Hadi Uluengin

Tebriksiz bayram

30 Eylül 2008
MALÛM, bugün bayram!<br><br>Önce, hepimizin sevgi, neşe, barış ve hoşgörü yakamozlarıyla pırıldamasını diliyorum. Tamam da, hem nezaket icábı, hem de adet-i veçhile, aslında yukarıdaki dilek ve tebriği sizlere makalenin bitiminde ve gayet klasik bir formülasyonla iletmem gerekirdi.

Kabul ama, sorarım, son kavgaların ertesinde ben şimdi bunu nasıl káğıda geçeceğim?

* * *

EVET, zaten de yukarıdaki sorundan dolayıdır ki, işte tam bir aydır kábus yaşıyorum.

30 Eylül günü yayımlanacak bu yazıyı büyük dert edindiğim için, táa 30 Ağustos’tan beri gözüme uyku girmedi. Kursağımdan da kuru lokma geçmiyor. Çiroza döndüm.

Vallahi, kederimden üfleseniz yıkılacağım ve hüznümden, dokunsanız ağlayacağım!

* * *

ÖYLE tabii, çünkü okuyucuları tebrik ederken acaba "Şeker Bayramı" mı, yoksa "Ramazan Bayramı" mı ifadesini kullanmam gerekecek?

"Kutlu olsun"la mı, yoksa "mübarek olsun"la mı bitirmek zorunda kalacağım?

Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem!

Birincisinde "dinciler"i kızdıracağım. Diğerinde ise "laikçiler"i hiddetlendireceğim.

Her iki durumda da taraflardan birinin fincancı katırlarını ürkükeceğim ki, yeter!

* * *

HAYIR, şimdi burada bilgiçlik taslayıp, Victor Klemperer’in, Georges Dumezil’in veya Roland Barthes’in öğreti ve teorilerine atıfta bulunacak değilim.

Ne dil etimolojisi, gramer yapısı ve mitoloji oluşumu hakkında láf salatası üreteceğim; ne de şeker - ramazan" ve "kutlu - mübarek" tartışmasını "entelektüelleştireceğim" (!)

Tamam ama yine de yetti ve yeter, çünkü ancak totaliter; en azından otoriter ideoloji ve toplumlara özgü olan şu "terminoloji kavgaları"ndan artık gınağı geldi

Kelime ve deyimleri birer "aidiyet simgesi" olarak sunmak kabak tadı verdi.

Sözcüklerin iffetine ve meşrebine bekáret kemeri vurmaktan ve o kemerin yegáne anahtarının da kendi uçkurumuzdaki zincire bağlı olduğunu sanmaktan, namus ayağa düştü.

* * *

ÖYLE, çünkü bayrama illá "şeker" yahut illá "ramazan" denilmesinde tutturmak ve mutlaka "kutlu olsun" veya mutlaka "mübarek olsun" diye hançere yırtmak, zorbalıktır!

Bu "dil diktatoryası", Hitler’in demokrasiyi "plutokrasi" veya Stalin’in özgürlüğü "dejenerasyon" diye vaftiz etmesinden asla farklı bir şey değildir!

Al birini, vur ötekine, hepsi aynı kapıya çıkar.

Hepsi, George Orwell romanındaki o "Büyük Birader" sultasına götürür.

Hepsi, aslında sonsuz tarafsız olması gereken kelimeleri t-a-r-a-f kılarak zapti fikirleri beyne nakşetmeyi; dolayısıyla da o kelimeleri dışavurum simgesine dönüştürmeyi hedeflerler.

"Şeker Bayramınız kutlu olsun" mu dediniz, işte "laikçi", hátta zındıksınızdır!

Yook, aksine, "Ramazan Bayramınız mübabek olsun" mu diyorsunuz, işte "dinci", hattá "Şeriatçı" (!) olduğunuz resmidir ki, her ikisinde de elinin körü!

* * *

ELİNİN körü, çünkü ben bu lügati en baştan reddediyorum. Daima da reddedeceğim.

Zira, böyle bir tercih dayatıldığı takdirde şundan veya bundan yana taraf olmak, özünde ya kırk satırı, ya da kırk katırı seçmek anlamına gelir.

Dolayısıyla, işte hadi bakalım ve de hepinize meydan okuyorum.

Bu defa sizlerin ne "Şeker", ne de "Ramazan" bayramızı tebrik ediyorum.

Zaten, eğer gelecek bayram da "aidiyet simgenizi" hálá kelime ve deyimlerle ifade etmeyi sürdürürseniz, var mı alnımı karışlayacak babayiğit, o zaman da tebrik etmeyeceğim!
Yazının Devamını Oku

Yol taváfı

28 Eylül 2008
Brüksel’deydim. Eylül cumartesisi pırıl pırıl doğdu. İyimser huzmelerle yıkandım. Ve birden, nereden aklıma esti bilmiyorum, refakatçime "kalk" dedim, "cinnet yıllarımı taváfa çıkalım".

Şaşırdı. "Ne cinnet yılları? Neyin taváfı?" diye sordu.

"Güzergáh boyunca anlatırım, hadi Köln’e gidelim" cevabını verdim.

Kabullendi ve onun konforlu arabasında direksiyona geçtiğim gibi, yola revan olduk.

Hadi, şimdi yürü atım rahvan, yürü, tez yürü!

PASAPORTSUZ MASAPORTSUZ

Dün gibi hatırlıyorum, Belçika - Almanya sınırındaki Welkendraat - Aachen karayolu hudut kapısını ilk kez pasaportsuz olarak, 1972 Mayıs’ında geçmiştim.

Bir seneden biraz fazla olmuştu ki, 12 Mart darbesi gerçekleşmişti.

Arandığım gerekçesiyle de konsolosluk pasaportumu uzatmayı reddetmişti.

Henüz mültecilik başvurusu yapayım mı, yapmayım mı tereddütleri içindeydim ki, işte o Mayıs ayında Köln’deki "merkez"den gelen talimat, bir öğrenci kurultayı paravanı arkasında Saarbrücken’de gerçekleşecek "parti" toplantısına katılmamı buyurmuştu.

Emir demiri kestiğine göre, emir "burjuva devleti"ni (!) tabii ki haydi haydi keser.

Pasaportsuz masaportsuz, ne yapar yapar ben bu hududu mutlaka geçerim.

Geçtim de! Ve, hiç mi hiç zor olmadı. Yağdan kıl çeker gibi kolay gerçekleşti.

Daha sonra karım olacak olan genç kız babasının otomobilinde beni yanına aldı.

Cuma akşamının kalabalığından dolayı mıydı, yoksa her zaman böyle miydi bilemeyeceğim ama, iki tarafın polisleri hemen hiç denetim yapmadılar.

O, yarı açık pencereden kendi kimlik kağıdını şöyle üstünkörü göstermekle yetindi.

Bakmaya bile zahmet etmeyen aynasızların hafif baş işaretinden sonra da kendimizi "Deutschland, Deutschland über alles" ülkesinde bulduk.

Şaşırdım kaldım. Ben ki sınırlarda didik didik aranılan ve saatler, háttá günler geçirilen yerlerden geliyorum, bu alargalık, bu laûbalilik, tabii aslında bu "yurttaşa güvenirlik" karşısında küçük dilimi yuttum.

Sevgilim beni Aachen tren istasyonuna bıraktı ki, esas vartayı atlattıktan sonra gerisi nedir ki?

KÖLN’E GİDİYORUZ

İşte şimdi yine aynı sınır kapısına giden ana otoyoldayız.

Eylül güneşi pırıldıyor ve ayağım gazda, rahvan at tez, çok tez yürüyor.

Hiç eksen değiştirmeden dümdüz giderseniz bütün Yaşlı Kıta’yı katedersiniz ve kendinizi Fatih Köprüsü’nden Asya’ya geçerken bulursunuz.

Baktım, Brüksel’den Liege’ye yaklaşıldığı gözüken levhá hiç değişmemiş:

"Berlin, via Bonn ve Köln"!

Bu levhá öylesine önemlidir ki! Öylesine semboliktir ki!

Çünkü, "esas menzili" ve "esas hedefi" simgeler.

Yine çünkü, kırk, belki elli, hatta belki atmış senedir aynı olduğunu hiç unutmayın!

Dolayısıyla da, 1989’da "Duvar" yıkılana dek o Berlin’in 1945’ten beri artık Federal başkent olmadığını hatırlayıp, yol işaretinin aslında söz konusu başkentten asla vazgeçilmediğine ve vazgeçilmeyeğine dair bir iradi simge oluşturduğunu anlayın.

Fakat biz Berlin’de değil, son tahlilde bir taş atımlık mesafede olan Köln’e gidiyoruz.

KÖY EVİNİ TAVÁF

Coğrafya da değişti. Engebeler yukarıya tırmandı.

Solumuz yassı, yamyassı Hollanda’dır. Ama solumuzda, "dağ" (!) deniliyor olsa dahi aslında yüksek platolardan başka bir şey olmayan Arden Dağları uzanıyor.

Biz onun en kuzeyini yalayarak, Almanya’daki uzantısını oluşturan ve Ren havzasına kadar aynı adla devam edecek olan Eifel Yaylası tepelerine doğru seyrediyoruz.

Henrich Böll’ün memleketidir.

Çok sevdiğim büyük Cermen yazar öldüğünde, onun köy evini de taváfa gitmiştim.

Bir de, Monschau şehirciği buradadır.

Muhtemelen Alaman kentlerinin en eskilerinden birisini oluşturur.

Öylesine sevimlidir ki, müttefikler 1944 sonu sınırı geçip Reich içlerinde doğru ilemeye başladığında, "köprüleri yakın" emrini vermiş olan Hitler dahi insafa gelmiştir.

Monschau’nun da yerle bir olmasına çanak tutmamak için, savunmaksızın, Wermacht ordusunun Ortaçağ sitesini General Patton tugaylarına teslim etmesine ses çıkartmamıştır.

SONRASI HAFTAYA

Ve işte, uzaktan uzağa o sınır da gözüktü. 1972’de geçtiğim hudut kapısı gözüktü.

Fakat, "taváf niyeti"min bundan sonrasını gelecek pazara bırakıyorum.

Ya Rább’i yedi şafta sáyetmek istiyorum - Taváf niyeti

AÇIKLAMA: Yukarıdaki niyetten de anlaşılacağı gibi, Arapça "taváf" kelimesi kutsal şeylerin, bilhassa da Kábe’deki Hacer-i esved taşının etrafında dolanmak için kullanılır. Fakat, her lisanda olduğu gibi, buradaki dini terminoloji Türkçede de sekülerleşmiştir. Dolayısıyla, aşağıdaki deneme yazıları için "taváf" sözcüğüne başvururken, dünyevi bir "geçmişin etrafında dönmek" fiilini kastediyorum.
Yazının Devamını Oku

Burjuvalar akarken

27 Eylül 2008
DİĞER lisanlardakini bilmiyorum ama, Fransızca ve Felemenkçe konuşan Avrupa ülkelerinde imzalanan kira kontratları ve apartman yönetmelikleri aşağıdaki ibareye yer verir:<br><br>"Kiracı (yahut daire sahibi), mekánda bur-ju-va-ca yaşamakla yükümlüdür". "Bur-ju-va-ca yaşamak", işte bütün mesele burada!

***

EVET bütün mesele burada, çünkü burjuvalık, onu sırf üretim ve mülkiyet ilişkisiyle sınırlayan iktisat tahlillerini aşar. "Ekonomiko-politik" bir Marksist zapt-u rapta sığmaz.

Zira, zaten adı üzerinde, "kentsoyluluk" her şeyden önce bir hayat süzülmüşlüğüdür. Bir ádap, bir uslûp, bir edep, bir tarz sorunudur. Bir "yontulmuşluk" (!) durumudur.

O halde de, son tahlilde, koskoca bir "K" harfiyle, Kül-tür’dür!

***

ÖYLEDİR ve nitekim, yukarıdaki kontratlarda kastedilen şey de bunun tá kendisidir

Yani evde, apartmanda, dairede, yakın çevresinde ancak tarlaya ve davara karşı sorumlu olan köylü gibi değil, başka insanlara karşı sorumlu olan şehirli gibi davranacaksınız.

Yani balkonda tavuk beslemeyeceksiniz. Yani musluk aktığında, derhal onaracaksınız.

Yani, komşuların kulağını rahatsız etmemek için gürültü yapmayacaksınız.

Ne radyo desibelinde sınırı aşacaksınız, ne de topuklu ayakkabıyla yürüyeceksiniz.

***

TABİİ, eğer dairenizde o ayakkabıları çıkartıyorsanız da, komşuların göz adábına, estetik değerlerine ve koku yollarına tecavüz etmemek için, iskarpinlerinizi, mokasenlerinizi, galoşlarınızı yahut çarıklarınızı, kapının dış tarafına değil, iç mekánınıza istifleyeceksiniz.

Pabuç dolabı kullanıyorsanız ne álá! Gerçek burjuvalığa, yani her hangi bir "öteki" için değil bizzat kendiniz için kendinizi disipline sokmaya temayüllüsünüz demektir.

Ama kullanmıyor olsanız dahi, yukarıdaki "asgári şart"a mutlaka uyacaksınız!

***

TÜM bunların da, Marx’ın kesin kıldığı mülkiyet ilişkisiyle mutlak ilgisi bulunmuyor.

Her sabah atelyede çalışmaya giderken cebine koyduğu İngiliz anahtarı hariç dünyada tek dikili ağacı olmayan ve meteliğe kurşun atan sonsuz erdemli bir proleter olabilirsiniz.

Ama gecekondunuzda öyle usturuplu yaşarsınız ki, sahip olduğu saray yavrusunda ayılara taş çıkartacak vurdumduymazlık içinde davranan yeni zenginin, kasabalı eşrafın veya köylü ağanın karşısında zemzem suyuyla yıkanmış ve burjuva sıfatını kazanmış olursunuz.

***

PEKİ, biz neden büyük çoğunluk olarak tarihin bu "en devrimci sınıfı"na uzağız?

Burada perşembe günkü yazıma dönüp, aynı Marx’ın yukarıdaki yosunluğu açıklarken kısmen haklı olduğu "nehir meselesi"ne; yani "ırmak kültürü"nün eksikliğine geleceğim.

***

YİNE dilbilim etimolojisinden yola çıkalım. Nasıl ki Türkçede "burjuva" kelimesine karşılık yoktur ve "kentsoylu" ifadesi çok sonra gelmiştir, aynı şekilde, İmparatorluğumuzun Tuna’sına ve Nil’ine rağmen lisanımızda bir nehir terminolojisi de yoktur. Bomboştur.

"Seyahatnáme"yi açın; Altınordu Tatarisine bakın, tıpkı İtalyanca deniz terimlerimiz gibi, Batı dillerinde varolan ve su ulaşımında kullanılan mavna ve salapuryaların etrafında oluşmuş olan çok zengin bir lûgat bizde sıfırdır. Zaten bu iki kelime dahi Türkçe değildir.

Çelebi Tuna kayıkçıları için "külliyen káfir" der. Volga deyimleri de Slav kökenlidir.

Diğer bir deyişle, Avrupa burjuvazisi tarihe Ren, Mozel, Rhône gibi ırmaklarla birlikte akarken, bizlerde ne maddi, ne de ruhi olarak böylesine çoşkun bir akış gerçekleşmemiştir.

Ve, eğer kira kontratı imzalarken "burjuvaca yaşamak yükümlüğü"nü şart koşmuyorsak da, bunda nehir akıntılarına paralel koşmamış olmazın payı çok büyüktür.
Yazının Devamını Oku

Burjuvazi akarken (I)

25 Eylül 2008
BURJUVA nedir? Bizim "solcular"ın (!) küfür niyetine kullandığı kelime nicedir?<br><br>Pek çok şeyin ipucunu sunduğu için, önce yine etimolojiden yola çıkalım. Sözcük, Cermen lisanlarında çoğul hane yerleşim birimlerini tanımlayan "burg" kökeniyle, Fransızcada mahalli aidiyet takısı olan "ois" ekinin bileşkesinden oluşmuştur.

Bu açıdan, Türkçedeki "kentsoylu" karşılığı esas itibariyle doğrudur.

Her halükárda da, "burjuva" mutlaka Batılı; daha ötesi, illá Avrupalı bir kavramdır.

* * *

KENTSOYLULUĞU Roma İmparatorluğuna ve "patrisyen - pater gentes" sınıfına dek çıkartanlar da vardır ama, buradaki asalet faktöründen dolayı ben bu tahlile katılmıyorum.

Zaten, genel kabul gören şekliyle, burjuva esas olarak geç dönem Ortaçağ ürünüdür.

Başka bir deyişle, toprak mülkiyeti ve tarım üretimi ekseninde varolan feodal ve serf katmanların aksine, yeni sınıf, şehir birimi ve ticaret uğraşı ekseninde doğmuş ve gelişmiştir.

Marx’ın deyimiyle "tarihe kılıç attığı" ilk coğrafi bölgeleri ise güneyde Venedik ve Cenova gibi İtalyan; kuzeyde de Brugge ve Anvers gibi liman ve nehir şehirleri oluşturur.

Şematikleştirsek, burjuvazi, aşağıda Akdeniz ufkuna açılan; yukarıda ise o Akdeniz’le Manş ve Baltık arasındaki ilişkiyi sağlayan Ren Nehri ekseninde hayata merhaba demiştir.

"Nehir" kelimesini kullandım ya, o halde, kendimizdeki kentsoylu yoksunluğunu açıklayabilmemiz için bunun üzerinde biraz durmamız gerekiyor.

* * *

ÖYLE, çünkü yine Karl Marx’a atıfta bulunursam, komünizmin babasına göre Doğu toplumlarında Batı tipi bir burjuvazinin oluşmaması ve onun "Asya tipi üretim tarzı" diye sıfatlandırdığı bir sistemin doğması, su yollarını disipline sokmaktaki zorluktan kaynaklanır.

Başka bir deyişle, "Kapital" yazarının "hidrolik toplum" diye nitelendirdiği ve kentsoylu yoksunluğu göz çıkartan Doğu sistemlerinin maddi kökenini, Asya ırmaklarının küçük siteler tarafından zapt-u rapta alınmayacak kadar çoşkun akmasında aramak gerekir.

Bunları hale yola sokmak; kanal kazmak, set inşa etmek; akıntının yukarısına salapurya çıkartabilmek için merkezi bir devlet mekanizmasına ihtiyaç duyulmuştur.

Yine Marx’a göre, "Şark despotizmi"nin kökeni bu doğa - insan çelişkisinde yatar.

Ve, yukarıdaki tez hem kısmen yanlıştır, hem de kısmen doğrudur.

* * *

İLKİN ve bilhassa yanlıştır, çünkü en önce, daha sonra değineceğim nedenlerden ötürü hiçbir sosyal sınıf; hele hele, yine bizzat "Manifesto" yazarının deyimiyle "tarihin en devrimci sınıfı" olan burjuvazi, salt üretim ilişkilerine indirgenemez.

Yukarıdaki "ekonomist" yaklaşım, aynı Marx’ın Hegel’den ödünç aldığı "iradeci tarih" anlayışından başka bir şey değildir. Özünde, kaderci bir "mukadderat ideolojisi"dir!

En başta din, toplumları "insani ruhiyat"tan soyutlayan; yahut o ruhiyatı "altyapı üstyapıyı belirler" basitliğine indirgeyen zihin şeması eninde sonunda yanılgıya götürür.

Zaten de bu "tarihi iradecilik" ideolojisine nihai balyoz 1989 "Duvar"ında inmiştir.

* * *

KALDI ki, Doğu’daki burjuva yoksunluğunu Marksist bir "hidrolik toplum" teziyle açıklamak, somut açıdan da doğru değildir. Bu yaklaşımın coğrafyası son derece sınırlıdır.

Nitekim, İdil, Ganj, Yangçe nehirleri Avrupa Ren’inden, Tuna’sından, Mozel’inden ne çok farklı debilerde akarlar; ne de çevreye daha az veya daha çok zarar yahut yarar sağlarlar.

Fakat, Rusya’da da, Hint’te de, Çin’de kentsoylu sınıfı ortaya çıkmamıştır!

Ama, Marx’ın kısmen yakaladığı ve esasına değinmediği sav aynı zamanda doğrudur.

Evet, tarihin en devrimci sınıfı olan o canım ciğerim ve o işkencem cehennemim burjuvazi hem ırmaklar gibi akar, hem de ırmaklarla birlikte akar ki, cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Türkmen’den Türmen’e

24 Eylül 2008
EĞER, İlter Türkmen’den her söz edişimde isminin arkasına mutlaka "usta" sıfatını ekliyorsam, bu, sırf ona karşı beslediğim sonsuz saygı ve hürmetten kaynaklanmıyor. Oysa ben aslında böyle oturaklı kelimeleri zırt pırt kullanmam. Yüz güz olmam.

Çetin Altan, Şerif Mardin, Orhan Pamuk, Dücane Cündioğlu veya Selim Sesler gibi çok müstesna addettiğim bir kaç kalburüstü şahsiyet için hariç, sözcüğü ayağa düşürmem.

Dolayısıyla, Türkmen’e "usta" diyorsam, saygının ötesinde bunun daha da derini var.

* * *

ÇÜNKÜ en önce, Türkmen Usta benim mesleki ufkumu açtı. Henüz çaylak gazeteci sayılırdım ki, uyguladığı kıvrak dış politikayı izleyerek, çıraklık yıllarından kalfalığa geçtim.

Fakat sonsuz defa daha önemlisi, İlter Türkmen, Ankara diplomasisini kangren eden hayati ve değişmez bir tabuyu yıkarak devrimci, hatta ihtilalci bir görevin öncüsü oldu.

Ve, söz konusu tabu, dün sözünü ettiğim "mukaddes devlet" ideolojisidir!

İmparatorluğun "Tercüme Odası" geleneğini devralan Cumhuriyet hariciyesi de, TSK’yla birlikte, bu ebedi totemi dokunulmaz kılan en statükocu "zaptiye" olmuştur.

Yani, hem geçmişin kuyruk acısıyla tekrar aynı duruma düşmek korkusundan; hem de "monşer" saçmalığını ciddiye alıp bunun tersini ispatlamak içgüdüsünden ötürü, Türk dış bürokrasisi iç bürokrasiyi bile mumla aratacak ölçüde, her türlü açılıma çomak sokmuştur.

* * *

EVET öyledir ve nitekim, örneğin Kardak’daki "harita mandepsisi"ni eleştirdiği için bu satırlar yazarını "áli menfaatlere ihanet ediyor" (!) diye patrona ispiyonlayan bir Onur Öymen eğer bugün CHP içindeki "ulusalcı" kanadın başını çekiyorsa, burada tesadüf yoktur.

Yahut, Atina’ya elçi gider gitmez ilk iş olarak İstanbul kökenli Rumları sefaretten "temizleyen" şimdiki MHP milletvekili Gündüz Aktan demokrasi karşıtlığını teorize edebilmek için Nazi hukukçu Carl Schmitt’i referans gösteriyorsa, bu da bir tesadüf değildir.

Veya, yine eski diplomat ve şimdi AYM üyesi Osman Paksüt’ün AKP davasında "kuryelik" ve "suflörlük" yapmış olduğu iddiaları da gökten zembille düşmemektedir.

Evet evet, örnekleri uzatabilirim, Türk hariciyesinin ülkemizdeki en statükocu iki kurumdan biri olması bir yana, mensuplarının büyük çoğunluğu da daima o statükoya karşı çıkanları zapt-u rapt altına almaya pek bir "heveskár" (!) kadrolardan oluşmuştur.

* * *

AMA dediğim gibi, ne mutlu ki artık devrán değişti. Değişiyor ve daha da değişecek.

Dünya dinamikleri, aslında o dünyayı en çok bilmesi gereken fakat buna direnen Türk diplomasisini de etkiler oldu. Daha doğrusu, o etki nihayet açığa çıkmak cesaretini gösterdi.

Ve işte burada da İlter Türkmen Usta hayati bir misyon yerine getirdi.

Emeklilik ertesi bazı diplomatların gazetelerde yazması ve ilk olmasa dahi, ákil adam Türkmen’in asla statükocu olmayan sonsuz isabetli tahliller yapması, bir viraj oluşturdu.

Eh, dışişleri bakanlığını 12 Eylül’de yapmış ve de üstelik KKTC’nin tek mimarı olmuş.

Onu da "vatan haini" (!) diye karalamaya yeltenecek bayiğitin alnını karışlarım.

* * *

ZATEN yine Türkmen faktörü sayesindedir ki, adını vermeyeceğim faal diplomatlar bir yana, emekli hariciyeciler arasındaki "özgürlükçü kanat" artık açık açık ortaya çıkıyor.

Aklıma gelenleri sayıyorum, bir Volkan Vural, bir Cem Duna, bir Temel İskit, bir Yalım Eralp, bir Akın Özçer yukarıdaki "statüko kanadı"nın zıddında yer almıyorlar mı?

Ve, aziz ve sevgili Rıza Türmen önceki gün "Milliyet" ailesine katılırken, ilk bilgelik makalesine George Orwell’den "Niçin yazıyorum?" alıntısıyla başlamıyor mu?

Evet evet, Türkmen Usta’dan Türmen bilgeye, dünya ve ülke gibi Türk diplomasisi de dönüşmektedir, çünkü statükonun çatırdadığını görmemek ancak körlere mahsustur.
Yazının Devamını Oku

Üç tarz-ı meslek

23 Eylül 2008
MAZBUT ailelerde "Cumhuriyet kızı" olarak yetişen ve hafiften alafranga eğilimler taşıyan İstanbul anneleri oğullarının hangi mesleği seçmesini ister? Daha doğrusu, isterlerdi? Bununla, o Cumhuriyet’in henüz oturduğu ve dolayısıyla, İmparatorluktan miras "devlet ana" ideolojisinin hálá tümüyle hüküm sürdüğü ellili - atmışlı yılları kastediyorum.

Yani, evlátlarını "askeriye", "ilmiye" ve mülkiye"den hangisine láyık görürlerdi?

* * *

ASKERİYE olmaz. Zira bir; Heybeli bahriyesi hariç, kışla artık taşralı sayılmaktadır.

İttihatçılardan beri Kuleli’nin eski cazibesi yoktur. Gazi de tekrar diriltmemiştir.

İki; familyada, özellikle de damat tarafında o bahriyelilik zaten ebedi gelenektir.

Ancak, tá Kırım’dan Kanal’a, oradan Kuvva-ı Milliye’ye, yedi denizin karnına çektiği; her halükarda da, ancak iki muharebe arasında evlerine uğrayabilen aile efradı sayısızdır.

Kaldı ki, baba söz konusu geleneği kırmıştır ve tekrar inşasına asla izin vermeyecektir.

Ve nihayet üç, askeriyenin hiçbir "alafrangalık" arzetmediği de tartışma götürmez.

* * *

BUNA karşılık, "ilmiye" cidden düşünülebilir. Háttá, bilhassa da temenni edilebilir.

Meziyetli anneler oğullarının doktor; hele hele, "sihirli elleri"nden dolayı genç yaşta şöhretle donanıp Amiral Bristol hastanesinde "cerrah doktor" olmasına ancak sevinirler.

Artı, mühendis de olunabilir. Yahut, familyanın diğer ayağı gibi mimar da olunabilir.

Ancaak, şu hayta çocuğun o "müsbet ilimler"le hiç arası yoktur ki, bunu da geçelim.

* * *

GERİYE "mülkiye" kaldı. Hem de o mülkiyenin en koca "M" harfli Mül-ki-ye’si!

Yani, d-i-p-l-o-m-a-t yetiştireni! Yani, Cumhuriyet’i "ecnebiye"de temsil edeni!

Allahım, haylaz oğlumuz lisesi bir bitirebilse, dört - beş yıl ayrılıkta bağrıma taş basar ve ancak "her bahtı karanın görmek istediği" şu Ankara’ya bile seve seve gönderirim.

Hem şimdi "Varan" otobüsleri de var, bayramda seyranda ya biz gideriz, ya o gelir!

Sonrası mı?

* * *

SONRASI şu ki, iyi anneler işte şimdi, ya Napoli aktarmalı olarak Roma sefaretindeki üçüncü kátipliğe giden "kuzular"ını Karaköy Yolcu Salonu’ndan; ya da Simplon Ekspresi’yle ilk kuryeliğe çıkan aynı oğullarını Sirkeci Garı’ndan gözü yaşlı mendille uğurlamaktadırlar.

Ama aslında için için ve gizli gizli sonsuz sevinmektedirler, çünkü d-i-p-l-o-m-a-t!

* * *

EVET evet, orta halli ve mazbut mahallelerde "Cumhuriyet kızı" olarak yetiştirilen ve alafranga eğilim taşıyan İstanbul anneleri için bundan daha sihirli bir kelime düşünülemez.

Zaten, "çekemezler"in "monşer" diyecek olması bir "alafrangalık" delili değil mi?

Oğlan Paris’e bir yerleşsin, anneciğine mutlaka tayyare bileti gönderir. Yazın da halis İskoç kumaşı getirir ki, Despina’ya tayyör diktirtim miydi, beş çaylarının ana kraliçesi olurum

Artı, "monşer"miş, elinin körü! Tá Tercüme Odası’dan beri "d-e-v-l-e-t"imizi; o "kutsal devlet"imizi dışarıda ve içeride dört elle sahiplenenler diplomatlardan çıkmadı mı?

Kaldı ki, "Mülkiye Marşı"nın "Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz /

Ey vatan göz yaşların dinsin, yetiştik çünkü biz"
diye başlaması tesadüf oluşturmuyor.

Dolayısıyla, aman evládım bak ben de ayrılık yaşımı dindirdim, sefir ol inşallah!

* * *

TÜM bunlara rağmen ne diplomat, ne sefir oldum. Aksine, en "anti"ye dümen kırdım.

Fakat meslek icábı, daima o büyük "M" harfli "mülkiyelilik"le içiçe yaşadım.

Dolayısıyla, ciddi bir kesim diplomatımızın sergilediği ve artık "kutsal devlet"le özdeşleşmeyen sonsuz sevindirici gelişmelerin birinci elden şahidiyim ki, yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Torunlar ve kábuslar

21 Eylül 2008
Haberi müjde niyetine okuduğumda, ilk bakışta içim iyimserlikle doldu. Sevindim. Ama dikkat, sadece ilk bakışta !

Çünkü Batı Avrupa’da insan ömrü eskiyle kıyaslanamayacak ölçüde uzamış.

Tabii, iyi-kötü, aksak-topal olsa bile, siz o coğrafyanın içine Türkiye’yi de katın.

Ve işte aynı Batı Avrupa’da, örneğin 1880 - 1890 arasında erkeklerin hayat ortalaması 43,5, kadınlarınki ise 46,6 yılken, 2004 - 2007 arasında aynı ortalama birincilerde 76,7, ikincilerde ise 82,4’e yükselmiş.

Eh, ne álá !

Eh ne álá tabii, zira kim erkenden mezarı boylamak ister ki ?

"Ah, ah, işte torun tosun sahibi de oldum, artık Rabb’ıma kavuşsam" diye iç çekenlerin riyakárlığına hiç aldırmayın. Asla İnanmayın.

Herman Hesse’nin o enfes "İhtiyarlık Günlükleri"den, "Ölümden Sonra Hayat Var mı?" türünden palavra edebiyata, konuya ilişkin olarak cilt cilt kitap devirdim ama, güle oynaya musalla taşına yatmak istediklerini iddia edenlerin tek kelimesine ikna olmadım.

Çünkü, velev ki bir asrı devirmiş olsun, hiçbir insan öbür tarafı boylamak istemez.

Bu cihette hálá daha çok işi olduğunu düşünür ki, yerden göğe kadar da haklıdır.

89’LUK İNGİLİZ LEYDİSİ

Üstelik, şimdi burada Freud’cü ruhbilim tartışmalarına girecek değilim ama, "ölüm korkusu kompleksi"nin bizim bütün varlığımızı da belirlediği kesin bir vakıadır.

Dolayısıyla, dediğim gibi, yukarıdaki müjdeli haber ilk bakışta çok hoşuma gitti.

Ancaaaak?

Ancağı şu ki, efendim davulun sesi uzaktan hoş geliyor ama, madalyonun bir de öteki yüzü var. Ve işte tam orada, işler çok fena halde çatallaşıyor.

Torun meselesini kastediyorum.

Evet "torun meselesi", zira çocuk yapmak yaşı ne kadar ertelenirse ertelensin, ömür ortalaması uzadığı için büyük ebeynlerin hem torunları; hem torunların çocuklarını; háttá ve háttá, hem de torunların torunlarını bile görmek şansı giderek yükseliyormuş.

Ve de tabii ki, dedeler ve nineler için yandı gülüm keten helva!

Öyle, zira en önce, hangi büyük ebeveyn bunların adını beynine kazıyabilir ki?

Nitekim de, aynı haber seksen dokuz yaşındaki bir İngiliz leydisini örnek veriyordu.

Hatuncağızın dört çocuğu; oradan itibaren yirmi bir torunu; nihayetinde de seksen torun çocuğu varmış ki, kadın internette kendi adına "blog" açmış ve isimleri nasıl hatırlayabileceği konusunda diğer "enternotlar"a akıl danışmaya başlamış

Eh, Rabb’ım daha ömür ihsan eylesin, bir on - yirmi sene daha yaşayıp torun torunlarının da yüzlerce sayıya vardığını düşünün, bu takdirde insan gerçekten çıldırır.

Sonra, sorarım size, durum böyle olduğu takdirde, bilmem kaç torununuza ek olarak bir de onların çocukları ve torunları bayramda seyranda el öpmeye gelmeyecekler mi ?

Tabii ki bir an önce gitsinler de tekrar Herman Hesse’nin "İhtiyarlık Günlüğü" sukûnetine dalalım ama heyhat çaresi yok, kapı dandun, işte cümbür cemaat teşrif buyurdular.

Ve mübarekler dana sürüsü, tekrar zil, birileri gidip, diğerleri eşiği eskitiyor.

Peki de, hadi harçlıktan geçelim çünkü bu takdirde değil bir yıllık emekli maaşınızı, yastık altında sakladığınız cenaze paranızı bile kimi zaten kazık kadar olmuş, kimi de kundakta cıyaklayan arsızlara kaptırırsınız ama, asgári bir jest yapmayacak mısınız ?

"Nazik" (!) ve "sevecen" (!) bir büyük ebeveyn olduğunu ispatlamak ahmaklığına düşüp, onların ceplerine bir ipek mendil; hiç olmazsa patiskasını koymayacak mısınız?

Yine yandı gülüm keten helva!

ŞEKERLEMECİ HİSSESİ

Öyle, çünkü Mahmutpaşa toptancısından düzineyle alsanız dahi, bırakın ipeğini, beyaz patiska mendilin bile kaç liradan satıldığını galiba bilmiyorsunuz. Yıkım, yıkım!

Háttá, yine geçtim kilosu anasının nikáhı fiyattan öyle alafranga madlen çikolatayı, bu kadar kişiye ağız tatlandırması dahi yine bir yıkım!

İkram edeceğiniz fıstıklı lokum ve badem ezmesinden torunlar; torunların çocukları ve bir de onların sıpaları birer tanecik atıştırsa; artı, tek gelmeyeceklerine göre bunların, karıları, kocaları, sevgilileri, nişanlıları da şekerliğe uzansa, eğer borsaya girdiyse, size daha önce "Ali Muhittin Hacı Bekir ve Mahdumları"ndan hisse senedi almış olmayı tavsiye ederim,

Tabii, Noel hediyesi faslından dolayı Hıristiyan kültürden dedelerin ve ninelerin durumu çok daha fecaat bir durum arzedecektir ki, bu konuya zaten değinmeyeceğim.

Evet işte böyle, daha uzun ömürlü yaşadığımız ve yaşayacağımız için tabii ki mutlu olmamız gerekiyor ama, yukarıdaki "torun meselesi"ne gelince bende şafak atıveriyor.

Haa pardon, konunun beni neden bu kadar ilgilendirdiğini söylemeyi unuttum.

Allah en gecinden versin, henüz torunum yoksa bile; bu defa Allah bağışlasın, benim boy boy ve yaş yaş dört çocuğum olduğu için kendimin de yukarıdaki türden bir "potansiyel dede" olabileceğini düşünüyorum ve dolayısıyla, haberi okuduğumdan beri kabuslar görüyorum.
Yazının Devamını Oku

Krizden kim sorumlu

20 Eylül 2008
GELDİ geliyor tahminleri yapılırken, dünya çapındaki ekonomik kriz işte kapıya dayandı. Hadi, iktisatçıların ve bilhassa da borsacıların her vartayı biraz abarttığını varsayalım.

Dolayısıyla da, bugünkü buhranı 1929 feláketiyle kıyaslayanlara mesafeyle bakalım.

* * *

ANCAK, böyle olsa dahi, ABD’de iflas eden en prestijli bankalar ve sigortalar; onların imdadına yetişmek için hem Washington’da, hem Moskova’da, hem Pekin’de, hem de Tokyo’da devreye giren merkez bankaları; dört bir yanda dibe vuran borsa tahtaları; aniden düşüşe geçen petrol ve hammadde fiyatları derken, tabii ki bütün bunlar hafife alınamaz.

Hep periyodik krizler yaşayan ve yaşaması kaçınılmaz olan kapitalizmin bu defaki buhranı, küreselleşmenin etkisinden dolayı, öncekilerden daha fazla can yakacağa benziyor.

Zaten de, Amerika’daki "HP"nin şu kadar bin teknisyen çıkartacağından tutun da, Hint’teki "Mittal"in dört milyar dolar tasarrufa gideceğine dair haberler birbirlerini izliyor ki, bunları o küreselleşmenin "domino sistemi"ne bağlı etki - tepki olarak görmek gerekiyor.

* * *

BİLİYORUM, yukarıda kapitalist sistemden ve onun mukadder krizlerinden söz ettim ya, bizde kendisini "sol" addeten zevat bunun üzerine mal bulmuş Mağribi gibi atlayacaktır.

"Bakın bakın, ’dönek’ (!) bile gerçeği kabul ediyor" diye yaygara kopartacaktır.

Fakat hiç düğün bayram etmesinler, hevesleri yine kursaklarında kalacak.

* * *

EVET yine kalacak, çünkü en önce, miádı çoktan dolmuş Adam Smith’in "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" sloganı ve bir ara epey taraftar toplamış Milton Friedman’ın "Chicago boys"ları hariç aklı başında hiç kimse, ekonominin irrasyonel doğası icábı, kapitalizmin daima krizlere gebe olduğu gerçeğini inkár etmez, etmemiştir ve edemez.

Büyük Frederich Hayek dahi, mümkün mertebe seyrek olsa dahi, kamunun iktisadi vektörlere rota çizmesi gerektiğini; aksi takdirde buhranların kaçınılmaz olduğunu kaydeder.

Zaten, biraz farklılık arz etse bile, yukarıdaki tez bu satırlar yazarının da benimsediği ve John Keynes’in teorize ettiği "müdahil liberal ekonomi" anlayışıyla benzeşir ki, bizim "solcular" (!) anlamaz ama, söz konusu sisteme evrensel lugatte sosyal-demokrasi denir.

Oysa, bugünkü krizde ne o sosyal-demokrasinin, ne de rotalı kapitalizmin suçu var!

O suçu, deyimin tam anlamıyla "küresel vahşi kapitalizm" taşıyor.

* * *

ÖYLE, çünkü Ford işçisi cebinde metelik yokken, ABD bankasından aldığı krediyle jakuzili villa alıyor. O banka da o krediyi verebilmek için dolaylı yönden Çin’e borçlanıyor.

O Çin ise verdiği borcun dövizini, başta yine ABD, ucuz üretimli ihracatla kazanıyor.

Oysa Ford fabrikası, yine el emeği daha ucuz diye, işte fabrikayı Meksika’ya taşıdı.

İşsiz kalan Amerikalı ipoteğini ödeyemiyor; parayı kurtaramayan banka batıyor; ABD devleti Çin’e borcu ödüyor ama aynı Çin, fukaralaşan aynı ABD’ye eski ihracatı yapamıyor

Dolayısıyla da, dünya ekonomisi yavaşladığından petrol ve ham madde fiyatları da düşüyor ki, işte çığrından çıkmış ve ipini kopartmış bu durumun adı vahşi kapitalizmdir.

* * *

EVET vahşidir, zira laçka banka işçiye bol keseden kredi dağıtmaktadır; umursamaz Ford göz kırpmadan fabrika taşımaktadır; beleşçi Çin ucuz el emeği sömürerek mal satmak için Amerikan borcunu finanse etmektedir; ve, her türlü şeffaflıktan yoksun uluslararası finans kurumları da üretime hiç katılmadan, sırf "açıkgözlülükle" (!) parsayı toplamaktadır.

Bu "vahşi küresel kapitalizm"de tüm aktörler suçludur ve tüm aktörler sorumludur.!

Ceremeyi çekecek olan biz seyircilerin suçu ise, o küresel kapitalizmin önüne dokunmadan, onu "insanileştirecek" yönetimleri yine küre sathında iş başına getirememizdir.
Yazının Devamını Oku