1 Kasım 2008
BARACK Hussein Obama başkan seçilecek mi? Hem bireysel tahminlere, hem de bilimsel kamuoyu taramalarına göre öyle gözüküyor.
Nitekim, dünkü "New York Times" gazetesinde yayınlanan son sondaj da Demokrat Parti adayının Cumhuriyetçi rakibi McCain’den on iki puan önde olduğunu haber veriyordu.
Eh, az buz bir fark değil ve bu takdirde, Birleşik Devletler’in tarihte ilk kez bir siyahi önder tarafından yönetileceğinin "çantada keklik" olduğunu söylemek fazla abartılı kaçmaz.
* * *
NE mutlu, çünkü tabii ki ben de bütün kalbimle bunu temenni ediyorum.
Ancak, sondajların zıddı sonuç vermiş Nixon - Kennedy çekişmesinden beri ağzım sütten yandığı ve "ortalama Amerikalı"nın son anda ne yapacağı konusunda tereddütlerim olduğu için, yoğurdu üfleyerek yemeyi ve ihtiyatı elden bırakmamayı yeğliyorum.
Fakat madem şu anki gidişat yukarıdaki gibi şekilleniyor, o halde, Obama’nın kırk dördüncü ABD lideri seçilmesi durumunda, Illinois eyaleti senatörünün neler yapabileceği ve bilhassa da, neler yapamayacağı hakkında tahminler yürütmemizde bir mahzur bulunmuyor.
* * *
BURADA en önce şunu vurgulayalım ki, Beyaz Saray’a yeni kiracı olarak yerleştiği takdirde, Barack Obama dört yıllık iktidarına çok ciddi bir handikapla başlayacaktır.
Bu handikap da kendisinden kaynaklanmamaktadır.
Aksine, diğerlerinin beklentisinden kaynaklanmaktadır.
Başka bir deyişle, zenci liderin önüne çıkacak esas engeli, gerek Amerikan, gerek dünya halklarının çıtayı çok yukarılara çekmiş olması oluşturmaktadır.
* * *
ŞÖYLE ki, sekiz yıldan beri "W" rumuzlu George Bush’tan yaka silken o halklar, sanki elinde sihirli bir değnek varmışmış gibi, Obama’ya gereğinden fazla ümit bağlıyorlar.
Oysa onun böyle bir değneği yok ve olmayacak!
Çünkü en önce, hem iç bünyedeki iktisadi krizde, hem de dış politikadaki çıkmazda, halef ister istemez selefin "pisliklerini temizlemek" (!) zorunda kalacak.
Bu "temizleme operasyonu" ise zaman alacak ve bir çırpıda gerçekleşmeyecek.
Üstelik, devlet politikalarındaki devamlılık gereği, en azından ilk dönemde, arzulasa dahi, Barack Obama’lı Demokrat yönetim öyle geniş bir manevra marjı sahip olmayacak.
* * *
NİTEKİM seçim kampanyası sırasındaki vaade rağmen, Guantanamo zindanını kapatsa bile, Obama iktidarının Irak’tan derhal çekileceğini düşünmek hayalcilik olur.
Bir - bir buçuk yıl iyimser bir süredir ve ay hesabı yapmanın alemi yoktur.
Öte yandan, Afganistan’a ilişkin siyaseti de üç aşağı - beş yukarı aynen sürdürecektir. Artı, yine kampanyada belirttiği gibi, Avrupalıların da artık burada aktif olmasını isteyecektir.
Tekrar artı, şüphesiz, "tek tabanca" Bush yönetiminden farklı olarak o Avrupa’yla daha eşgüdümlü bir politika üretmeye çalışacaktır ama, Yaşlı Kıta devletlerinden önemli bölümünün iradesi hilafına, NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’la genişlemesi ve Rusya’nın "dizginlenmesi" konularında, geleneksel ABD yaklaşımından ciddi bir taviz vermeyecektir.
Ayrıyeten, George W. Bush’un láçkalığıyla gelen iktisadi krizin çabucak aşılması ve yukarıdaki "ortalama Amerikalı"nın kısa vadede "feraha çıkması" söz konusu değildir.
Yapısal karakter arz eden bu ekonomik buhranın kökeni derinlerdedir ve Amerikan bütçe açığının "sıfırlanması" belki de kuşaklara dağılacak bir zaman süresi gerektirmektedir.
Ve işte tüm bunlardan dolayı da, yakın gelecekte hayal kırıklığına uğramamak için gerçekçi davranmak ve Obama’dan beklenti çıtasını daha aşağılara çekmek gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2008
SONDAJ tereddüte mahal bırakmadı. Zaten tahmin edilen olguyu somutlaştırdı. "İnternational Herald Tribune" gazetesinde önceki gün yayınlanan o sondaj ki, buna göre Fransızların yüzde 78’i, Almanların yüzde 72’si, İspanyolların yüzde 68’i, İtalyanların yüzde 66’sı ve İngilizlerin yüzde 48’i, önümüzdeki hafta gerçekleşecek ABD seçimlerinde Demokrat aday Barack Obama’nın kazanmasını istiyormuş.
Fikri olmayanları bir kenara bırakırsak, Cumhuriyetçi rakip John McCain’eden yana tercih yapan Avrupalıların oranı diş kovuğuna kaçmayacak ölçüde kalıyor.
Yani şu kesin ki, Yaşlı Kıta kamuoyu ezici çoğunluk olarak siyahi lideri destekliyor.
Buna karşılık, Bush politikasıyla özdeşleştirdiği Arizona senatöründen hiç hazetmiyor.
* * *
ÖTE yandan, aylar var, aynı Obama Demokrat aday olabilmek için henüz Clinton’la çekiyordu ki, bu defa İslam ülkelerini de kapsayan diğer bir sondaj gerçekleştirilmişti.
Bu da, zenci temsilcinin her yerde "kalpleri şimdiden fethettiğini" ortaya koydu.
Artı, yine söz konusu araştırma, seçilsin veya seçilmesin, o Müslüman devletler dahil, sırf bu adaylığın bile yerküredeki genel ABD imajını iyileştirdiği yönünde sonuç verdi.
İkinci adının "Hüseyin" olmasından tutun da, Irak macerasını noktalamak niyetine, Barack Obama’nın her yerde bir "değişim simgesi" olarak algılandığı kesinlik kazandı.
* * *
O halde, ilk olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz:
Henüz Yeni Dünya değilse bile bütün bir Eski Dünya seçimini çoktan yapmıştır.
Obama hem "ultra süper güç"ün kendisi, hem de onun yöneticilerinin insanlığa bakışı açısından bir umut yansıttığı içindir ki, tıpkı bu satırlar yazarı gibi, aynı insanlığın önemli bir bölümü onu başkan olarak görmek istediğini beyan etmiştir.
Ve, bu, marjinal ve konjonktürel bir gelişme değildir.
* * *
DEĞİLDİR, çünkü, kabul, Demokrat senatör tabii ki "W" rumuzlu George Bush’un tıynetsizlik politikalarına duyulan tepki rüzgarını arkasına almıştır.
Ama aynı zamanda da bizzat yansıttığı imajın meyvalarını toplamaktadır.
"Derin Amerika" ölçeğinden bakıldığı takdirde artıları ve eksileri birbirini eşitleyen zenci aidiyet bir yana, söz konusu imaj ise dün sözünü ettiğim gibi, aslında bir duyarlılık hümanizmasıyla bütünleşen, gerçek anlamdaki "liberal" kimliktir.
Barack Obama, derin eşitsizlikler karşısında vurdumduymaz davranmayan ve her hangi bir "öteki"ne de mümkün mertebe empati ve saygıyla yaklaşmak konusunda fazla yanlış yapmayan, kelimenin esas tanımına uygun bir liberal düşünceyi temsil etmektedir.
O halde tekrar evet, Avrupa’sı, Asya’sı, Afrika’sı ve Latin Amerika’sıyla hemen bütün dünya, esas söz sahibi ABD’den çok önce, Obama’yı şimdiden başkan olarak seçmiştir.
* * *
İMDİİ, durum tüm küre sathında böyleyken, bir yandan "egzantrik" görünebilmek, diğer yandan "ulusalcılar"a yaranabilmek için, Türkiye özgürlükçülerinin de yine ilk andan itibaren siyahi önderi desteklemesini, "ikinci cumhuriyetçi züppelerin yeni Amerikan pazarlaması" (!) diye karalamaya yeltenen küçük ve hazin beyinciklere ne demeli?
Aynı şekilde, o "ulusalcılar"ın "İslami" zemzem suyu sürünmüş diğer bir kesiminin tekrar komplo teorisi uydurup, bu defa da Barack Obama’yı "Müslüman Álem’in ağzına bir parmak bal çalmak" için kasten piyasa çıkartıldığını yumurtlamasına ne buyurmalı?
Allah onları ıslah etsin ama şu kesin ki, Obama için çıta çok yukarıya konuluyor.
Seçilip beklentilere cevap vermemesi durumunda da hızlı bir düşüş rizikosu beliriyor.
Demokrat adaydan ne beklenip, ne beklenemeyeceği konusunu cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2008
"LİBERALİZM" kelimesinin mucidi tabii ki Avrupa’dır. Yaşlı Kıta’nın devása fikir birikiminden ve geniş kültür imbiğinden süzülür.
Ne var ki, aynı "liberalizm" sözcüğü hanidir ve hanidir, orada gerçek anlamını yitirdi.
En azından, ciddi bir dejeneransa uğradı.
* * *
ŞÖYLE ki, "Aydınlanma Çağı"nın çocuğu olan ve felsefi - siyasi özgürlükçülüğü tanımladığı için de ilkin "sol" addedilen bu kavram, tüm Avrupa’da başarısızlıkla sonuçlanan 1848 burjuva devrimlerinden; fakat bilhassa, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kabuk değiştirdi.
Salt serbest piyasa öngören iktisadi tercihler için kullanılır oldu. "Ekonomikleşti"!
Bunda da, aynı Savaş’ı izleyen ve "proletarya diktatörlüğü" adı altında devlet sultası kuran Bolşevik İhtiláli’nin kamulaştırma tasallutuna duyulan tepki önemli rol oynadı.
Dolayısıyla, hem "liberalizm" ve "liberal" sözcükleri sırf iktisatla özdeşleşti, hem de bir anlamda, "sağcılaştı"!
* * *
OYSA, yukarıdaki çok vahim etimolojik yanlış bir yana, liberallerin başıbozuk ve insafsız ekonomi politikalar önermiş olduğu tezi dahi asla doğru değildir!
Bu, bilinçli veya bilinçsiz şekilde yapılan koskoca bir deformasyondur!
Nitekim, o pek meşhur "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" sözünü telaffuz etmiş olan Adam Smith dahil, John Locke’den Stuart Mill’e; háttá çağdaşımız Frederich Hayek’e, belli başlı liberal teorisyenlerin kitaplarını şöyle bir açın.
Hepsi, şartlar zorunlu kıldığında devletin iktisadi hayata müdahil olmasını savunurlar.
Zaten, sosyal demokrasinin hálá ekonomik programını sahiplendiği ve 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş olan John Keynes de İngiliz Liberal Partisi’ne üye değil miydi?
* * *
O halde şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, tamamlayıcılıklarına rağmen, liberal fikriyat serbest iktisattan önce serbest düşünceyi ön plana koyar. Birincisi olmadan ikincisi olmaz!
Nitekim, kara bayraklı anarşistlerden kalın oklavalı feministlere, "sıradan dışı", "kalıp ötesi", "kural harici" addedilen akımlar ve kişiler için kullanılan "liberter" kavramı dahi, burada mastar yerine geçen "liberal" kelimesinin türevinden oluşturulmuştur.
Dolayısıyla, heyhat ve kuşku yok, deyimin piçleşmesine göz yumduğu içindir ki, Yaşlı Kıta kendi ihtiyarlamasına paralel olarak "liberal" sözcüğünü de ihtiyarlatmıştır.
Ama genç Yeni Dünya bunu yapmadı ve deyimin gerçek anlama sadık kaldı.
* * *
EVET, Amerikalar, bilhassa da ABD bunu yapmadı.
Alexis de Tocqueville’nin şimdi dahi tüm güncelliğini koruyan ve Yeni Dünya’daki siyasi oluşumu tahlil eden o "Amerika’da Demokrasiye Dair" başyapıtındaki terminolojiye sadık kalan Birleşik Devletler "intelligentsia"sı, gerçek "liberal" kavramını sulandırmadı.
Çünkü, Atlantik ötesinde bu ifadeyle, genel olarak "özgürlükçü demokratlar"; özel olarak da, "sol" veya "solumtırak" eğilim taşıyan şahıs ve kurumlar kastedilir.
"Liberal" denildiğinde akla, bugün hemen bütün Yaşlı Kıta’da olduğu gibi katı, haşin ve insafsız bir serbest piyasa ekonomisinin avukatları gelmez.
Aksine, toplumdaki eşitsizliklere çare arayan; hür, háttá yukarıdaki "liberter" fikirlere açık duran ve dünyaya da "süper güç" bencilliğiyle bakmayan kişiler, partiler, yayınlar gelir.
Yani Avrupa lûgatlerinin aksine, kelimedeki esası deforme ve dejenere etmemiş olan Amerikanca sözlük "liberalizm"i "hümanizma"yla ve onun insaniyetçi kaygılarıyla donatır
Tıpkı, işte tanımın bu gerçek ve öz anlamında l-i-b-e-r-a-l olan Demokrat Parti adayı Barack Obama gibi ki, onu niçin desteklediğim konusunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2008
ELİM kalem tutalı beri, tek bir istisna hariç, ABD’deki her başkanlık seçimi öncesinde daima Demokrat Parti adaylarını destekledim. Gelişmelere dar ve yerel açıdan değil geniş ve evrensel bir perspektiften bakmaya çalıştığım ve üstelik, "devletimizin áli menfaatleri uğruna" (!) kendi öznel tercihlerimden taviz vermek gibi bir adetim olmadığı içindir ki, Cumhuriyetçilerin geleneksel olarak Türkiye’ye daha "yakın" (!) durduğu varsayımını hiçbir zaman káale almadım.
Zaten de yukarıdaki desteği yine her defasında açıkça yazdım.
Oysa ne kendimi dev aynasında görüyorum, ne de boş hayaller peşinde koşuyorum.
Dolayısıyla, benim hariçten gazel okumamın, "sıradan Amerikalı"nın sandığa atacağı pusulada pratik bir kıymet-i harbiye ifade etmeyeceğini tabii ki biliyorum.
Olsun, tercih tercihtir!
* * *
ÖYLEDİR, çünkü bu satırlar yazarının merkep amblemli kurumdan yana tavır takınması, son tahlilde ve karınca kararınca, dünyaya hükmeden bir "süper güç" konusunda o dünya kamuoyundan bir bölümünün ne düşündüğünü yansıtır.
Madem ki ABD bir "yerküre kuvveti"dir, bu takdirde, aynı yerküre insanlarının kendisi hakkında neler hissettiğini ve kendisinden neler beklediğini hesaba katmak zorundadır.
Nitekim de, "W" rumuzlu George Bush’un Irak maceraperestliğinden sonra Atlantik ötesinde yaşanmakta olan "bocalama" büyük ölçüde bu zorunluluktan kaynaklanmaktadır.
Zaten, hem değişim rüzgarını, hem de benim desteğimi arkasına alan Obama eğer zenci kimliğine rağmen öne çıkabiliyorsa, nedenini aynı gerekçede aramak gerekmektedir.
* * *
YUKARIDA sözünü ettiğim tek istisnayı, 1980 oylaması arifesinde Cumhuriyetçi Ronald Reagan’den yana tavır koymam oluşturmuştu.
İyi insan fakat naif politikacı ve vur ensenine al lokmayı, Demokrat rakibi Jimmy Carter o dönemki Sovyet yayılmacılığı karşısında teslimiyet bayrağı çekmiş olduğundan, adı geçen oylama öncesinde tercihimi "şahinler şahini" Kaliforniyalı aktörden yana yapmıştım.
Nitekim, Kremlin’in kuru sıkı tehditleri karşısında pes etmeyen ve uyguladığı tavizsiz siyasetlerle "Kötülükler İmparatorluğu"nun yıkılışında dolaylı yönden çok büyük rol oynayan aynı Reagan hem Amerikan, hem de dünya tarihi açısından bir "kilit şahsiyet" oldu.
Efsanevi Eisenhower dahil, fil amblemli partinin bu iki dönemlik başkanı, 1. Dünya Harbi’nden beri gelmiş geçmiş tüm Cumhuriyetçi liderlerin en önemlisi olarak kitaba yazıldı.
* * *
ASLINDA bakarsanız, günümüzdeki Cumhuriyetçi aday John McCain de belágat bab’ında kısmen Ronald Reagan’ı hatırlatırmış gibi gözüküyor. Onunla mukayese ediliyor.
Çünkü, nasıl ki bu ikincisi yetmişli yıllar sonunda, SSCB’nin "iştah"ı karşısında ABD’nin "nal toplamayacağını" ve resti restle göreceğini söylüyordu, şimdiki birincisi de, genel olarak terörizmle mücadele, özel olarak da Irak işgali konusunda aynı diskuru çekiyor.
Zaten de y-a-n-l-ı-ş buradan kaynaklanıyor!
* * *
BURADAN kaynaklanıyor, zira ne yerküre 1980’deki Soğuk Savaş’ı yaşıyor; ne de El Kaide ve fasilesinden tedhişçilikle mücadele Kremlin’i dizginlemek politikasıyla örtüşüyor.
Bugün ABD ve dünya, geçmişte gerekli olmuş olan yeni bir Reagan’a; yani onun "sozi"si durumdaki bir McCain’e değil, yangına körükle gitmeden gerilimi yatıştıracak ve "uygarlıklar çatışması" kabusunu mümkün mertebe gündemden düşürerek halklar, milletler, devletler ve dinler arasında uyum sağlamaya çalışacak bir Amerikan liderine ihtiyaç duyuyor.
İşte Demokrat aday Barack Obama bu misyona da adaydır ki, yarın ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2008
Jilet gibi ütülenmiş gömleklerimin gardıropta katlanmış olarak durması yetmez. Aynı zamanda, mevsimlere ve kumaşlara göre ayrıştıktan sonra, beyazdan daha koyu tonlara çıkan bir skalada, renklere göre de ayrışmaları gerekir. Çünkü bunlar söz konusu "düzenlilik ve titizlik manisi"nde apayrı bir konu oluşturuyorlar. Övünmek mi yoksa yakınmak mı gerektiğini bilemiyorum, fakat ben hem çok titiz, hem de çok düzenli bir adamımdır.
Ancak, "evvel emirden beri öyleydim" diye iddia edemeyeceğim.
Çünkü anneme sorarsanız çocukluğumda ve ergenliğimde öyle değilmişim.
Hatta gayet derbedermişim ki, mümkündür.
Ama hanidir ve hanidir yukarıdaki "tertiplilik erdemi"yle donandığımı, buna ayak uyduramayan ve bir daha gelmemek üzere kapıyı çarpıp giderken de "manyaaak" diye bağırarak histeri krizleri geçiren, gitti gider dahi gider, hayatımdan çıkan kadınların sayısından biliyorum.
Eh, uğurlar ola !
Tabii yukarıdaki tanımlama onların öznel yorumunu oluşturuyor.
Fakat yine de Sezar’ın hakkını Sezar’a veriyor ve bir olguyu kabulleniyorum.
Doğru, diş macunu tüpünü lak diye ortasından sıkmam. Sıkana da çok kızarım.
O tüpü gayet usturuplu biçimde ve tükenmesine paralel olarak, azar azar kıvırırım.
Benim haneme girip çıktıkları müddetçe de, başkalarının bu kurala riayet etmesini isterim.
Hayır efendim, ne münasebet, cimriliğimden, hasisliğimden, pintiliğimden falan değil!
Benim o taraklarda bezim yoktur.
Nitekim, bu defa annemin de kabullendiği gibi, ezelden beri cebi delik birisi oldum.
Geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri, zaten cüzdan doldurmayan kefen paramı herhalde mezara istiflemeyeceğim.
Dolayısıyla, isterse daha tek bir defa ama öyle lak diye ve biçimsiz şekilde sıkılmış olsun, aynı tüp artık kurtarılamayacak duruma düştüğünden onu derhal çöpe atıp yerine yenisini almaktan çekinmem.
GÖZ ADABIMA TECAVÜZ
Çekinmem, çünkü bütün meselemi, bakış estetiğimin ve göz adabımın banyo lavabosunun üstünde de bozulmaması oluşturur.
Buradaki hacim uyumu benim için sonsuz önemlidir ve tersi durumdan, yine sonsuz ölçüde rahatsız olurum.
Rahatsız olmayan kadın ise zaten beni ilgilendirmiyor.
Dolayısıyla, değil "manyaak", isterse "delirium tremens raddesinde oynak" diye bağırsın ve kapıyı dış taraftan çekerken de kirişleri kırsın, cehenneme kadar yolu var!
Yukarıdaki "titizlik ve düzenlilik manyaklığım" (!) diğer objeler için de geçerlidir.
Meselá, zaten jilet gibi ütülenmiş gömleklerimin gardıropta katlanmış olarak durması yetmez.
Aynı zamanda, mevsimlere ve kumaşlara göre ayrıştıktan sonra, beyazdan daha koyu tonlara çıkan bir skalada, renklere göre de ayrışmaları gerekir.
Söz konusu renk ayırımı, artık hemen hemen hiç takmıyor olsam dahi, kravatlarımı da kapsar.
Ceketlerimi, pantalonlarımı, pardösüleri ise haydi haydi kapsar.
Yahut, salon veya odalardaki tabloların mutlaka simetrik ve mutlaka duvar çizgisine paralel biçimde asılmış olması benim için hayati bir zorunluluktur.
Velev ki belli belirsiz olsun, Hopper’in "Gece Kuşları" sağa, Schiele’nin "Mor Kadın"ı da sola baktı mıydı, benim cinlerim başıma toplanır.
Göz adábımı tecavüze uğramış addederim ve mideme sancılar girer.
MANYAKLIK DEĞİLSE BİLE MANİ
Nitekim, haftada topu topu üç saat gelen gündelikçi kadın bütün "Elini ayağını öpeyim, aman bunlara dokunma! Bırak, tozunu ben alırım" tembihlerime rağmen işgüzarlığa kalkışıp her birini yamuk yamuk bıraktığında, çileden çıktığımın resmidir.
Yüzüm tutmadığından ertesi hafta kadına bir şey söyleyemem ama, gerektiğinde çekül ve açı kullanarak, onları tekrar yerli yerine oturturum.
Veya, elektrik buton ve prizleri gibisinden ev edavatı yukarıdaki paralelizm ve simetrizm unsurlarından mahrumsa yahut sonradan mahrum duruma düşmüşse, derhal tornavida; gerektiğinde yenisi, anında onları da geometrik çizgilerle donatırım.
N’apim, şimdi derin bilinçaltımı psikanaliz kanepesine yatıracak değilim ama, herhalde ya geçmişteki baba korkusundan ya da papaz mektebindeki zapturapttan dolayı işte böyleyim ve belki gerçekten de, tam "manyaklık" değilse bile "mani" sınırında geziniyorum.
Dikkat ettiyseniz, yukarıdaki örneklerde, aslında hayatımdaki en önemli yeri tutan ve dünyadaki yegáne mülkümü oluşturan binlerce kitabımdan hiç söz etmedim.
Çünkü bunlar söz konusu "düzenlilik ve titizlik manisi"nde apayrı bir konu oluşturuyorlar.
Ve şimdi siz varın, böyle bir adamın o kitaplarla birlikte taşınması durumunda nasıl bir kaosa bürüneceğini ve ne tür bir kábus yaşayacağını siz düşünün.
Bu kaosu ve bu kábusu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
"ET kokarsa tuzlarsın, tuz kokarsa neylersin" sözü vardır ya, Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerdeki başörtüsü yasağına ilişkin "gerekçeli kararı" da işte bunu hatırlatıyor. Çünkü malum, millet iradesini temsil eden TBMM de dahil, Türkiye’de söz konusu mahkemeden daha üst düzey bir hukuki kuruma sahip değiliz.
Başka bir deyişle, "tuz" durumundaki AYM de koktuğu takdirde, burun deliğimizi ferahlatacak diğer bir kimyevi madde veya salamura alaşımı bulunmuyor.
* * *
DOLAYISIYLA, burada adli anlamda kullanacağımız bir "şeriat" parmağımızı kesti miydi, iddia edildiğinin tam tersine, yaramız istediği kadar acısın, çaresisiz. Tarifsiz biçareyiz.
Uzvumuzu yerine dikecek bir cerrahtan, háttá cerahate merhem sürecek bir sıhhiyeden bile yoksunuz. Kıldan ince boynumuza AYM satırı indiğinde, yuvarlanan kellemizle yalnızız.
Ve, bir nebzecik vicdan sahibi olan ve birazcık hukuk bilen herkes farkında ki, aynı AYM aynı "gerekçeli karar"la önce o vicdanlara hançer soktu. Kamasıyla yüreğimizi deşti.
Sonra da, daha önemlisi, aslında bekçisi olması gereken o hukuk ilkelerini hiçe saydı.
Evet evet, burada tuz gerçekten tuz koktu ki, bize de bir tek, "oy neyledik neyledik / sizi bize baş eyledik / başımıza dert eyledik" diye yakınmak kalıyor.
* * *
ÖYLE, zira ilkin, bizzat AYM’nin kendisi bizzat Anayasa’yı çiğnedi. Pestilini çıkarttı
Anayasa ki, 148. maddesinde ve kıvırtmaya hiç yer bırakmayacak şekilde, aynı AYM ’nin aynı Anayasa değişikliklerini ancak b-i-ç-i-m açısından denetleyebileceğini zikreder.
Oysa karar o biçimi değil "öz"ü; yöntemi değil "esas"ı; şekli değil "içerik"i kapsıyor.
Yani, açıkça tarafgir üyeler hem kendi yetkilerini aşıyorlar, hem de hak gaspediyorlar.
Kalkıyorlar ve kıymeti kendinden menkûl bir "laiklik" (!) tanımı yapıyorlar.
Özgür laikliği değil zorba laikçiliği kıstas belledikleri için de, kel aláka, genç kızların üniversiteye mahrem kıyafetle gitmesiyle teokratik din devleti arasında paralellik kuruyorlar.
* * *
KALDI ki, öyle bile olsa ne yazar? Kimi niçin ilgilendirir? Hangi yasakçılığa girer?
Çünkü, hür düşüncenin mayasında yer alan üniversitelerin kapısı, böyle bir teokratik devleti veya aksine, AYM’nin benimsediği laikçi totalitarizmi sahiplenenler için dahi açıktır.
Zira, adı üstünde evrenselliği kapsayan bu yüksek kurumlar, Bolonya’dan Paris’e, daha ilk kuruluş anından itibaren her türlü özgürlüğün dışavurumuna hak tanımışlardır.
Ne kışla, ne de lise oldukları için, onlar öğrenci ve öğretmenlerini giyim tarzına, oluş haline, makyaj derecesine göre değerlendirmezler. Bunlardan dolayı kimseyi aforoz etmezler.
Yalnız "cursus" denilen programı ve genel anlamında da "bilgi"yi kıstas alırlar.
Dolayısıyla, türbanın "yasaklanması" (!) konusu belki her yer, her mekán ve her mıntıka açısından tartışılabilir ama, bir tek üniversite açısından tartışılamaz!
Nitekim, hemen hemen tüm ülkelerde, hicáp örtünerek anfiye girmek serbesttir.
Bir tek bizde değildir ki, yetki gaspeden Anayasa Mahkemesi de yasağı perçinlemiştir.
* * *
ANCAK tabii bütün bunları söylemek ve saptamak diğer bir "şekil"le uzlaşmak; yani AKP’nin genel konsensüs aramadan kanunu Meclis’ten geçirmesini ve Başbakan Erdoğan’ın "siyasi simge olsa ne değişir" gibi yersiz bir çıkış yapmasını onaylamak anlamına gelmiyor.
Buradaki eleştirel yaklaşımımı dün olduğu gibi bugün de saklı tutuyorum.
Ama Mahkeme’nin gerekçeli kararından sonra bu eleştirellik çok geri plana düşmüştür.
Çünkü, şimdi her zamankinden daha fazla il-ke-sel durmak ve açıkça taraf olduğunu ilán eden AYM’nin "jüristokrasi" sultası kurmasına karşı çıkmak, kesin yurttaşlık görevidir.
Evet evet, tuz da kokmuştur ve artık yeni bir salamura usulü icád etmek gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2008
KENDİ hesabıma, ilk andan itibaren "Ergenekon" olayına çok temkinli yaklaştım. Aşılmaz Çin seddi değil ama, savunduğum genel çizgiyle sanıkları suçlayan "sansasyonel iddialar" arasına muhkim bir duvar ördüm. Ciddi bir mesafe koydum.
Artı, tüm özgürlükçü demokratların da aynı mesafeyi koruması gerektiğini kaydettim.
Davanın fos çıkması ihtimalinin yüksek olduğunu ve böyle bir durumda da bundan en çok, akıntıya kapıldıkları takdirde, o özgürlükçü demokratların zarar göreceğini vurguladım.
Halep oradaysa arşiv buradadır ve yukarıdaki tutumum ortadadır.
* * *
OYSA, elde kalem ve dilde tüy, söz konusu "Ergenekon" tarafından temsil edilen köhne ideolojiye karşı en az çeyrek yüzyıldır mücadele ediyorum.
Zaten, tutuklu sanıklardan bazılarıyla da yine aynı zaman süresinden beri, mecázi anlamda "kanlı bıçaklı"yım.
Olsun!
Olsun, zira tüm bunlar rasyonel akılcılıktan uzaklaşmam ve aslında komplo teorilerine uzanan o "sansasyonel iddialar"ı mutlak "gerçek" varsaymam anlamına gelmez. Gelemez.
Tersine, böyle bir yola saptığım takdirde tuzağa düşmüş sayılırım.
Dolayısıyla da, aynı iddialardan büyük bölümü iflas edeceği için, savunduğum o özgürlükçü demokrasinin prestij yitirmesine sebep olurum. Kendi ayağıma ateş ederim.
Ve nihayet, ideolojiye ve sanıklara hasım olsam dahi son tahlilde daima ve daima adaleti sahipleneceğimden, ahlák gereği, kimsenin mağdur duruma düşmesini kabullenemem.
İşte, önceki gün ilk duruşması yapılan "Ergenekon" davasına bu açıdan bakıyorum.
* * *
FAKAT bütün bunlar "Ergenekon" diye illegal/yarı-legal bir örgütlenmenin olmadığı ve zanlılarının da sütten çıkmış ak kaşığa benzediği anlamına gelmiyor. Asla! Háşá!
Tabii ki var ve sanıklarının önemli bir bölümü de suç işlemiş durumda bulunuyorlar.
Ancak, bu gerçek, "şişirilen" iddiaların doğruluğunu kanıtlamaz ve kanıtlamayacaktır.
* * *
ÖYLE, zira ilkin, kendisini eski Türk efsanesinin adıyla vaftiz etmiş olan teşkilat, söz konusu iddiaların aksine, devlet içindeki bir organizma değildir! "Derin devlet" hiç değildir!
"Ergenekon", hazin bir "ulusalcılık" ideolojisini payanda almanın dışında tek ortak özelliği olmayan ve tortulardan oluşan l-u-m-p-e-n bir magmadır. Bir başıbozuk gürûhudur.
Bünyesinde, "Kontrgerilla" ertesi işsiz kalarak mafyalaşan asker-sivil unsurlardan, her kapıyı denedikten sonra kapağı darbeciliğe atan "karanlıkçı maocular"a dek, poker oyunundaki tabirle "beş benzemez" barındırmaktadır. Hepsi de "kifayetsiz muhteris"tir!
Gevşek ve amatör temaslar dışında da bunların ne yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir örgütlenmesi, ne de gelişigüzel "tatava çıkartmaya" çalışmanın dışında bir planı vardır.
Dolayısıyla, "Ergenekon"u küçümsemek de, abartmak da aynı ölçüde yanlıştır.
* * *
KÜÇÜMSEMEK ve dudak bükmek hem, bugüne dek fütursuzca at oynatmış olan ve yasallığın sınırında dolaşan veya onu aşan "ulusalcı" ideolojinin küstahlığına boyun eğmek; hem de aynı ideoloji sahiplerinin artık herkese görünür sefaletini sergilememek anlamına gelir.
Üstelik, sanıklardan bazıları emekli asker kimliği taşıdığından, davanın aynı zamanda tabu ve dokunulmazlık yıkıcısı bir işlev gördüğünü de asla unutmamak gerekir.
Ancak, "Ergenekon"u abartmak ve bu defa ters yönden komplo teorileri üreterek her taşın altında onu keşfetmek, yukarıda belirttiğim gibi, en çok demokrasi güçlerine zarar verir.
Çünkü o taş zaten yerinde ağırdır ve özgürlükçü demokrasi de hukuki hafifliğe ve adli hafif meşrepliğe prim vermeyecek kadar ağır ve ağırbaşlıdır!
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2008
NÁCİZANE, cihet-i askeriyeye tavsiyem şudur: <br><br>Biraz "sıradan yurttaş"ın arasına karışsınlar ve ordu konusunda "nabız tutsunlar"! Şöyle ki, eh işte blucin - spor kazak falan, tebdil-i kıyafet giyinsinler ve gerçek hayatta üniforma taşıdıklarını mümkün mertebe hissettirmeden, "vatandaşın içine dalsınlar".
Muhataplarıyla sohbette de, dönüp dolaştırıp láfı TSK’ya getirsinler.
Meselá, tıraş olurken berberin, taksiye binerken şoförün, cigara alırken bakkalın ağzını, onların aynı TSK hakkında ne düşündüğüne ilişkin olarak adamakıllı yoklasınlar. Deşsinler.
Ve eminim, eğer apolet falsosu vermez ve esas kimliklerini anlayacak o muhatapların ürküntüden sus pus olmasına çanak tutmazlarsa, bu kişisel sondaj çok yarar sağlayacaktır.
* * *
ÇOK yarar sağlayacaktır, çünkü belki 1960 darbesini izleyen zorbalık dönemi hariç, ülke halkı bugün Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar orduya e-leş-ti-rel bakmaktadır.
En azından, onun yönetim kademesi tarafından yansıtılan imajı onaylamamaktadır.
Zira ilkin, "sıradan yurttaş" artık "itaat toplumu"nun tebalığından sıyrılmaktadır.
Zaten "sorgulama toplumu"na geçtiği içindir ki o "yurttaş" sıfatına erişmektedir.
Dolayısıyla, aynı yurttaş, "dokunulmaz tabu" durumundaki TSK dahil olay, kurum ve şahısları da sorgulamak; hiç olmazsa, "hazırola geçmemek" refleksiyle donanmaktadır.
Ve, sorgulanacak öylesine çok şey vardır ki!
* * *
ÇOK şey vardır ve nitekim de, dün belirttiğim gibi, statüko zaptiyeleri tarafından öne sürülen "asker dışarıdan yıpratılıyor" iddiasının tam aksine, eğer TSK imajı bugün son derece ciddi bir erozyona uğramışsa, bunun yegane sorumlusu o TSK’nın tá kendisidir!
Çünkü, askeri hiyerarşi inanılmaz ölçüde pot kırmış ve çam üstüne çam devirmiştir.
Dolayısıyla, yurttaşların orduyu "sorgulamak" refleksine bizzat çanak tutmuştur.
Tabuyu yıkan hayati viraj ise 27 Nisan 2007’de verilen "e- muhtıra"yla dönülmüştür.
* * *
ORADA dönülmüştür, zira dünya ve ülke evrimini anlamamakta ısrar eden TSK sivil rejime ve demokratik iradeye yine müdahil olmak isteyince, bu defa "bardak taşmıştır".
Şimdi "yurttaş" olan halk bilgisayar ekranındaki kuru gürültüye pabuç bırakmamıştır.
Artı, "yetti gayrı" diyerek de sormaya cesaret edemediği soruları sormaya başlamıştır.
Ve işin en tuhaf tarafı şu ki, yukarıdaki "negatif tepki"den dahi ders çıkartmak becerisini gösteremeyen ordu, ezberinde sakladığı "strateji"yi (!) sürdürmekte ısrar etmiştir.
Komutanların yine zırt pırt "uyarı" yapmasından karargahların "láhika"yla gazeteci mimlemesine; özrü kabahatinden büyük, PKK baskınına "mazeret"i bütçeyle açıklamaktan, THK bomba atarken komutanının golf oynamasına; "ordu adına" mahpusta "Ergenekoncu" ziyaret etmekten, "doğru"su (!) kendinden menkul bir "doğru yerde durmak" tehditlerine, eski hamam eski tas, TSK bildiğini okumayı sürdürmüştür ve sürdürmektedir.
Bu durum karşısında da, tabloyu gören ve emir eri olmayan "sıradan vatandaş" artık "yurttaş" erdemleriyle donandığı içindir ki, orduyu sorgulamaktadır ve tabuyu yıkmaktadır.
* * *
OYSA daha düne kadar TSK’ya ve onun rejim içindeki "dokunulmazlığı"na ilişkin soru sormak her babayiğitin harcı değildi. İnsanın ağzına derhal biber sürerlerdi.
Toplumsal dönüşümü okuyamayanlar ve azılı azınlık "ulusalcılar"ın "ordu göreve" pankartını gerçek sananlar, bu cesareti cesareti gösterenleri "marjinal" olmakla suçlarlardı.
Oysa yine nácizane, ben en baştaki kişisel sondaj önerimi bir defa daha tekrarlıyorum.
Tebdil-i kıyafet giyinip berberin, şöförün, bakkalın ve çakkalın ağzını TSK konusunda şöyle bir yoklayın ve kimin "marjinal" olduğuna ve kaldığına ondan sonra karar verin!
Yazının Devamını Oku