); diğer yanda ise, bu defa ABD’nin denetlediği veya desteklediği "muz cumhuriyetleri"nden Yunanistan, Şili, İran ya da Zaire’ye, her türlü totalitarizm ve diktatorya yine aynı "çok kutupluluk dengesi" sayesinde sayısız ve sayısız ülkede hükümranlık kurmamış mıydı ?
Háttá o kadar uzaklara gitmeye bile gerek yok, Türkiye’deki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri aynı ABD’nin "icázeti"ni aldıktan sonra gerçekleştirilmemiş miydi?
Ve tabii ki, bunları sıraladıktan sonra mutlaka şu soruyu sormak gerekiyor.
* * *
EĞER yukarıdaki "çok kutupluluk dengesi" 1989’dan itibaren nihayete ermeseydi; iyi-kötü; doğru-yanlış; aksak-topal bile olsa artık bir "kıstas"a dönüşmüş olan demokrasi değerleri, acaba günün birinde yine aynı "kıstas" niteliğine kavuşabilecek miydi?
Kendimizi kandırmayalım, tabii ki hayır! Yine koskoca bir h-a-y-ı-r!
Nitekim, işte bunun içindir ki, "Batılı demokrasi dayatılamaz" diyerek tekrar "çok kutuplu" dünya şampiyonluğuna soyunan Putin’den, aynı demokratik değerleri reddettikleri için ona şakşakçılık yapan bizim "ulusalcılar"a, zurna tam burada zart ediveriyor.
Başka bir deyişle, láfazan "edebiyat"a rağmen, şimdi hüküm süren "çok kutupluluk" talebinin, háttá nostaljiyasının geri planında daha insancıl bir dünya arzusu falan yatmıyor!
Aksine, talebin derin bilinçaltında "daha a-z demokratik" bir dünya özlemi yatıyor!
Fakat tabii ki, bu kuyruklu yalanı saptamış olmak şimdiki "tek kutuplu dünya"yı onaylamak anlamına gelmiyor ki, konuyu gelecek yazılarda tekrar işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2008
KİM aksini iddia edebilir, tek kutuplu dünya tabii ki iyi bir şey değildir!<br><br>Hiç şüphesiz, uluslararası ilişkilerin yegáne bir "ultra süper devlet" tarafından belirlenmesi, felsefi, siyasi ve iktisadi açılardan her türlü çoğulculuğu frenleyen bir unsurdur. Hele hele, o tek kutbu, yani burada ABD’yi, entelektüel ufku sınırlı ve karakteri keçi inatlı bir Bush’un yönettiği düşünülürse, durum gerçekten vehamet arzediyor demektir.
Zaten bu konunun üzerinde fazla duracak değilim, zira "ahval"i hepimiz görüyoruz.
İmdii?
* * *
İMDİSİ şu ki, amenná, tek kutuplu dünya kötü bir şeydir.
Peki de, onun tersi olacak olan çok kutuplu bir yerküre daha mı iyidir?
Tekil bir "ultra süper devlet"in değil de, "ultra" sıfatı silinerek sadece "süper"i kalacak iki, üç, beş devletin hüküm süreceği bir dünya, daha mı "ehven-i şer" olacaktır?
Yukarıdaki ABD’nin kısmi gerilemesine paralel olarak Rusya’nın, Çin’in, Hint’in, AB’nin; ne bileyim ben, Brezilya’nın, Japonya’nın, Kore’nin falan da uluslararası areneya "kılıç atacağı" bir dünya, şimdikine oranla insanlığa daha "parlak gelecek" mi vaad edecektir?
* * *
AÇIK söyleyeyim, soruyu ne "evet", ne de "hayır" diye cevaplandırabileceğim.
Çünkü hem yanıtı bilmiyorum, hem de geçmiş tecrübeleri görmezden gelemiyorum.
Zira, 19. yüzyılın Napolyon harpleri ertesinden 1919 Versailles Antlaşması’na veya 1945 Yalta’sı sonrasındaki bütün bir "Soğuk Savaş" sürecine, söz konusu "çok kutupluluk tecrübeler"i de o insanlığın kolektif hafızasında hiç mi hiç "olumlu hatıra" bırakmadılar.
Aksine, "Duvar"ın yıkıldığı ve komünizmin çöktüğü 1989 yılından beri yaşadığımız "tek kutuplu dünya vukuatları"ndaki vehámet ne olursa olsun, ters yöndeki "çok kutuplu dünyalar" aynı insanlığı, şu son yirmi dahi mumla aratacak sonsuz badirelerle çalkaladılar.
Ve, konuyu sonradan geliştirmek kaydıyla, buradan itibaren bir parantez açacağım.
* * *
DÜN belirttiğim gibi, bütün "sol" (!) ve "ilerici" (!) lafazanlığa rağmen aslında en aşırı, en gerici ve en faşizan "sağ"ı temsil eden bizim "ulusalcılar" aynı zamanda, hiç mi hiç "yerli" ve "milli" olmayan bir beynelmilel "enternasyonal"in de parçasını oluşturuyorlar.
Nitekim, farklı ülkelerde káh "egemencilik"; káh "bağımsızcılık", káh "yerelcilik" gibi sıfatlar kullanan bu "enternasyonel"in mensupları, üç ortak paydada buluşuyorlar:
Bunlar esas olarak demokrasi ve açık toplum düşmanlığında; ulus-devlet fetişizminde ve yukarıda sözünü ettiğim tek kutuplu dünya karşıtlığında odaklanıyor.
Dördüncü ve konjonktürel ortak paydayı ise "rusofili" denilen Rusya yandaşlığı ve "Putinmanya" diye adlandırılan Putin hayranlığı oluşturuyor.
Ve hiç şüphesiz ki, yukarıdaki ana üç unsurla, dördüncüsü birbirlerini tamamlıyor.
O halde, şimdi parantez içinde de başka bir parantez açmam gerekecek.
* * *
VLADİMİR Putin’in 10 Şubat 2007 günü Münih "Güvenlik Konferansı"nda yaptığı konuşma aslında, son Kafkasya müdahalesini de haber veren bir manifesto niteliğini taşımıştı.
Rus lider ilkin, her kötülüğe sebep addettiği "tek kutuplu dünya"nın artık bittiğini ve bir "çok kutuplu dünya" aktörü olarak, Moskova’nın tekrar ortaya çıktığını haber vermişti.
Sonra da, liberal demokrasi anlayışı dahil, "Batılı değerler"in diğer ülke ve halklara "empoze edilemeyeceğini" vurgulamıştı. "Herkes bildiğini yapar" demeye getirmişti.
İşte, zurnanın zırt dediği noktayı; yani bizim "ulusalcılar" başta, aşırı sağın bugün "rusofil" kesilmesine neden olan gerekçeyi Putin’in Bavyera kentinde verdiği bu "müjde" (!) oluşturuyor ki, konuyu yarın tekrar "çok kutupluluk" çerçevesinde irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2008
"ULUSALCILIK" denilen korku ve nefret ideolojisi gerçek kimliğini, öz aidiyetini, esas konumunu gizleyebilmek için, istediği kadar kendini "sol" (!) diye tanıtmaya çalışsın! Ve, "bin kocalı Hürmüz" hafifmeşrepliğini maskeleyebilmek için de, istediği kadar kendini "ilerici" (!) diye vaftiz etmeye yeltensin!
Güneş balçıkla sıvanmaz. Cahiller hariç, kimse böyle bir kuyruklu yalanı sürmez.
* * *
ÖYLE, çünkü yukarıdaki uyduruk terim daha ortalıkta zuhur etmeye başladığı andan itibaren ısrarla ve tekrarla vurguladığım gibi, söz konusu "ulusalcılık" aslında tamamen "aşırı sağ"; tamamen "gerici" ve daha da ötesi, tamamen "faşizan" bir karakter arzediyor.
Tabii, buradaki her üç sıfatı da evrensel anlamlarında kullanıyorum.
Yani, "öteki" korkusunu ve nefretini körüklemek; ırkçılığı ve şovenizmi kışkırtmak; içe kapanmacılığı yüceltmek; liberal ve özgürlükçü değerleri reddetmek; otoritarizmden totalitarizme meyletmek ve militarizmle flört etmek gibi, en temel unsurları kastediyorum.
* * *
EVET, tüm bunlar, klasik milliyetçilik de dahil, geleneksel "sağ"ın muhafazakar değerlerini çığrından çıkartarak onları "aşırı"; "gerici" ve "faşizan" kılan unsurlardır.
Dolayısıyla, aslına bakarsanız buradaki "sağ" tanımını dahi izáfileştirmek gerekiyor.
Zira, liberal Locke ve Tocqueville’yi; háttá daha otoriter bir Renan veya Jünger’i bile kapsayan ve modern insanlığın büyük birikleri arasında yer alan o oturaklı ve içerikli "sağ" sıfatına yukarıdaki fasileyi de dahil etmek, tanıma epey haksızlık etmek anlamına geliyor.
Ancak, madem ki siyasetbilim lûgatine atıfta bulunmak zorundayız ve madem ki "ulusalcılar"ın da asla ve asla "sol"la ilişkisi yok ve olamaz, o halde başka çare kalmıyor.
* * *
ÖTE yandan, şahıslarda Mussolini’den Franco’ya; örgütlerde ise Hırvat "ustaşi"den Macar "oklu salip"e olduğu gibi, bizim "ulusalcılık" da tıpkı diğer "uç gericilikler" gibi, muhafazakar "sağ"ın evrimciliğini reddederek, bir anlamda onu "devrimcileştiriyorlar" (!)
Yani, legalle illegal arasında "oynaştıkları" ve birinden diğerine geçmek anını kolladıkları içindir ki de, yine o "sağ"ın "aşırı" kategorisine girmiş oluyorlar.
Zaten de her şey ortada, "ulusalcı" taife tıpkı "ağababaları" gibi, bir ayağıyla kanuniyetin tam sınır noktasına basıyor. Diğer ayağını ise lá-kanuniyet çizgisine atıyor.
Teorik açısan, reziláne ırkçı "Kürt bakkala gitme" sloganını bağırmaktan, daha da reziláne ırkçı "Talát Paşa Komitesi"ni kurmaya; pratik açıdan ise, üç - beş başıbozukla "Ergenekon" çeteciliğine soyunmaktan, emekli paşalarla "darbe günlüğü" tutmaya, punduna getirdiği takdirde, "yasal"dan "yasak"a sıçramakta tereddüte düşmüyor.
Evet evet, "ulusalcı - neo-ittihatçı" kábile, başka bir deyim olmadığı için kullanmak zorunda olduğumuz "sağ"ın en "aşırı", en "gerici" ve en "faşizan" kesimini temsil ediyor.
* * *
FAKAT, bütün doğrularına rağmen yukarıdaki saptamaya yeterlilik arzetmiyor.
"Ulusalcılık"ı evrensel terminolojideki yerine oturtmak ve onun tarihteki benzerlerini vurgulamak, gerçeğin ancak bir bölümünü yansıtıyor. Teorik bir tahlilden öteye gitmiyor.
Zira, bizdeki "ulusalcı - neo-ittihatçı" akım "ulusal" da değil! Asla ve asla değil!
Nasıl ki "sol" olduğunu söylemesine rağmen aslında en aşırı, en gerici ve en faşizan "sağ"ı temsil ediyor; yine aynı şekilde, "milli" (!) ve "yerli" (!) olmak iddiasına rağmen, her şeyiyle, çok boyutlu ve ahtapot kollu bir "uluslararası enternasyonal"in içinde yer alıyor.
Yarın bunu özellikle, "ulusalcılar"ın borazancıbaşılığını yaptığı şu "rusofil" hayranlık ve Putin tapınıcılığı çerçevesinde işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2008
"PATRONLAR ve Gazeteciler" konusunu işlediğim makalenin birinci ve ikinci bölümüne gelen tepkiler Taha Akyol’un anlattıklarına tıpatıp benzediği için, yazarın dünkü "Milliyet"te "İki Uç" başlığıyla kaleme aldığı satırlardan, ilk paragrafı aynen aktarıyorum: "AYNI yazıyı okuyorlar, zıt anlam çıkarıyorlar: Bir uç diyor ki, AKP yalakası!
’Erdoğan senin ekmek kapına saldırıyor, sen hálá Erdoğan’ı savunuyorsun, nankör!’
Öbür uç diyor ki, patron yalakası! ’Aydın Doğan’ın çıkarları için Başbakan’a saldırıyorsun, patrona satılmışsın!’ Bunlar kutuplaşma dönemlerinin tipik refleksleridir.
Bizde böyle çatışmalar maalesef adeta bir ’kutsal savaş’ heyecanıyla yapılır".
* * *
AKYOL’un vurguladığı "uç"lardan birincisi şu an Başbakan’ın şahsına odaklandığına ve onun ve benim "patron"um olan Aydın Doğan’a getirdiği haksız ve fevri suçlamalar da herkes tarafından bilindiğine göre, şimdilik bunun üzerinde tekrar durmayacağım.
Zıt kutbu ise bu defa, pespayelik bölümünü es geçtikten sonra, "ulusalcı" cihetin kalesi "Cumhuriyet" gazetesinden, ora yazarı Hikmet Çetinkaya alıntısıyla örnekleyeceğim.
"Doğan grubunun CNN’si ve öteki yayın grupları ’İkinci Cumhuriyetçi’ döneklerin kuşatması altında. Emin Çölaşan kovuluyor, Brüksel lahanası baş tacı ediliyor. Yalan mı?
İmdii...
* * *
İMDİSİ şu ki, gerçek işte bu iki ters ucun; bu iki zıt kutbun ortalalarında yer alıyor.
Yani demek istiyorum ki, demokrat, çoğulcu ve sivil bir önder olduğuna inandığım; en azından inanmak istediğim Başbakan Erdoğan, iktidara muhalefet ettiği gerekçesiyle bir yayın grubunu çok hırçın biçimde; üstelik de siyaset adáp ve etiğine hiç yakışmayacak şekilde "belden aşağı vurarak" suçlarken, görüş açısını madalyonun tek bir yanıyla sınırlıyor.
Duygusal ve fevri davranarak, ormanın bütünü yerine ağacın tekilliğine bakıyor.
Diğer bir deyişle, benim gazeteci olarak dahil olduğum medya grubuyla, kendisinin lider olarak dahil olduğu siyaset grubunun özünde aynı demokrasiyi sahiplendiğini görmüyor.
* * *
ÖYLE, çünkü yukarıdaki madalyonun öteki yüzünde, örneğin, "postmodern" darbe sırasında, diğer medya patronlarının aksine, "andıç"a pes etmeyen ve bu satırlar yazarı da dahil, "kaka gazeteciler"i (!) sepetlemeyi reddeden bir Aydın Doğan da durmuyor mu?
"Cumhuriyet"teki "ulusalcı" kifayetsiz yukarıdaki direnişi ispiyonlamıyor mu?
Artı, son zabıtların açık açık ortaya koyduğu gibi, aynı Doğan’ın, başka bir darbe için "nabız yoklamaya" kalkışan "Ergenekon"cu paşalara "yüz vermediği" ve deyimin tam anlamıyla, onları "terslediği" de madalyonun yine aynı yüzünde yer almıyor mu?
Böylesine ilkesel ve hiç şüphesiz de-mok-ra-tik bir tutumu kim; hele hele, geçmiş anti-demokratizmlerin mağdurları arasında yer alan Başbakan nasıl görmezden gelebilir?
* * *
ÜSTELİK, velev ki Doğan Grubu’nun bazı organlarında izlenen genel "editoryal çizgi" bazen beni de yadırgatacak ölçüde "sert muhalefet"e (!) meylediyor olsun.
Ama aynı grubun aynı organlarında bu çizgiye mesafeli ve eleştirel bakan gazeteciler, yazarlar, yorumcular da yer aldığına göre, burada ciddi bir "çokseslilik" mevcut değil midir?
Ve bilhassa, "gazetecilerin gazeteci, patronların da patron" olduğu gerçeğine rağmen, o gazetecilerin o patronların tálimatıyla "muhalefet yaptığını" iddia etmek; biz aynı gazetecileri ve meslek etiğini töhmet altından bırakan çok vahim bir suçlama değil de nedir?
Umalım ki, Başbakan Erdoğan yukarıdaki iki zıt "uç"tan birinin kutbuna dönüşmek yanılgısına son versin ve asla ne tam kara, ne de tam ak olan "ara renk gerçek"le buluşsun.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2008
EVET, dün dediğim gibi, "gazeteciler gazetecidir ve patronlar da patrondur"!<br><br>Dolayısıyla, bazı birincilerin işgüzár davranıp kendilerini ikincilerle özdeşleştirmeye kalkışması, benim ne meslek etiğimle, ne ahlák ölçümle, ne de hayat felsefemle bağdaşır. Yağcılık ve pohpohçuluk benim kitabımda yazmaz. Asla ve asla da yazamadı.
Dolayısıyla, Allah göstermesin, belki işsiz kalabilir ve námerde muhtaç olmamak için bu yaştan sonra tekrar taksi şoförlüğüne başlayabilirim ama, kimseye yaltaklanmam.
* * *
NİTEKİM, şimdi hesaplıyorum da, ilk çalıştığım "Karanlık" varákpareyi hariç, basın sektörüne adım attığım otuz bir yıldan beri sırasıyla, "Tercüman"da Kemal Ilıcak; "Güneş"te Ahmet Çavuşoğlu; "Cumhuriyet"te Nadir Nadir; tekrar "Güneş"te Asil Nadir; ve nihayet "Hürriyet"te önce Erol Simavi, sonra Aydın Doğan patronum olmuşlar.
Ve, yalan söylüyorsam dört çocuğuma kavuşmak násip olmasın, yukarıdaki altı şahıstan yalnız Nadi, Simavi ve Doğan’ı ve de, üstelik hepsini tek ama tek bir defa gördüm.
Her üçü de gazete törenlerinde gerçekleşti. İláç için de, bir kelime dahi konuşmadık.
"Bonjur", "bonsuvar", yarım saniyelik o çok resmi el sıkışmalardan öteye gitmedi.
O halde?
* * *
O haldesi şu ki, Başbakan Erdoğan’ın haksız ve fevri suçlamalarına karşı Aydın Doğan’ı savunacağım için eğer beni "yargılamaya" (!) kalkışırsanız, önce, tek satır yalanı olmayan yukarıdaki tabloyu hatırlayın ve mümkün mertebe önyargısız davranmaya çalışın.
Yani, bu tavrımın da diğer bir "etik" yaklaşımdan kaynaklandığını asla unutmayın.
Artı, Halep oradaysa arşiv buradadır, yine hatırlayın ki, Uzan biraderlerin o hayasız medya organları bundan on küsur yıl önce, kendilerine rakip çıktığı için Erol Aksoy’u "Rum çocuğu" (!) diye ve kısmen "patronaj"ıma dahil olan çok iffetli bir hanımefendiyi de rezil biçimde karalarken, bu satırlar yazarı onları da derhal sahiplenmekte asla tereddüde düşmedi.
* * *
OYSA, benim yerimde olsalar, muhtemeldir ki bazıları "susmayı" tercih edeceklerdi.
Çünkü, "Hürriyet"in Türkiye’de el değiştirmesine rağmen gazetenin Almanya mülkiyetine daha bir müddet sahip olacak olan o eski "patronaj", Ankara’daki Emin Çölaşan’ın "atın bu vatan hainini" diye İsviçre’de yaşayan "big boss"a ikide bir telefon ederek beni durmadan muştulamasıyla birlikte, "gurbetçilerin milli hislerini rencide ettiğim" (!) gerekçesiyle, sütunumu Avrupa baskılarında tümüyle yasaklamıştı.
Üç - dört yıl boyunca "Modern Zamanlar" Yaşlı Kıta’da tek gün bile yayınlanmadı.
Ne değişir ki!
* * *
HİÇBİR şey değişmez!
"Patronaj" bana yıllarca sansürcülük uygulamış; háttá varsayalım ki, Emin Çölaşan’ın ispiyonlamasına uyarak, kıçıma tekme vurup kapı önüne koymuş olsun, yine değişmez!
Bugün Doğan’a karşı olduğu gibi, dün de onlara karşı etik davranmakla yükümlüydüm
Yani, "Rum çocuğu" küfrüne ve uçkur altı iftirasına maruz kalan o mağdur insanların benim patronum olması veya olmaması; yahut, oldukları takdirde de onlara karşı "kuyruk acısı" (!) beslemem, "susmaklığım" için asla ve asla bir gerekçe oluşturamazdı.
O "kuyruk acı"mdan ötürü, eğer Uzan’ların rezaleti karşısında "tarafsız" kalmış ve kaçak güreşmiş olsaydım, yuh benim gazeteciliğime de, ahlakçılığıma da, dürüstlüğüme de!
Dolayısıyla, evet, "gazetecilerin gazeteci, patronların da patron" olduğu ilkesine rağmen, Başbakan’ın haksız ve fevri suçlamalarına karşı o "patron"um Aydın Doğan’ı cumartesi günü burada açıkça sahipleneceğim, çünkü aynı etik ilke bunu da zorunlu kılıyor.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2008
"GAZETECİLER gazetecidir, patronlar da patrondur"!<br><br>Bu etik ilkeyi tam otuz bir yıl önce ve mesleğe ilk başladığım an benimsemiştim. Fakat tabii ki doğru, bütün iktisadi ilişkilerde olduğu gibi, birinciler çalışabilmak, ikinciler ise çalıştırabilmek için birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Karşılıklı bir bağımlılık vardır.
Ama hayale yer yok, o "bağımlılık" Siyam ikizlerininki gibi göbekten değildir.
Sektördeki hacim ve istihdam darlığından dolayı gazetecinin marjı çok daha sınırlı olsa bile, en azından patron açısından, hiçbir gazeteci "vazgeçilmez" değildir ve olamaz!
Aksine inanan medya mensubu baktığı "dev aynası"nı kırsın ve ayakları yere değsin.
* * *
EVET, bir daha tekrarlıyorum, "gazeteciler gazetecidir, patronlar da patrondur" ve bu mesleki ilkeden ayrıldığım takdirde, ahlákiyattan ve dürüstlükten taviz vermiş olurum.
Çünkü, biz o gazeteciler son tahlilde "kalem emeği" satan "işçi"den başka neyiz ki?
Yine son tahlilde, patronlar da söz konusu emeğe karşılık ödeyen "işveren" değil mi?
O takdirde, çalıştığımız kurumun "patronaj"ıyla özdeşleşmek bize düşmez.
Böyle bir "yamanma" ve "eklemleşme" hiçbir şekilde üzerimize vazife değildir.
* * *
DEĞİLDİR ve örneğin, nasıl ki "Fiat" fabrikasındaki tornacı, oranın "big boss"u "sağ"ı destekliyor diye "sol" partiye oy vermekten caymaz, bu, gazeteciler için de geçerlidir.
Dolayısıyla, bizlerin "kullanacağı torna", yani burada, sayfaya yazacağımız haber; sütuna işleyeceğimiz gelişme; mikrofona okuyacağımız bülten, ekrana yansıtacağımız program, söz konusu "patronaj"dan "mümkün mertebe" bağımsız ve nesnel olmalıdır.
Eğer yorum içeriyorsa da, bizzat gazetecinin kendi fikirlerini dışavurmalıdır.
* * *
AMA doğru, yukarıdaki metaforik benzetme aynı zamanda da yanıltıcılık içeriyor.
Çünkü, bir medya kuruluşuyla bir otomobil fabrikası arasında nitelik farkı mevcuttur.
İstedikleri kadar objektif olmaya çalışsınlar, bizzat o medyatik işlevlikten ötürüdür ki, gazeteler, radyolar ve televizyon mutlaka ö-z-n-e-l bir "sunum" yansıtırlar. Yansıtacaklardır.
Dolayısıyla da, onların "üretim süreci" ve "üretim denetimi", her türlü standartı mühendisleri tarafından kesinkes belirlenmiş otomobillerin "kalite kontroluna" benzemez.
Manşetteki kışkırtıcı punto kaportanın kırmızı rengiyle; yorumdaki iğneleyici cümle motorun silindir hacmiyle; ekrandaki patos dizisi de lastiğin çap boyutuyla kıyaslanamaz.
Zira, otomobil fabrikasındaki işçi patronun aksine "sağ" değil "sol" partiye oy attığı takdirde o renk, motor, o lastik yine aynı kalır ama; gazeteci, yorumcu, televizyoncu şunu değil bunu dediği takdirde, belki de "patron"a ters düşmüş olur.
İşte zaten bunun içindir ki de, yukarıda "patronajdan bağımsız" derken "mümkün mertebe" diye bilhassa vurgulamak ihtiyacını ihtiyacını hissettim.
* * *
ANCAK, söz konusu "mümkün mertebe"nin dışında kalan ve de kalması gereken sınırlı bir kesim gazeteci daha vardır ki, bunlar zaten "yönetici" sıfatını taşırlar.
Ve, onların kendilerini diğer çalışanlardan çok daha fazla oranda "patronla özdeşleştirmesi"nde ne eleştirilecek, ne yerilecek, ne de hayret edilecek bir şey vardır.
Adına kurum denetlediği işverenle gazeteci arasındaki ilişkiyi de dengelediği için çok hassas terazide tartılan yöneticiler, oraya mostralık niyetine veya sendikacı diye getirilmezler.
Dolayısıyla da, "patronaj"a daha yakın durmaları kadar doğal bir şey düşünülemez.
Demek o halde can alıcı nokta yine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın haksız ve fevri biçimde eleştirdiği benim patronum Aydın Doğan da dahil, söz konusu "patronaj meselesi"nde düğümleniyor ki, buna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2008
ERİVAN’daki maça giderek tabuları yıkan ve dolayısıyla da tarihi bir gelişmeye imza atan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ermeni muadili Serj Sarkisyan’ı İstanbul’daki rövanş karşılaşmasına davet etmekle, hem en asgariyi, hem en azamiyi gerçekleştirmiş oldu. Başka bir deyişle, ne "fazla ileri gitti", ne de "fazla geride kaldı".
Cumhurbaşkanı en asgariyle yetindi, çünkü şahıslar arasında olduğu gibi devletler arasındaki nezaket kuralları da bu "iade-i davet"i zaten zorunlu kılıyordu.
Aksi düşünülemezdi ve böyle bir terbiyesizlik bir çuval inciri berbat etmiş olurdu.
Fakat, Gül aynı zamanda kendisini en azamiyle de sınırladı. Çıtayı aşmadı.
Yani, "futbol diplomasisi"nin somut "siyasi diplomasi"ye dönüşmekte olduğu şeklinde yorumlanabilecek bir adımı atmaktan kaçındı.
Zira, yukarıdaki muazzam sıçrayışa rağmen tarafların şimdiki aşamada hálá "el yordamıyla yürüdüğü" ve "ihtiyatı elden bırakmaktan" çekindiği bir vakıa oluşturuyor.
Ve, iki ülkenin, iki halkın ve iki kavmin hanidir omuzlarında taşıdığı "dayanılmaz tarihi ağırlık" göz önüne alındığı takdirde de, bunu fazla yadırgamamak gerekiyor.
* * *
ANCAK, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’la Ermeni meslektaşı Edvard Nalbantyan’ın maç ertesi uzun uzun görüşmeleri ve iki hafta sonraki New York BM oturumunda da tekrar buluşmak kararı almaları, çok daha müj-de-li haberleri duyabileceğimiz anlamına gelebilir.
Daha somut söylersek, sınırın açılması ve elçi teati edecek başkentlerin resmi ilişki kurması; başka bir deyişle "futbol diplomasisi"nin "siyaset diplomasisi"yle taçlanması, belki de yaprakları o kadar uzun süre kopartılmayacak bir takvimde fiiliyata geçebilir.
Ben kendi hesabıma, o iki ülkemiz ve iki halkımız adına bunu dört gözle bekliyorum.
Artı, Çengiz Çandar’ın Nalbantyan’a soru yöneltirken kullandığı hariká deyimle, "diyaloğun fazla uzaması durumunda araya şeytan girebileceği" endişesine katıldığım için, diğer bir deyime başvurarak "demiri tavında dövelim" demekten kendimi alamıyorum.
* * *
BU muhtemel gelişmelerin yukarıdaki "dayanılmaz ağırlık"ı daha ilk andan itibaren hafifletmeye başlayacağı; üstelik, hem Türkiye, hem de Ermenistan için bölgesel bir yeniden yapılanmaya giden yolda viraj döndürebileceği konularına tekrar tekrar değinecek değilim.
"Soykırım" ise bunlar için zaten şart oluşturmadığına göre, ona hiç değinmeyeceğim.
Sadece, Azerbaycan’ı "incitmemek" kaygısı hakkında şunu söylemek istiyorum.
* * *
KARABAĞ sorununun mevcudiyetine rağmen Bakü ve Erivan liderlerinin defalarca buluşmuş olması zaten bir yana, hiç unutmayalım ki söz konusu Azerbaycan KGB ve Sovyet geleneğinden süzülen bir Aliyev ve aynı gelenekten yetişmiş kadrolar tarafından yönetiliyor.
Yani, Azeri diplomasinin "reelpolitik" kıvraklığı Türk diplomasisinden geri kalmıyor.
Nitekim, Rusya’nın "yükseldiği" saptadığı içindir ki de, başta "Nabucco" hattı, Bakü şimdilerde Türkiye’nin hayati addettiği projelere "serin", hattá açıkça "soğuk" bakıyor.
Kendi açısından son derece haklı nedenlerle Moskova’yla flört derecesini yükseltiyor.
Zaten de, ABD Başkan Yardımcısı Cheney’in geçen hafta Azeri başkentte karşılaştığı "mesafeli" hava veya Bakü petrolünün BTC yerine Novorossisk üzerinden naklindeki artış falan, bölge gelişmelerini biraz alıcı gözle izleyen herkes bu "kayış"ı hemen farkediyor.
Dolayısıyla da, bizzat Azerbaycan böyle bir siyasete doğru meylederken, Ankara’nın onu "kollamak" (!) amacıyla kraldan fazla kralcı davranmasının ve Ermenistan’la geliştirmek zorunda olduğu ilişkilere Karabağ ipoteği koymasının hiç mi hiç gerekçesi kalmıyor.
O halde şimdi sonsuz ümit ediyoruz ki, Erivan’daki maçın İstanbul rövanşına dek artık her şey çok hızla ilerlesin de, Türkiye ve Ermenistan arasına bir daha asla "şeytan girmesin".
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2008
Nisan’ı ayların en zalimi ilan eden Thomas Steans halt etmiş. Eylül de en az Nisan kadar kadar meşum, en az onun kadar tehlikeli. Tamam, arkasından pastırma yazı gelecek ama kusur kalsın istemez. Öyle yaza ancak züğürt tessellisi denir. İşte Eylül geldi!
Hazin!
Hazin, zira Thomas Stearns Eliot Nisan’ı "ayların en zalimi" olarak tanımlasa bile, Eylül’ün de ondan hiç geri kalır yanı yoktur.
O da en az birincisi kadar tehlikelidir. Aynı ölçüde meşûmdur.
Háttá kendi hesabıma, baharın ikinci ayını, güle oynaya, şu güz başlangıcıyla değiş tokuş etmekten çekinmem.
Öyle, çünkü belki zalimdir malimdir ama, eh Nisan’la birlikte hiç olmassa ve zaten adı üstünde, o baharların "ilk"i gelecektir.
Yağmurdan sonra güneş açacaktır ve "güzel Mayıs" teşrif buyuracaktır.
Oysa, yine adı üstünde, Eylül’le beraber baharların "son"uncusu başlar.
Tamam, daha ertesinde muhtemelen "pastırma yazı" falan vardır ama, aman kusur kalsın, istemez!
Öyle "yaz" (!) ancak züğürt tesellisi yerine geçer.
Her halükárda, sonralarda Eylül’den de meşûm bir Kasım; daha ardından ise bütün kasvet ve hiddetiyle kış bastırmayacak mıdır?
Evet evet, Eylül kötü ve bilhassa da kalleş bir aydır.
Dobra davranmaz. Hala yaz mevsiminin sürmekte olduğu riyásıyla insanı kandırır.
Nitekim, güneşin kavis açısı artık haydi haydi meyletmiştir ama, sıcağa aldanır ve Ağustos’un devam etmekte olduğu zehabına kapılırsınız.
KANLICA’YA GİTMEYİ DÜŞÜNDÜM
Ne münasebet ve sakın inanmayın!
İnanmayın, çünkü yaz da, Ağustos da aslında çoktan nihayete ermiştir.
Siz sahte bir dekorun, kalpazan bir şarlatanın tuzağına düşmektesinizdir.
Yahut da, mevsim dönencelerinin tersten işlediği bir Güney Yarımküre’de; veya en azından, bizzat o dört mevsim kavramının mevcut olmadığı tropikal iklimlerde yaşadığınızı düşünecek kadar iyimsersinizdir.
Ben değilim! Hiçbir zaman da olmadım!
Kendimi aldatmayacak, daha doğrusu alda-t-a-mayacak kadar gerçekçiyim.
Eylül’ün Eylül’lüğünü ve güzün sonrasında da kışın geleceğini daima bildim. Bilirim.
Zaten de, Yahya Kemal "Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları / Bir bir hatırlar geçen sonbaharları" diyen şiirinin içinde ay ismi zikretmemiş olsa bile, başlığa "Eylül Sonu" ibaresini yazmamış mıdır?
Ve işte o "son"a şunun şurasında iki üç hafta kaldı ki, ben şimdiden aynı Kanlıca’ya gitmek istedim.
Evet, dün sabah çok erken vakitte kahve içmeye giderken, hem belli belirsiz bir serinlik hissettiğimden; hem de güneş açısının artık iyicene değiştiğini farkettiğimden, Eylül’ün gelmiş olduğu ániden dank ediverdi.
Ve yine ániden, Kanlıca’ya gitmeyi düşündüm.
İHTİYARLARDAN SANA NE?
Taksiye atla Beşiktaş’a in; motora bin Üsküdar’a geç; tekrar taksiyle de Anadolu yakası iskelesine ulaş.
Bakalım, Kanlıca’nın ihtiyarları nicedir ?
Bakalım, bu ilk Eylül sonbaharı da, bir bir hatırladıkları geçmiş sonbaharlara benzemekte midir?
Artı, bakalım, "Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa... Yazlar yavaşca bitmese, günler kısalmasa..." dedikten sonra, "İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanmadık... Böyle bir zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!" diye hayıflanmakta mıdırlar?
Fakat yok yok, gitmedim.
Ne me lázım ve Allah göstermesin, gitmedim tabii!
Deli diváne miyim ki, Eylül’lerin Eylül olduğunu bilecek ve sahtekárlığa kanmayacak ölçüde gerçekçiyim diye, mazoşizm raddesini kendime işkence boyutuna ulaştıracağım ?
Daha neler!
Otur oturduğun yerde be adam, Kanlıca’nın ihtiyarlarından sana ne!
Bir bir hatırlanan sonbaharlarla; yavaşça biten yazlarla; kısalan günlerle; kanılmayan nadir içkilerle; zevke yetmeyen ömürlerle senin alıp veremediğin nedir!
Şeytan dürtmesin ve Kanlıca çekmesin!
HATIRLAMIYORUM, İFTİRA!
Ama tabii biliyorum, aslında o Kanlıca ihtiyarlarının bizzat sana, "ya siz efendi hazretleri; yaşınız çoktan kemále erdiğine göre, siz birer birer hangi sonbaharları hatırlıyorsunuz" diye sormasından korkuyorsun.
Korkuyorsun ne kelime, dehşet acılarda panikliyorsun.
Zaten de onun için, Eylül başlangıcında Boğaz iskelesine gitmekten cayıyorsun.
İftira! Hatırlamıyorum.
Var mı diyeceğiniz, sonbaharlardan tek bir tanesini dahi hatırlamıyorum!
Sonra, Eylül’dür geçer ve zalim malim ama, ne mutlu ki yine o Nisan gelir.
En azından, öyle ümid ediyorum.
Yazının Devamını Oku