Hadi Uluengin

Gönül’lü itiraf

13 Kasım 2008
CENGİZ Çandar’ın dün Vecdi Gönül’ün sözlerini yorumlarken yazdığı gibi, evet "doğruya doğru", çünkü Milli Savunma Bakanı gerçeği dile getirdi. Brüksel’de; hani şu aidiyetini istediğimiz "Batılı değerler" kurumunun başkentinde "Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde de Ermeniler yaşasaydı aynı milli devlet olabilir miydik" derken, "hakikati" ifade etti.

***

HAYIR, aslında ifade etmedi, o "doğru"yu i-t-i-r-a-f etti!

Üstelik de öylesine bir i-t-i-r-a-f ki, muhtemelen Cumhuriyet tarihinden ilk defa bir "resmi ağız" tarafından böylesine açık açık ve böylesine dobra dobra dile getirilmiş oldu.

Bu samimiyetinden dolayı kendisini "tebrik ediyorum" (!).

***

ANCAK tabii, "itiraf" var, itiraf var!

Birincisini, herhangi bir yanlışı kabullenmek, hatayı anlamak, özeleştiri yapmak, nedámet getirmek, günah çıkartmak, dolayısıyla da özür dilemek anlamlarında kullanıyoruz.

Bu tür "itiraf"ta, kısmen de olsa o yanlışı düzeltmek azmi ve iradeciliği mevcuttur.

İkincisinde ise hiçbiri yoktur. Aksine, meydan okuma, kafa tutma, rest çekme vardır.

Şöyle ki, mazide kalmış bir olay, bir eylem, bir fikir bugün genel kabul gören şekliyle yine "yanlış" addediliyor olsa bile, "itirafçı" onun "doğruluğundan" hálá şüphe duymaz.

Ama bunu açıklamanın yaratacağı tepki nedeniyle de uzun süre susar. Ketum kalır.

Ve ne zaman ki "ortalığın yatıştığına"; en azından o tepkinin artık kendisine fazla zarar vermeyeceğine kanaat getirir, baklayı ağzından çıkartmaktan çekinmez.

İşte, Vecdi Gönül’ün "doğru"su ve "hakikat"i, yani "itiraf"ı bu kategoriye giriyor.

***

EVET buraya giriyor, çünkü Milli Savunma Bakanı sorusunu "Rumlar ve Ermeniler kalsaydı aynı ulus devlet olabilir miydik" diye formüle ederken, zaten yanıtı vermiş oluyor.

1915 Tehcir’ini ve 1922 Mübadele’sini kabullenerek nesnel "doğru"yu ifade etmekle yetinmiyor, aynı zamanda bunların öznel açıdan da "doğru" ve "iyi" olduğunu vurguluyor.

Başka bir deyişle, "itiraf"ıyla meydan okuyor, kafa tutuyor ve rest çekiyor.

Ve aslına bakarsanız, bunu "resmileştirmek", üstelik Brüksel’de "resmileştirmek" gibi inanılmaz bir pot hariç tutulursa, Gönül’ün bu "itiraf"ında yadırganacak bir şey yok!

***

YOK, çünkü en azından "İslami hassasiyetten" diye tanımlayacağımız Bakan son tahlilde, Cumhuriyet’in İttihatçılardan, İttihatçıların ise 2. Abdülhamid’den devraldığı "Anadolu’nun Müslümanlaştırılması" projesinin hem avukatıdır, hem de uzantısıdır!

Bunların dördü arasında kısmi fark ve çelişkiler olsa dahi, projenin kızağa konulması, hayata geçirilmesi ve "onaylanması" konusunda genel bir konsensüs mevcuttur.

Çünkü, İmparatorluğun "millet" tanımıyla tamamen uyuşur biçimde, modernleşme ve laikleşme aşamasında dahi "Türk" kavramı daima "din" eksenli olarak pratiğe yansımıştır.

Nitekim, ibadetini dahi Türkçe yapan ve muhtemelen de etnisitesi Türk fakat inancı Ortodoks olan Karamanlıların; ve Rumca konuşan ve yine muhtemelen Helen etnisiteden inen Müslüman Adalıların değiş tokuş edilmesinden tutun da, Varlık Vergisi’ne, 6-7 Eylül’e, 1964 Kararnamesi’ne dek, yakın tarihimizi "Türk, eşittir İslam" formülü belirlemiştir.

Eski İmparatorluk coğrafyasında etnik temizlik değil, karşılıklı olarak dini temizlik gerçekleşmiştir. "İláhi milliyetçilik"le "dünyevi milliyetçilik" özde daima uyuşmuşlardır.

Dolayısıyla, Brüksel’deki "Gönül’lü itiraf" bir malûmun ilánıdır ve sanıldığının aksine, kısmi nüanslara rağmen milliyetçilikler arasında uçurum olmadığını ispatlamaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın son "şahlanışlar"ını da bu çerçevede okumak gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku

Kemalistler kemale ermeyecek mi? (I)

11 Kasım 2008
HİÇ şüphesiz ki, dün 70. ölüm yılını idrak ettiğimiz Mustafa Kemal Atatürk rasyonalist ve pozitivist fikriyatla bütünleşen "aydınlanma düşüncesi"ni benimsiyordu. Yani, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da teorize edilmeye başlanan ve esas olarak da hayatı algılamak yöntemini "mantıkileştiren" genel akımın içinde yer alıyordu.

Sanırım ki, ultra veya anti "Kemalist", kimse bu nesnel saptamaya itiraz etmeyecektir.

Zaten de durum ortadadır ve gerek "Türk modernleşmesi", gerekse "Cumhuriyet devrimi" yukarıdaki düşüncenin çocuğudur.

***

ÁLÁ, dostu ve düşmanıyla Atatürk’ün yapmış olduğu genel tercihin ismi konusunda anlaştık ama, aynı tercihin niteliği konusunda da uzlaşabiliyor muyuz?

Yani, "aydınlanma düşüncesi"nin tanımlamasında; hadi, kılı kırk yaracak bir tanımı geçelim, hiç olmassa aynı düşüncenin anahatlarında da ortak bir dil tutturabiliyor muyuz?

Hayır! Bin kere hayır!

Mesele oraya geldi miydi işler çatallaşıveriyor ki, zaten de kıyamet bundan kopuyor.

***

EVET bundan kopuyor, zira yukarıdaki "esas ruhiyat"da tamamen çelişiyoruz.

Ancak, tartışmada sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmek için önce bunun altını çizeyim.

Zaten "aydınlanma düşüncesi"ni reddeden, dolayısıyla da Mustafa Kemal’e karşı olmalarını çok doğal karşılamak gereken kesimi bu yazıdan hariç tutuyorum.

Din ideolojisi taraftarlarından, post-modern partizanlara uzanan yelpazeyi kastettim.

Onlarla mevcut çelişki daha felsefi boyuttadır ve de şimdilik konumuza girmiyor.

***

FAKAT, bu satırlar yazarı da dahil, yukarıdaki "aydınlanma"nın ve "modernite"nin çocuğu olan; üstelik, haram ekmek yemedikleri için tabii ki Mustafa Kemal’i de sahiplenen diğer bir kesim daha var ki, kendilerine "Kemalist" ve "Atatürkçü" diyenlerin empoze etmeye kalkıştığı ve kıymeti kendinden menkûl bir "aydınlanma düşüncesi"yle uzlaşmıyor.

Teorisiyle de, pratiğiyle de uzlaşmıyoruz! Uzlaşmayacağız da!

Zira uzlaşmak, aynı "aydınlanma düşüncesi"ne ve aynı Büyük Kemal’e ihanet olur!

Çünkü, o "Kemalistler" ve "Atatürkçüler" - ki, bugün "ulusalcı" etiketi kullanıyor ve "statüko zaptiyesi" olarak sahneye çıkıyorlar - hem söz konusu evrensel düşünceyi, hem de bir iláha dönüştürdükleri Mustafa Kemal Atatürk’ü baştan sona tahrif ediyorlar.

***

EVET, henüz bir "Mustafa" filmini dahi kaldıramayacak ölçüde "kemale ermemiş" olan ve üstelik, dehşet bir totaliter ruhla "çocuklarınızı sinemaya göndermeyin" çağrısı bile yapabilen bu hazin ve pejmürde zevát her şeyden önce, yukarıdaki "iláh"ı, "put"u, "totem"i yaratmakla, "aydınlama düşüncesi"nin en can alıcı noktasına en baştan tecavüz ediyor.

Zira "aydınlanma" en önce, düşüncenin laikleşmesi; yani "lá-dinileşmesi" demektir!

"Mukaddes"in sorgulanması ve "iláhi"nin dünyevileşmesiyle başlar. Bu, abecedir!

Oysa, dogmaları, tabuları, ibadetleri; artı, "gülmeye vakit bulamayan" (!) heykelleri yahut "gökte oluşan bulut sergileri"yle bir "seküler din" üreten "Kemalistler" aslında "aydınlanma"nın değil, aksine, onun öncesinin zihin şemasından medet umuyororlar.

"Dünyevi"yi "semávi" kılarak, tabir caizse, bir "laik klise" teokrasisi dayatıyorlar.

Ve de tabii, bütün kliseler gibi, "aydınlanma düşüncesi"ni ve Kemal Atatürk’ü baş tácı etmelerine rağmen yukarıdaki "diniliği" asla kabullenmeyen hür fikirli insanları, kara Katolik Vatikan’a taş çıkartacak biçimde "sapkın" (!) ilán ediyorlar. Afaroza yelteniyorlar.

Yetmiş yıl sonra dahi hálá "kemale ermemiş" olan ve "Kemalist" veya "Atatürkçü" etiketine sığınan zevátın "aydınlanma düşüncesiyle" nasıl zıtlaştığını yarın da işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Herkesin kendi pastırma yazı var

9 Kasım 2008
Evet kuşku yok, pastırma yazı denilen o ara mevsimi yaşıyoruz. Kabul, genç kadınlar artık yaz erotikalarıyla giyinmiyorlar ve pedikürlü ayaklarını açık sandallarda teşhir etmiyorlar ama, yine de kış, hatta güz zırhlarını bile kuşanmadılar. Zaten ben de, Boğaz’ın ilk sislerinden inen ilk akşam serinliğine rağmen, güvertede tek bir gömlekle oturuyorum. Farkında mısınız, havalar çok müláyim bir seyir izliyor. Ilık mı ılık gidiyor. Haniyse kasımın ortasına geldik, fakat daha ne sobaya, ne de kalorifere siftah ettik.

Oysa hatırlayın, geçen sene tam bu vakitler her ikisini de fayrap çalıştırıyorduk.

Halbuki bu yıl, iki gün düşen tufan yağmurlarından sonra suhunet tekrar yükseldi.

Dımdızlak kalmak ne kelime, ağaçlar da sonbahar renklerine henüz tam bürünmediler.

Kabul, genç kadınlar artık yaz erotikalarıyla giyinmiyorlar ve pedikürlü ayaklarını açık sandallarda teşhir etmiyorlar ama, yine de kış, hatta güz zırhlarını bile kuşanmadılar.

Nitekim, bazen vapurla geçerken, mendirek açıklarında palamuta ve çinekopa olta atan káh amatör, káh profesyonel balıkçılara bakıyorum da, sırtlarına denizci gocuğu geçirmek ihtiyacını dahi hissetmiyorlar.

Zaten ben de, Boğaz’ın ilk sislerinden inen ilk akşam serinliğine rağmen, güvertede tek bir gömlekle oturuyorum.

Evet kuşku yok, "pastırma yazı" denilen o ara mevsimi yaşıyoruz.

AMERİKA’DA KIZILDERİLİ YAZI

Deyimi kullandım ama, dile nasıl girmiş olduğunu bilmiyorum.

Muhtemeldir ki, aslında soğuklarda birlikte yenilmeye başlanan pastırmanın artık taam ediliyor olmasına rağmen, havaların hálá yazı andırır biçimde sürmesine atfen söylenmiştir.

Fakat belki de yanılıyorum ve bununla hiç ilgisi yoktur. Ama her halükarda eminim ki, New York Yahudilerinin "pastrami"si dahil "pastırma" sözcüğü "bastırma"dan türediğine ve háttá, haddini bilmez bir Yunanlı aşüfte kendi mutfağının bizim "ilkel mutfağımızdan" (!) inmediğini ispatlamak için yemek tarifi kitabına "Orta Asyalı Türkler at eğerinde taşıdıkları sığır döşünden başka yiyecek bilmezlerdi" diye özsöz yazdığına göre, ifade yüzde yüz Türkçedir.

Neyse, bunlar o kadar önemli değil, çünkü diğer bazı kültürlerde de bizim "pastırma yazı" deyimine tekábül eden anlatımlar var.

Örneğin, Kanadalılar dahil Kuzey Amerikalılar; özellikle de Kuzeydoğu bölgesi sakinleri, aynı ara mevsimi tanımlamak için "Kızılderili yazı" ifadesini kullanırlar.

Aniden bastıran ilk donlardan sonra havaların tekrardan açması ve göl ve nehir boylarındaki ağaçların sarıdan turuncuya çalan tonlara boyanmasıyla gelen ılıman sezon oralarda, Yeni Dünya’nın eski sahipleriyle adlandırılır.

Hatta, Fransız şantör Joe Dassin’in de aynı ismi taşıyan ve kulak tırmalayan bir şarkısı vardır ki, ifadenin Yaşlı Kıta’da da popülerleşmesi bu ucuz ritimlerden sonra gerçekleşmiştir.

Ama deyimin tam kökeni yine meçhuldür.

Kimine göre, Kızılderililerin son hasatı topladığı dönemden kaynaklanır.

Kimine göre de, aynı Kızılderili kabilelerinin yayılmacı beyazlara karşı giriştiği direniş muharebelerine, gelecek ilkbahara kadar ara vermesine uzanır.

İSKANDİNAVYA’DA AZİZLER YAZI

Sonra, aynı ara mevsime İskandinavya’da "Azizler yazı", İngiltere’de "Aziz Luka yazı", Fransa da ise "Aziz Martin yazı" denir.

Çok sonraları Hıristiyanlaşmış olsalar bile de, bana göre, bunların içinde en doğrusu ve en rasyoneli Viking torunlarının kullandığı deyimdir.

Çünkü, söz konusu ara mevsim genel olarak ekim sonu - kasım başı günlerine denk geldiğine ve 1 Kasım da İsevi takvimde bütün azizlerin ortak yortusu olarak kutlandığına göre, Kuzey adamlarının buna atfen bir tanımlama yapması son derece makuldur.

Üç aşağı - beş yukarı, söz konusu makûliyeti İngilizler için de kabul edebiliriz.

Zira, aynı takvime göre, bu defa da 18 Ekim tarihi Aziz Luka yortusuna denk gelir. Ancak, Fransızların "Aziz Martin yazı" eski mi eski bir Ortaçağ efsanesine uzanır ki, gerçekliği çok su götürür.

Rivayete göre, Tours şehri bölgesinde pek muhterem bir piskopos yaşarmış da; Martin adındaki bu ruhban vefat edince yöre sakinleri naaşını paylaşamamış da; nihayetinde, aynı kent ahalisi gece vakti kadavrayı kaçırıp, iláhiler söyleyerek cenazeyi Loire Nehri üzerinden kendi sitelerine götürürken, suların kısmen donmuş olmasına rağmen ırmak boyundaki bütün ağaçlar aniden çiçek açmış da, işte o vakitten beri "Aziz Martin yazı" deyimi lûgate girmiş.

Din mitolojileri pek tartışmaya gelmez, dolayısıyla yorumunu size bırakıyorum.

Artı, kim bilir, herhalde başka kültürlerde, başka uygarlıklarda ve başka dillerde aynı ara mevsimi adlandıran ne kadar çok ifade tarzı vardır.

GÜNEŞİN SON GÜLÜCÜKLERİ

"Ara mevsim", fakat işte ben de bu tanımlamayı sevmiyorum ya!

Çünkü, güneşin son gülücükleri ve havaların nihai ısılarıyla kendimizi kandırmaya çalışıyoruz ama, aslında bal gibi biliyoruz ki, adı üstünde, eninde sonunda bu, bir "ara mevsim"dir.

Hem güzün eli kulağındadır, hem de gerisi kıştır.

Evet evet, soğuk, merhametsiz ve meymenetsiz kıştır! Dolayısıyla, bu çok kalleş ve çok kaypak "ara mevsim" ifadesini kullanmamak için; üstelik, hálá cömertçe "yaz" kelimesine yer verdiklerinden, tabii ki "pastırma yazı"; tabii ki "Kızılderili yazı"; tabii ki "Azizler yazı"; hatta tabii ki "Aziz Martin yazı" deyimlerini tercih ediyorum.

Ve çok sevmeme rağmen de, kış iyicene inmeden pastırma yemeyi reddediyorum.
Yazının Devamını Oku

Ulusalcılar neden Obama karşıtı

8 Kasım 2008
KAMUOYU taramasına falan gerek yok çünkü durum apaçık ortada ki, hemen tüm dünya halkları gibi Türkiye halkı da Barack Obama’nın başkan seçilmesine umutla bakıyor. Dönüşüm yaşandığı konusunda ortak kanı hüküm sürüyor. Belirli bir kredi açılıyor.

Fakat, bunun de bir ancağı var!

* * *

O "ancak" da şu ki, bir tek bizim "ulusalcılar" hiç mi hiç hoşnut gözükmüyorlar.

Ya, dobra dobra ve bodoslamadan karşı çıkmayı göze alamadıkları için, "dereyi görmeden paçayı sıvamayalım" gibisinden beylik laflarla kem küm ediyorlar. Geveliyorlar.

Yahut da yaradana sığınıp ve üstelik Demokles kılıcıyla tehdit edip, yeni Başkan’ın Türkiye açısından ne kadar "kötü" bir akibet oluşturacağı konusunda inciler döktürüyorlar.

1915 Ermeni soykırımını tanıyacakmış da; Kıbrıs’ta Rumları destekleyecekmiş de; Irak’ta Kürt devleti kurduracakmış da; Ankara’yı İsrail rotasına sokacakmış da, falan filan?

Tabii bu arada, bütün hinlikleriyle bel altından vurmayı da ihmal etmiyorlar.

Meğer, adaylıktan bile önce ülkemiz özgürlükçülerinin Obama’yı desteklemesi, Soros fonundan beslenen ve dünya sathında tezgáhlanan bir neo-liberal komplonun parçasıymış.

"Satılmış" (!) bizler böylelikle kamuoyu oluşturmuşuz ve ruhi ortam hazırlamışız.

Ne diyeyim, Allah "ulusalcılar"a tez zamanda akıl fikir ihsan eylesin ve de amin!

* * *

ABD dış siyasetinin stratejik boyutuna giren ve seçim vaatleriyle iktidar "realpolitik"leri arasındaki derin farktan bihaber o "ulusalcılar"ın hem cehalet, hem de demagojisinden kaynaklanan, Türkiye’ye ilişkin "feláket senaryoları"na (!) teker teker değinecek değilim.

Değmez! Her konu güncelleştiğinde, bunların ipliğini ayrı ayrı pazara çıkartacağım.

Öte yandan, "ketenpereye gelen" (!) ülkemiz özgürlükçülerinin Obama’yı "çıkar için" desteklediği iftirasını hiç kále almayacağım, yoksa onların seviyesine düşmüş olurum.

Beni esas olarak şu nokta ilgilendiriyor.

* * *

HATIRLAYIN, ondokuz yıl önce bugün "Duvar" yıkılıp komünizm çöktüğünde yine hemen bütün dünya düğün bayram yapıyordu ki, bir tek bizim "statüko zaptiyeleri", "eyvah, stratejik değerimiz azalacak" diye iki gözü iki çeşme ağlaşmaya başladılar.

Ağıtlar düzdüler ve nasıl yeni çıbanbaşı çıkar da eskiye döneriz diye sayfalar yazdılar.

Sonra, 1993 senesi geldi ve Clinton öncülüğünde gerçekleşen Ortadoğu temaslarında İsrail ve Filistin anlaşmaya varır gibi oldular. O zevat tekrar teláşa düştü. Tekrar panikledi.

Yine "değerimiz azalacak" diye sızlanmaya, azarlamaya, homurdanmaya koyuldular.

Söz konusu örnekleri çoğaltabilirim ki hepsi de, şimdi Barack Obama’nın seçilmesi karşısında "ulusalcılar"ın hem yas tutması, hem tehdit etmesi gibi, aynı kapıya çıkacaktır.

Başka bir deyişle, ne zaman ki insanlığın önemli bir bölümünü sevindiren ve ona umut şırıngalayan gelişmeler olmaktadır, bizimkiler bunun tam tersine, matemlere bürünmektedir.

* * *

İTİRAF edelim ki, burada çok derin ve çok vahim bir ruhi sorunla karşı karşıyayız.

Hastamız "emsál" bir klinik vakka oluşturuyor. Derin bilinçaltını belirleyen esas travma da "biz bize benzeriz" ve "Türkün Türkten başka dostu yoktur" arázında yatıyor.

Yani, bir ideoloji olarak "ulusalcılık", bir mekanizma olarak da "statüko zaptiyeliği" tek şansını ancak, "öteki"nin felaketleri karşısında "aradan sıyırtabilmek" fırsatında arıyor.

Artı, küskün olduğu dünyanın gidişatıyla zıtlaştığı içindir ki, hem o "öteki"yle birlikte sevinmek gibi en doğal insani fıtrattan mahrum yaşıyor, hem de sevinenlerden nefret ediyor.

Oysa, geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye, artık Türkiye halkı da büyük çoğunluk olarak, tıpkı diğer dünya halkları gibi, Obama’nın lider seçilmesinden ortak sevinç duyuyor.
Yazının Devamını Oku

ABD’nin yeri (III)

6 Kasım 2008
ŞÜPHESİZ ki bugünkü ABD, dün rizikosuna değindiğim ve dünyadan tecrit olmayı seçerek kendi içine kapanmış, "izolasyonist" bir Birleşik Devletler manzarası yansıtmıyor. Aksine, selef Bush, önceki gece Beyaz Saray’a kırk dördüncü kiracı olarak gelen halef Barack Obama’ya, gırtlağına kadar o dünya işlerine batmış bir "ultra süper güç" bıraktı. Daha doğrusu, bırakıyor. Zira yeni Washington lideri başkanlık görevini 20 Ocak tarihinden itibaren üstlenecek. Bu önemli nüansa mim koyalım, aşağıda tekrar değineceğim.

* * *

KUŞKU yok, böylesine töhmetli bir miras devralan siyahi önderin ABD’yi "terhis etmesi"; yani onun yerküre sathındaki angajmanlarına derhal son vermesi mümkün değildir.

İsterse en ateşli "izolasyonizm şampiyonu" olsun, maddeten mümkün değildir.

Nitekim de, Obama bunun bilincinde olduğu içindir ki, Irak maceraperestliğine karşı çıkmasına rağmen seçim kampanyası sırasında konuyu işlerken daima, Amerikan askerlerinin bu ülkeyi ancak on altı ay gibi "makûl bir süre" ertesinde terk edeceğini açıkladı. Afganistan’a ise zaten böyle bir niyet taşımıyor.

Yeni Beyaz Saray lideri baştan beri, "El Kaide" ve fasilesinden teröristlere karşı "saha mücadelesi"ni sürdürmeye kararlı olduğunu söyledi ve söylüyor.

Artı, Avrupalıların da "ellerini hamura bulamasını" istemeye kararlı gözüküyor.

Dolayısıyla da, zenci önderi desteklemelerine rağmen bu talebin o Avrupalılarla bir "irkilme" yaratması ve "beklentilere gölge düşüren" ilk nokta olması ihtimali yükseliyor.

* * *

ÖTE yandan, Obama’nın Rus yayılmacılığına göz yumacağı ve Putin - Medvedev ikilisinin aba altından sopa gösteren tehditleri önünde yelken mayna edeceği de düşünülemez.

Böylesine bir çizgi "tecritçilik"ten başlayarak, giderek teslimiyetçiliğe dönüşür.

O halde, yine çok muhtemeldir ki, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği tekrar gündeme geldiğinde bu sorun, böyle bir perspektife serin yaklaşan Batı Avrupa başkentleriyle Barack Obama’lı bir Washington arasındaki ikinci "pürüz noktası"nı oluşturacaktır.

Başka bir deyişle, siyahi senatörün Beyaz Saray’a yerleşmesiyle birlikte ABD, yerküre için çok rizikolu olan o geleneksel "izolasyonizm" siyasetlerine dönmeyecektir. Yeni Dünya’yla Yaşlı Kıta arasındaki çalkantılı ilişkiler de sütliman olmayacaktır.

Dolayısıyla, Beyaz Saray’daki değişimle gelecek esas olumlu nokta, Bush gibi "tek tabanca" davranmayacak yeni Başkan’ın hem dünyayı daha çok "kále alacak"; hem de çevre ve ekonomi gibi konularda daha duyarlı tutum takınacak olmasında odaklanacaktır.

* * *

DİĞER taraftan, gündemden düşmüş gibi görünüyor olsa dahi İran sorunu askıdadır.

Barack Obama’nın bu denkleme ilişkin yaklaşımı ise henüz muğlaktır.

Oysa, aynı İran sorunu "W" rumuzlu George Bush da bir saplantıya dönüşmüştür.

Ve, o Bush’un giderayak bir "azizlik" (!) yapması ihtimali hálá mevcuttur.

Şöyle ki, yukarıda belirttiğim gibi, yeni Başkan göreve resmen 20 Ocak tarihinden itibaren başlayacaktır. İki buçuk ay süreyle fiili bir "iktidar boşluğu" yaşanacaktır.

İşte bu kritik dönemde de, ABD’nin İsrail’le birlikte veya Bush’tan zımni destek almış o İsrail’in tek başına, Farsi nükleer tesislere karşı harekáta girişmesi ihtimali yabana atılamaz.

Çünkü, ne Tel Aviv görünür gelecekte daha "uygun" bir zamanlama; ne de Cumhuriyetçi "şahinler" başka bir "mollaların hesabını görmek" fırsatı yakalayabilirler.

Umalım ki yukarıdaki felaket senaryosu gerçekleşmesin ve "gırtlağına kadar batmış" bir "ultra süper güç" bırakan Teksaslı kovboy bir de tam giderayak, ABD tarihinde bir dönüm noktası oluşturan ve zaten kara tenli olan halefinin bu kez de ufkunu karartmasın.
Yazının Devamını Oku

ABD’nin yeri (II)

5 Kasım 2008
DÜN dediğim gibi, "ultra süper güç" tahtına kurulmuş ve dolayısıyla da dünya sathında "tek tabanca" hükümranlık sağlamış bir ABD, insanlık için tabii ki hayırlı değildir! Ancak, bunun tersi de hayırlı değildir!

Yani, o dünyadan elini eteğini çekmiş ve kendisini iki okyanus arasına sınırlamış bir Birleşik Amerika, o insanlık için en az yukarıdaki kadar tehlikelidir.

Peki, böyle bir tehlike gerçekten de var mıdır?

***

MÜNECCİMBAŞI değiliz ve illá "vardır" türünden mutlak bir yanıt veremeyiz.

Fakat, "yoktur" diye de kestirip atamayız.

Uluslararası politika tahlillerinde, rizikoları görmezden gelmek lüksüne sahip değiliz.

Kaldı ki, "izolasyonizm" denilen ve ABD’nin yerküreden mümkün mertebe tecrit yaşamasını isteyen akım, hiç de hayali ve afaki bir tehlike değildir!

Aksine, táa ilk kuruluştan itibaren, Birleşik Devletler’in hamuru bununla yoğurmuştur.

***

ÖYLE, zira İspanya’yı dizginlemek amacıyla hazırlanan "Monroe doktrini"nin Latin Amerika’yı sonradan "arka bahçe"ye dönüştürmesini hariç tutalım ve önce şunu saptayalım:

Yukarıdaki "izolasyonist" eğilim hem ricál, hem de bilhassa kamuoyu nezdinde kesin hakimiyet kurmuştur. Bu, Yeni Dünya’nın mayasında mevcuttur. Genetik formülüne yazılıdır.

Nitekim, 1. Harp ertesinde dünyaya çeki düzen vermeyi hedefleyen ve o zamanki başkanın adını taşıyan "Wilson prensipleri"ne rağmen, senatonun "tecritçi" muhalefetinden dolayıdır ki, bizzat öncüsü olduğu halde, Washington Cemiyet-i Akvam’a dahi katılmamıştır.

Pasifist dalgayla boğuşan diğer başkan Franklin D. Roosevelt ise ülkesinin 2. Savaş başlangıcında müttefiklere yardım etmesini sağlayabilmek için akla karayı seçmiştir.

Zaten de, ABD’nin fiili hasım olması Pearl Harbour’daki Japon baskınına uzanır.

***

ÖTE yandan, daha sonra kendisiyle özdeşleşecek bile olsa, "Amerikan ideolojisi"nin lûgatinde, "İhtiyar Dünya"yla bütünleştirdiği bir "emperyalizm" sözcüğü yoktur.

Nitekim, gerek yukarıdaki Roosevelt, gerekse halefi Truman, aynı 2. Savaş boyunca gerçekleşen bütün diplomatik temaslarda hem kolonilerin bağımsızlığını savunmuşlardır, hem de Churcill’in "İngiliz emperyalizmini hortlatmak" siyasetiyle mücadele etmişlerdir.

Artı, söz konusu Savaş nihayetinde "boy"ların yarısı terhis edilmişken ve ABD halkı geri kalanlarının da derhal eve dönmesini isterken, o Truman’ın kendi adıyla anılan doktrini hazırlayarak ABD’nin Yaşlı Kıta’ya yerleşmesine zemin yaratması, Türk boğazları üzerindeki talebi dahil, obur Stalin’in Doğu ve Merkezi Avrupa’yı "yutmasından" kaynaklanmıştır.

Buna tamamen paralel bir gelişme de, SSCB ve Kızıl Çin destekli Kuzey Kore’nin Güney’e saldırmasıyla birlikte Asya’da yaşanmıştır. Vietnam onun doğal uzantısıdır.

Başka bir deyişle, tarihi perspektiften baktığımızda, kuruluştan beri hep içe kapanmak içgüdüsü ağır basan "izolasyonist" bir ABD’nin "dünyaya açılması" ve bugünkü "ultra süper güç"e dönüşmesi, büyük ölçüde metazori ve kendi iradesine rağmen gerçekleşmiştir.

***

İŞTE, "derin Amerika"nın derin bilinçaltını belirleyen ve asla gündemden düşmemiş olan bu "tecritçi" eğilim ve arzunun "hortlaması" rizikosu bugün hala mevcuttur.

Hele hele, Irak macerasıyla birlikte dünyaya damga vuran "istenmeyen Amerikalı" imajının kamuoyunda yarattığı travmalar göz önüne alındığı takdirde, haydi haydi mevcuttur.

Vietnam ertesindeki Carter, háttá Clinton dönemlerinde bile aynı olgu öne çıkmıştır.

Obama’lı ABD’nin yukarıdaki rizikoyu nasıl yönlendirebileceği ve her halükarda da, dünyanın ne dozajda müdahil bir Amerika’ya ihtiyaç duyduğu konusunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

ABD’nin yeri (I)

4 Kasım 2008
ŞÜPHE yok, rakipsiz bir "ultra süper güç" konumuna ulaştığı için "tek tabanca" davranan ve bunu devlet politikasına dönüştüren bir Washington, dünya için hayırlı değildir. Nitekim, en azından son sekiz yıldır yaşanan süreç bunun somut ispatını sundu.

Dizginleyici olmadığı içindir ki, meydanı boş bulan ve yangına körükle giden Bush’un maceraperest politikaları, ABD’yle insanlığın geri kalan kısmı arasındaki çelişkileri kızıştırdı.

Atlantik’in batı ve Pasifik’in doğu yakaları, okyanusların diğer kıyılardan tecrit oldu.

O halde evet, aynı ABD’yi tabii ki "frenlemek" gerekiyor.

Ama bunun "dış dinamikler" sayesinde gerçekleşmesi uzak bir ihtimali oluşturuyor.

* * *

ÖYLE, zira en önce, başta Gürcistan’ın kısmi işgali olmak üzere, son dönemdeki tüm "efelenmesi"ne rağmen, Putin’li Moskova aslında son derece kaygan bir zeminde bulunuyor.

Rusya’nın ayakları alçıdandır ve hantal cüssesini taşıyamayacak ölçüde koftur.

Nitekim, yaşanmakta olan iktisadi krizin en çok aynı Rusya’yı etkilemesi ve petrol fiyatlarındaki düşüşle birlikte de bu etkinin giderek pekişecek olması, bizim "ulusalcılar" tarafından kurulan rüyanın bir rüya olarak kalmaya mahkum olduğunu tekrar ortaya koyuyor.

1989 öncesindeki "iki süper güç" dengesine dönülmesi ve Kremlin’in ABD’yi dişe dokunur biçimde "dizginlemesi", görünür gelecekte gerçekleşebilecek bir alternatif değildir.

* * *

AYNI durum Çin (ÇHC) için de geçerlidir. Kuşkusuz, Pekin’le ABD arasında kısmi çelişkiler mevcuttur ve Sarı Álem’in siyasi - iktisadi yükselişine paralel olarak da derinleşecektir.

Ama, yine görünür gelecekte, ÇHC Washington’na ciddi bir "süngülü rakip" olamaz.

Tayvan sorunu beklenmedik bir şekilde alevlenmediği müddetçe, zaten fazla önemli bir askeri güçle donanmayan o ÇHC’nin o ABD’yle "zıtlaşması" gündemde değildir.

Artı, zaten pragmatik politikalar uygulayan ve ufkunu Kaliforniya eksenli bir Pasifik havzasına dönen aynı Çin, Birleşik Devletler’le hayati bir "göbek bağı"yla eklemlenmiştir.

Amerikan kamu borcu onun tarafından finanse edilmektedir ve Pekin’in Washington’u "batıracak" ölçüde bir "frenlemeye" gitmesi, maddenin tabiatına aykırı bir gelişme olur.

* * *

ÖTE yandan, Rusya ve Çin bile önemli ölçüde devre dışı kaldıktan sonra, istedikleri kadar ön planda yer almak istesinler, ne AB, ne Hindistan, ne İran, ne Pakistan, ne de Brezilya belirleyici bir "dış dinamik" olarak "ultra süper güç" ABD’yi "dizginleyebilirler".

Bunlar ancak zamanda ve mekánda sınırlı kısmi engel oluşturabilirler.

O halde, nasıl olacak da Birleşik Amerika "hale yola" getirilebilecek?

Uluslararası konjonktür yukarıdaki gibi şekillendiğine ve daha bir süre aynı kalacağına göre, insanlık ilebet, "tek tabanca" bir ABD hükümranlığı altında mı yaşayacak?

Hayır!

* * *

HAYIR, çünkü "ultra süper güç"ün jeo-stratejik konum ve hesaplarını ne denli az etkilerse etkilesin, yukarıdaki "dış dinamikler" bir de "ahlaki" ve "manevi" boyut içeriyor.

Ve bu boyut da bizzat Birleşik Devletler bünyesinde bir "iç dinamik"e dönüşüyor.

Şöyle ki, nasıl Vietnam savaşında ABD’ye duyulan tepki aslında çok "moralist" olan Amerikan kamuoyunda kendini sorgulamak refleksi yaratmıştı, şimdi de aynısı tekrarlanıyor.

Irak işgaliyle gelen yalnızlaşma ve buna "düştüğü yeri yakan ateş"in de eklenmesi, söz konusu kamuoyundanki sorgulamayı artık gerçek bir "değişim" arzusuyla bütünleştiriyor.

Zaten de, yukarıdaki "iç dinamikler"in o "değişim" rüzgarını yakaladığı içindir ki, Barack Obama bugün gerçekleşecek seçimler arifesinde yüksek farkla favori gözüküyor.

Yeni Amerika’nın yeni dünyadaki muhtemel yerini yarın da işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Kitaplar filmi

2 Kasım 2008
Allah gani gani rahmet eylesin, aziz biraderler mektebinden atıldıktan sonra, oradaki edebiyat hocam Sabri Altınel’i bir gün evinde ziyarete gitmiştim. Henüz on sekiz yaşındaydım, başımda kavak yelleri esiyordu ve kısa metrajlı militan filmlerden başlamak üzere, sinema yönetmeni olmak hayali kuruyorum.

Sabri Bey bunu duyunca, onun da hanidir kafasında kurduğu bir senaryoyu söyledi:

Geri planda fakir Üsküdar’ın ahşap evleri gözükecek ve pejmürde eşyalarla dolu bir atlı arabanın arkasından giden yaşlı bir adam, tekerlekler arnavutkaldırımı taşlarda sarsıldıkça ha bire düşen o eşyaları toplayarak yeniden arabaya koymaya çalışacak.

Hepsi bu kadar!

Edebiyatçı ve şair öğretmenimin bu senaryo projesini son zamanlarda öylesine çok hatırladım ki!

Hayır, tabii ki atlı arabayla taşınmadım.

Koca kamyon asfalt yolda kaydı ve eşyalarımı bir yerden öteki yere getiriverdi.

Eşyalarımı diyorum ama, aslında siz bunu sırf kitaplarım olarak anlayın.

İşte, af buyurun, her biri eşek ölüsü kadar ağır kitap balyaları yeni çalışma odamı dolduruverdi.

Ne olur ne olmaz, taban belki çökebilir kaygısıyla da hepsini ortaya istifletmedim.

Balyaları, daha önce tavana kadar monte ettiğim ve konulara göre üzerlerine etiket yapıştırdığım kütüphanelerin önüne, bu defa onların üzerindeki konulara göre dağıttım.

Biliyorum, bunları yerleştirmesi eziyetli olacak ama, eh, hiç olmazsa tedbirli davrandım ya!

Bir; son derece ayrıntılı şemalar çıkarttım ve eski kütüphanedeki kitapların yenisinde nereye geleceklerini milimetrik biçimde hesapladım.

İki; bununla da yetinmedim ve her kütüphaneyi ve her rafı teker teker, yakın plandan fotoğrafladım.

Normal olarak, birkaç istisna hariç büyük sorun çıkmaması gerekiyor.

Evet normal olarak, çünkü işin "anormal" yanını hiç düşünmemiştim.

Nitekim, balyalardan bir tanesini açtım, iki tanesini açtım, üç tanesini açtım.

Ve, derhal kapattım!

Bir tanesini de, iki tanesini de, üç tanesini de alelacele kapattım.

Bir daha da galiba hiç açamayacağımı düşündüm. Öyle, çünkü üzerinde "felsefe" yazılı kutuya hücum ediyorum, tamam, belki üç beş tane Spinoza veya Kant kitabı çıkıyor.

Fakat sonra, aniden, Karabekir’in "Kurtuluş Savaşımız"ı beliriyor.

Ardından da Mahmud Kemal İnal’ın "Son Sadrazamlar"ında ikinci cilt beliriyor.

Ya da, üzerine "çizgi roman" ibaresi düşülmüş balyayı açıyorum, haydaa, karşımda "Maltalı Kortes"in maceraları ve "Patavatsız Gaston" koleksiyonu değil, Andre Fontaine’nin "Soğuk Savaş Tarihi" ve Ahmet Muhip Dranas’ın "Seçme Eserleri" peydahlanıyor.

Delireceğim, ne alákası var ve olabilir?

Latince, Fransızca sözlükle, Amerikan efsaneler albumü arasında nasıl bir ilinti kurulabilir?

Daha neler, her halde Çiçero’nun ateşli nutuklarıyla "Studebaker" kamyonetlerin nikelajını birbirine karıştıran ben değilim.

O ben ki, geçen pazar sözünü ettiğim gibi düzen bab’ında zaten bir "manili adam"ım, iş kitaplarıma ve kütüphanelerime geldiği takdirde hepten "manyak"ım.

Konulara; konuların içinde de, durumuna göre, káh kronolojik, káh alfabetik sıraya göre tasnif edilmiş olan binlerce ve binlerce kitabım nasıl böylesine bir kaosa sürüklenebilir?

İYİ NİYETLİ TAŞIYICILAR

Anladım.

Kızımın ve refakatçimin "üzülme, bir yolunu bulur ve eskisi gibi yerleştiririz" diye beni teskin etmeye çalışmasına rağmen ayaklarımı balyalara dayamış biçimde iki gözüm iki çeşme ağlarken, aniden, kütüphanemin niçin bu duruma düştüğünü anladım.

Sağolsunlar, iyi niyetli taşıyıcılar, her bir rafı ayrı ayrı balyalara yerleştirecekken, fazla hacim tutmasın da çok para ödemeyeyim diye, boş kalan yerleri diğer raflardaki kitaplarla doldurmuşlar.

Ve dolayısıyla da, işte ortaya, İngiltere’deki bilmem ne hanımın yazdığı "Kral Charles Cinsi Köpekleri Terbiyeli Eğitim Kılavuzu"yla, Avusturya’daki bilmem kim psikanalistin yazdığı "Rüyalardaki Bilinçaltı Simgeleri Yorumlama Kılavuzu"nun aynı balyada bulunduğu, hilkat garibesi bir kütüphane düzeni çıkmış.

Balyaları olduğu gibi boşaltım ve kitapları aynen çıktıkları gibi, kütüphaneye gelişigüzel yerleştirdim.

Haftalar var ki, öyle duruyorlar. Elim, bir nebzecik düzeltmeye dahi varmıyor.

Ve düşünüyorum ki, eğer Sabri Altınel Hocamın kısa metraj senaryosundaki gibi olsaydı, arnavutkaldırımında sarsılan atlı arabadan düşecek kitapları teker teker toplarken, hiç olmazsa bunları kronolojik ve alfabetik sıraya göre tekrar yerine koyardım.
Yazının Devamını Oku