FATİH Terim cumartesi günü Ermenistan’la gerçekleştirilecek futbol karşılaşmasını kastederek "savaşa değil maça gidiyoruz" derken, ilke olarak en doğru saptamayı yaptı.
Lákin, şu da diğer bir gerçek ki, spor aslında hiçbir zaman siyasetten kopuk olmadı.
En azından, "devlet" olgusunun bir mekanizma olarak ortaya çıkışından beri olmadı.
Nitekim, Eski Yunan olimpiyatları da birer "politika forumu" işlevini üstlenmişlerdi.
Antik oyunlar Herodot tarihine, "şehir uluslar"ın birbirleriyle "kapıştığı" ve yine "şehir hükümetler"in "kulis" yaptığı buluşmalar olarak yazıldı.
Sonra, söz konusu gelenek o vakitlerden bugüne dek hiç durmaksızın sürüp gitti.
Sayısız emsáli varsa da, bununmodern zamanlardaki en çarpıcı örneğini 1971 yılında ABD’yle Çin arasında gerçekleştirilen "ping-pong diplomasisi" oluşturur.
* * *
HATIRLATAYIM, Başbakan Çu En Lay o yılın Nisan ayında ve hiç beklenmedik bir şekilde, Asya turnesinde olan Amerikan masa tenisi takımını Pekin’e davet etmişti.
Tabii, anında kıyametler koptu. Bütün dünya küçük dilini yuttu.
Çünkü düşünün ki, "kağıttan kaplan" olarak nitelediği "yankee emperyalizmi"ne her an beddua yağdıran ÇHC, birdenbire o "kaplan"ın pençesini buyur etmek istemektedir.
Üstelik de Vietnam Savaşı en civcivli noktasındadır ve taraflar birbirlerine hasımdır.
Ve, henüz dış politika danışmanı olan Henry Kissinger mika topu havada yakaladı.
Richard Nixon yönetimini, çağrıya uyulması yönünde ikna etti.
Nitekim de, aynı mika top raketler arasında gidip gelirken, önce bizzat Kissinger’ıngizli; sonra Nixon’un Mao’yu aleni ziyaretleriyle iki devlet arasındaki ilişkiler normalleşti.
İşte, "Wall Street" gazetesine yazdığı makaleyle Türk muadilini maça davet eden Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın atıfta bulunduğu "ping-pong diplomasisi" budur.
Her halükárda da, gidilecek yer savaş meydanı değil çim saha olsa bile, iki ülkenin hassasiyeti göz önüne alındığında, kopmakta olan fırtınayı çok yadırgamamak gerekmektedir.
* * *
DÜN ben bu satırları yazarken o gitme ihtimali hayli yükselmişti ama, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davete icábet edip etmeyeceği henüz kesin bir resmiyet kazanmamıştı.
O halde ihtiyatlı davranıyorum ve "futbol diplomasisi zaferi"nden dem vurmuyorum.
Ancak tabii ki bütün kalbimle böyle bir z-a-f-e-r’in kazanılmasını diliyorum!
* * *
ANLADINIZ, burada "zafer" derken şu veya bu takımın galibiyetini çağrıştırmadım.
Türkiye ve Ermenistan halklarının; Türk ve Ermeni uluslarının; Türk ve Hay kavimlerinin; Ankara ve Erivan başkentlerinin ortak "zafer"ini kastettim.
Buna mecburuz! O iki halk, o iki ulus, o iki kavim ve o iki devlet olarak mecburuz!
Yakın tarihin korkunçluk sayfaları nasıl yorumlanırsa yorumlansın; bizim tarafta "ulusalcı-neo-ittihatçı" şovenler, karşı tarafta da "Taşnakçı-intikamcı" diğer şovenler ne denli patırtı kopartırsa koparsın; ve nihayetinde karşılaşmayı kim kazanırsa kazansın, Türkler ve Ermeniler olarak "barışın ve barışmanın zaferi"ne mecburuz.
* * *
İŞTE, Cumhurbaşkanı’nın "oyuncu" olacağı böyle bir "futbol diplomasi"si de, Çin ve ABD’nin 1971’deki "ping-pong diplomasisi" gibi Ankara ve Erivan’ın önünü açacaktır.
Kaldı ki, yukarıdaki tarihin ağırlığına ve Karabağ sorununun varlığına rağmen yine de, Türkiye’yle Ermenistan arasında tarafların fiilen hasım olduğu bir Vietnam Savaşı yoktur.
Öte yandan, Pekin’deki masa tenisi karşılaşmalarının sonucunu hatırlayan beri gelsin, cumartesi günkü maçı kimin kazanacağının ise hiç mi hiç kıymet-i harbiyesi yoktur.
Eğer Gül karşılaşmayı izlerse, kuşku yok, iki kardeş halk "ortak zafer" yazacaktır.