DÜN dediğim gibi, "ultra süper güç" tahtına kurulmuş ve dolayısıyla da dünya sathında "tek tabanca" hükümranlık sağlamış bir ABD, insanlık için tabii ki hayırlı değildir!
Ancak, bunun tersi de hayırlı değildir!
Yani, o dünyadan elini eteğini çekmiş ve kendisini iki okyanus arasına sınırlamış bir Birleşik Amerika, o insanlık için en az yukarıdaki kadar tehlikelidir.
Peki, böyle bir tehlike gerçekten de var mıdır?
***
MÜNECCİMBAŞI değiliz ve illá "vardır" türünden mutlak bir yanıt veremeyiz.
Fakat, "yoktur" diye de kestirip atamayız.
Uluslararası politika tahlillerinde, rizikoları görmezden gelmek lüksüne sahip değiliz.
Kaldı ki, "izolasyonizm" denilen ve ABD’nin yerküreden mümkün mertebe tecrit yaşamasını isteyen akım, hiç de hayali ve afaki bir tehlike değildir!
Aksine, táa ilk kuruluştan itibaren, Birleşik Devletler’in hamuru bununla yoğurmuştur.
***
ÖYLE, zira İspanya’yı dizginlemek amacıyla hazırlanan "Monroe doktrini"ninLatin Amerika’yı sonradan "arka bahçe"ye dönüştürmesini hariç tutalım ve önce şunu saptayalım:
Yukarıdaki "izolasyonist" eğilim hem ricál, hem de bilhassa kamuoyu nezdinde kesin hakimiyet kurmuştur. Bu, Yeni Dünya’nın mayasında mevcuttur. Genetik formülüne yazılıdır.
Nitekim, 1. Harp ertesinde dünyaya çeki düzen vermeyi hedefleyen ve o zamanki başkanın adını taşıyan "Wilson prensipleri"ne rağmen, senatonun "tecritçi" muhalefetinden dolayıdır ki, bizzat öncüsü olduğu halde, Washington Cemiyet-i Akvam’a dahi katılmamıştır.
Pasifist dalgayla boğuşan diğer başkan Franklin D. Roosevelt ise ülkesinin 2. Savaş başlangıcında müttefiklere yardım etmesini sağlayabilmek için akla karayı seçmiştir.
Zaten de, ABD’nin fiili hasım olması Pearl Harbour’daki Japon baskınına uzanır.
***
ÖTE yandan, daha sonra kendisiyle özdeşleşecek bile olsa, "Amerikan ideolojisi"nin lûgatinde, "İhtiyar Dünya"yla bütünleştirdiği bir "emperyalizm" sözcüğü yoktur.
Nitekim, gerek yukarıdaki Roosevelt, gerekse halefi Truman, aynı 2. Savaş boyunca gerçekleşen bütün diplomatik temaslarda hem kolonilerin bağımsızlığını savunmuşlardır, hem de Churcill’in "İngiliz emperyalizmini hortlatmak" siyasetiyle mücadele etmişlerdir.
Artı, söz konusu Savaş nihayetinde "boy"ların yarısı terhis edilmişken ve ABD halkı geri kalanlarının da derhaleve dönmesini isterken, o Truman’ın kendi adıyla anılan doktrini hazırlayarak ABD’nin Yaşlı Kıta’ya yerleşmesine zemin yaratması, Türk boğazları üzerindeki talebi dahil, obur Stalin’in Doğu ve Merkezi Avrupa’yı "yutmasından" kaynaklanmıştır.
Buna tamamen paralel bir gelişme de, SSCB ve Kızıl Çin destekli Kuzey Kore’nin Güney’e saldırmasıyla birlikte Asya’da yaşanmıştır. Vietnam onun doğal uzantısıdır.
Başka bir deyişle, tarihi perspektiften baktığımızda, kuruluştan beri hep içe kapanmak içgüdüsü ağır basan "izolasyonist" bir ABD’nin "dünyaya açılması" ve bugünkü "ultra süper güç"e dönüşmesi, büyük ölçüde metazori ve kendi iradesine rağmen gerçekleşmiştir.
***
İŞTE, "derin Amerika"nın derin bilinçaltını belirleyen ve asla gündemden düşmemiş olan bu "tecritçi" eğilim ve arzunun "hortlaması" rizikosu bugün hala mevcuttur.
Hele hele, Irak macerasıyla birlikte dünyaya damga vuran "istenmeyen Amerikalı" imajının kamuoyunda yarattığı travmalar göz önüne alındığı takdirde, haydi haydi mevcuttur.
Vietnam ertesindeki Carter, háttá Clinton dönemlerinde bile aynı olgu öne çıkmıştır.
Obama’lı ABD’nin yukarıdaki rizikoyu nasıl yönlendirebileceği ve her halükarda da, dünyanın ne dozajda müdahil bir Amerika’ya ihtiyaç duyduğu konusunu yarın işleyeceğim.