"ULUS" ve "ulus-devlet" kavramlarının bin tane tarifi vardır dersem, abartma olur.
Ama yine de, onların tek bir tanımı yoktur. Yorumlar çoğul, uygulamalar değişkendir.
Tersini iddia etmek ise ne yazıdaki teoriyle, ne de fiiliyattaki pratikle bağdaşır.
Nitekim, 18. yüzyıl Diderot’sunun "Ansiklopedi"ye zikrettiği ve liberal içerikli "millet" maddesiyle, önce Alman "Muhafazakar Devrimciliği"nin ve sonra da Hitler’in benimsediği "völkisch - millet" anlayışı arasında hiçbir ilişki mevcut değildir.
Yahut, Akçuralı Yusuf Bey’in "Üç Tarz-ı Siyasette" önerdiği "ulus-devlet" projesi, 1923 Cumhuriyetimizin gerçekleştirdiği mekanizmayla ciddi farklılıklar arz eder.
Ancak tabii ki, "hayır, mutlak tarif vardır" diye dayatanlar yine çıkar ve çıkacaktır.
***
AMA bunları ciddiye almamak gerekiyor. Müstehzi bir tebessümle geçiştirmek yeter.
Çünkü, somut örneği işte zaten ortada, "ulusalcı - neo-ittihatçı" taifeninyaptığı gibi, böylesine "mutlakçılar" işlerine gelen belirli bir tanımı daha baştan kabullenmişlerdir.
Daha doğrusu, "iman etmişlerdir"! Tartışılmasını dahi yasaklamaya yeltenirler.
Dolayısıyla da, kendilerinin benimsemiş olduğu "ulus" ve "ulus-devlet" tariflerini dokunulmaz tabuyla teçhiz ederler. Zaten de, söz konusu tabuya "ibadet"ten (!) dem vururlar.
En softalara taş çıkartacak bir fanatizmle de bunu hem savunurlar, hem empoze ederler.
Zira, hayatın esas renklerini belirleyen ara tonları görmediklerinden, her şeyi "ak - kara"; "doğru - yanlış"; "haklı - suçlu" denklemine indirgeyen beyinler, o "ulus"un ve o "ulus-devlet"in farklı coğrafya, toplum ve zamanlarda yine farklı algılandığını anlayamazlar.
Ve işte yine ortada, bu bağnazlık da onları "Susurluk" ve "Ergenekon"lara götürür.
***
OYSA, söz konusu "ulus" ve "ulus-devlet" kavramlarının muğlaklık içermesinde; değişik tanımlara ve yorumlara yol açmasında o kadar da şaşılacak bir şey yoktur.
Çünkü en önce, her ikisi de genel insanlık tarihi açısından ancak dünkü çocuktur.
14. Louis Fransa’sının Kıta Avrupası’nda ilk "ulus-devlet"ipratiğe geçirmesi ve istim arkadan gelsin hesabı, Devrim’in de bunu teorize etmesi, şunun şurasında nedir ki?
Aradan geçmiş olan süre o insanlık tarihinde sonsuz kısa bir döneme tekabül eder.
İkinci olarak, bunlar tabii ki modernitenin ürünüdürler ama, söz konusu tarihin her yerde aynı hızla, aynı yoğunlukla ve aynı rotayla ilerlediği ne zaman váki olmuştur ki?
O halde, modernite aşamasının hálen de devam ettiğini söylersek, yanılgıya düşmeyiz.
Nitekim de, "Duvar"ın yıkılmasından ve komünizmin çökmesinden sonra nükseden "ulus oluşturmak" ve "ulus-devletkurmak" sevdası; aslında şehveti ve ihtirası, geçmişte ıskalanmış bir modern zamanları ancak şimdi yakalamak iradeciliğinden kaynaklanıyor.
***
EVET oradan kaynaklanıyor ve Çeklerle Slovakların "medeni boşanması"ndan Boşnaklarla Sırpların "cinayet ayrılmasına" veya Kafkaslarda süren arbededen Balkan’da yatışmayan gerilime, yaşadığımız kaosu, kavmiyetleri "ulus"a dönüştürmek çabası belirliyor.
Sonra da "devlet"le donanmak azmi bir "modernleşme" iradesi olarak şekilleniyor.
Háttá aslına bakarsanız, "ulusalcı - neo-ittihatçı" zevat da aynı temele oturuyor.
Şöyle ki, onlar, biraz daha erken olsa dahi yine de geç doğan ve bilhassa tanımı eksik yapılmış olan Türkiye "ulus-devleti"nin eski tür "modernite" şemasına sarılıyorlar.
Ve, söz konusu tanımı ve şemayı "kesin doğru" belledikleri için de, düzeltme öneren yaklaşımları mutlaka ve mutlaka engellemek amacıyla işi "Ergenekon"lara vardırıyorlar.
Her halükarda da, dünyanın ve Türkiye’nin tanık olduğu "milli - kavmi çalkantı" köken itibariyle eninde sonunda farklı modernite tercih ve yorumlarına uzanıyor ki, bunu başka bir yazıya bırakıyorum.