9 Aralık 2008
BAYKAL’ın "çarşaf açılımı"na değineceğim ama, konunun bam teline dokunduğu için ilkin, Falih Rıfkı’dan daha önce de alıntılamış olduğum bir pasajı tekrar aktaracağım. 1927 tarihli aşağıdaki satırlar, Atay’ın CHP yayın organı "Hakimiyet-i Milliye" gazetesinde tefrika ettiği ve Brezilya yolculuğunu anlattığı "Denizaşırı" notlarında yer alır.
Sahne, kendisini Güney Amerika’ya götürmekte olan transtatlantikte geçmektedir.
"Gece bir travesti balosu oldu. Kılıkların en tuhafları Şark’tan alınıyor. Bizim iki sene evvel bıraktığımız ve kadınlarımızın henüz terk etmediği o maskara Şark kıyafeti!
Kadınlardan (balodaki yabancılar kastediliyor), bizim henüz Şile’de bile rasladığımız esvaplardan giyenler ’Türk gibi’ dedikçe, ben hemen atılıyorum:
’Hayır, Arap gibi! Bizimkiler şimdi sizden farksızlar’ diyorum".
*
AÇIKÇASI, her şey aklıma gelirdi de, Deniz Baykal’ı savunacağım asla gelmezdi.
Anladınız, yukarıda belirttiğim gibi, şu meşhur "çarşaf açılımı"nı kastettim.
Şüphe mi var, tabii ki destekliyorum. En başından en sonuna dek sahipleniyorum.
Ama deniliyor ki, CHP lideri bu jesti oportünistliğinden ve fırsatçılığından yapmışmış.
Eh, o kadar tartma - ölçme melekesi bende mevcut ve tabii ki bunların farkındayım..
Fakat, hiçbir şey değişmez! Biçimdeki ve şahıstaki yanlış özdeki doğruyu sıfırlamaz.
Burada Antalya milletvekilinin zikzakları değil, yansıttığı o d-o-ğ-r-u söz konusudur.
Yanlış olan tek ise gerek partisi içindeki, gerek dışarıdaki "vestiyer zaptiyeleri"nin başı açık kadın giyimini bir "laiklik" ve bir "çağdaşlık" (!) simgesi addetmesidir!
Yani, dönüp dolaşıp tekrar geldiğimiz nokta, Falih Rıfkı’yı seksen bir yıl önce de Türk - İslam tarzını "maskara Şark kıyafeti" diye tanımlamaya iten ruh halinde odaklanmaktadır.
*
"RUH halidir" diye kasten vurguladım, çünkü yukarıdaki çok çetrefil olgu siyasi, iktisadi veya beşeri olmaktan ziyade, esas olarak psikolojik bir bunalımdam kaynaklanıyor.
Tamam, tabii ki tüm bu unsurlar geri plandaki varlıklarını koruyor ve ruhi travmanın maddi küfesini dolduruyorlar ama, bilinçaltındaki etken yine de temel önceliği oluşturuyor.
Çünkü, öylesine derin bir araz; öylesine derin bir kırılma; öylesine derin bir ikilem düşünün ki, bunların tümü birden transatlantikteki baloda Atay’ı, "hayır, Türk gibi değil, Arap gibi! Bizimkiler şimdi sizden farksızlar" diye "militanca" öne atılmaya itmektedir.
Başka bir deyişle, yazar okuyucuyla biz bizeyken; yani kendi "ben"inle baş başayken, hayıflanarak "maskara Şark kıyafetinin henüz Şile’den bile raslandığını" itiraf etmektedir.
Ama iş "öteki"ne geldiğinde, "ben"i temsil ettiği varsayılan sanal bir "bizimkiler"in, bizzat o "öteki"yle bütünleşen "sizinkiler"den farklı olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır.
Ve hiç şüphesiz ki burada paranoyak, en azından paranoid bir travma söz konusudur.
*
ÖYLEDİR, çünkü "ben" irádi bir çabayla "ötekileşmek" istiyorum. Dayatıyorum.
O "öteki" ise "ben"im benliğimin farkında olduğu içindir ki, "ne münasebet" diyor.
Bunun bir kılık kıyafet meselesi değil, bir "düşünme durumu" olduğunu hatırlatıyor.
Talepkár ben olduğumdan; dolayısıyla eşit ilişki yaşamadığımdan da, beni kendinden saymadığı için o "öteki"ne karşı muazzam bir nefret beslemeye başlıyorum. Kin duyuyorum.
Nitekim, Baykal’ın "çarşaf açılımı"na lánet okuyanların en marazi Batı düşmanı ve en "öteki" kompleksli "ulusalcı - neo-ittihatçı" cihete yakın durması, tesadüf oluşturmuyor.
Zira aslına bakarsanız, CHP liderinin o "maskara kıyafetli" (!) üyeye rozet takması, nihayet kendi "ben"ini kabullenmek zorunda kalmanın itirafından başka bir anlam taşımıyor.
Ve "türban sorunu"nun çözümü de, Atay’dan seksen bir yıl sonra benim artık "ben"le barışmamdan ve "öteki"yle elbise değil, "düşünce vestiyeri"nde buluşmamdan geçiyor.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2008
DEMEK 1991 yılının başlangıçları olmalı, tam 1. Körfez Savaşı arifesindeydi ki, ihtar ve tekdir ile de uslanmayan Saddam köteği yedi yiyecek, Avrupalılar marketlere saldırdılar. Un, şeker, erişte, sabun, kahve, tuvalet kağıdı falan, bilûmum reyonları talan ediyorlar.
Zaten çok geçmeden, tezgahların üstüne "stoklarımız bitmiştir" levhaları asılır oldu.
Fesüphanallah, harp çıkacakmış da, kıtlık başgösterecekmiş!
***
HADİ, bari son Dünya Savaşı’nı yaşamış kuşaklara mensup olsalar, fi tarihinde saman çöpünden ekmeğe talim etmiş oldukları için, bu panik bir dereceye kadar anlaşılabilir.
Ama yok, hücuma geçenleri yeni taze matmazeller ve orta yaşlı madamlar oluşturuyor.
Oysa, bir nebze akıl ve iz’án sahibi olan herkesin düşünmesi gerekirdi ki, arbede gerçekleşse dahi, altı üstü, zamanda ve mekánda sınırlı bir muharebe cereyan edecek.
Zaten Arabi coğrafyalarla hiç ilgisi bulunmuyor, ne buğdayın, pancarın, yağın, ağacın köküne kibrit suyu ekilecek; ne de ulaşım ve petrol yolları için öyle ciddi bir riziko belirecek.
Fakat mantık hak getire, bunlar evlerine, kilerlerine, garajlarına dev stoklar yığdılar.
Ve Allah bilir ki, tüketebilmek için sittin sene küflü kahveye küflü şeker attılar ve de popolarını eprişmiş tuvalet kağıtlarıyla sildiler.
Mehel olsun ve zımparaya dönüşmedikleri için, yatıp kalkıp dua etsinler.
***
ŞAKA bir yana, hafta başından beri kaleme aldığım "kriz yazıları"nda, hemen her iktisadi buhranda devreye giren "insani boyutu" vurgularken, yukarıda örneklediğim türden "gayr-ı mantıki" dürtüleri ve irrasyonel yöntemleri kastediyorum.
Çünkü, velev ki 1. ve 2. Körfez Savaşları sırasındaki kolektif panikleme ciddi bir ekonomik bunalım yaratmamış olsun, meselenin özü yine de aynı noktaya odaklanıyor.
Zaten aslına bakarsanız, hálen yaşamakta olduğumuz krizin de kökeni burada yatıyor.
Zincirleme süreçte yayılan ve bol keseden ev kredisi dağıtmış Amerikan bankalarının bunları geri alamamasında uzanan bugünkü buhran da, ikili bir "akılsızlık"tan kaynaklanıyor.
***
BİR; ayağını yorganına göre uzatmayan ve "borç yiğidin kamçısıdır" şiarıyla beyni yıkanan tüketici, altından kalkamayacağı yükü sırtlandı. Nihayetinde de, işte pes etti.
Burada, "avam" (!) açısından "edilgen" bir "gayr-ı mantıkilik" söz konusudur.
İki; çok daha vahimi ve affedilmez olanı, ABD "ricál"inden ve Merkez Bankası’ndan başlamak üzere, bütün bir kapitalist sistem ve mali piyasa yönetimi rasyonalite dışı davrandı.
Onların açısından, burada "etkin" bir sorumluluk, háttá "suç" söz konusudur.
Zira, yukarıdaki süreci frenlemek ve "ortalama Amerikalı"yı akl-ı selime çağırmak ne kelime, aksine, "bol kazanç?kolay ev" hayali yaratarak "beyin yıkama" operasyonunu tezgahladığı içindir ki, zaten bununla kendi mantıkçılığını sıfıra indirgeyen aynı "ricál", aynı zamanda da tüketicinin akılcılıktan uzaklaşması için ruhi ortam hazırlamış oldu.
***
KABUL, borsacısı, bankacısı, politikacıyla ceremesini belki bugün kendisi de kısmen çekiyor ama, esas olarak, faka bastırmış olduğu o yoksul ve orta sınıflarına çektirtiyor.
Artı, zincirleme işleyen küreselleşmenin bu defa da olumsuz etkisiyle, diğer bütün dünyaya çektirtiyor. Kaliforniya’daki villa havuzu dolmayınca, Çad’daki aş kabı da dolmuyor.
Oysa, bir ekonomik vektör olarak "devlet"e duyulan ihtiyaç da işte burada doğuyor.
Sınırlı müdahilliğini koruyarak "etkinler"i ve "edigenler"i o "akl-ı selim"e doğru yöneltsin; háttá gerektiğinde bunu empoze etsin ki, "iktisadi mantık" galebe çalabilsin.
Ultra-liberal sistemle süper-devletçi komünizm arasında bir "orta yol" olan ve sosyal demokrasiye yakın duran bu "Keynes’çi yaklaşım" konusunu başka bir yazıda işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2008
İKTİSADİ krizler konusunda en önce şunu vurgulayalım:<br><br>Hayır, bunlar kapitalist sisteme özgü değildir! Böylesine bir iddia bütün tarihi tahrif etmek anlamına gelir.
***
ÖYLE, çünkü buhranlar daha o tarihin ilk başlangıcından itibaren devreye girdiler.
Hiç durmadılar ve hep tekrarlandılar. Bir devr-i daim seyri izlediler.
Nitekim, göçebe insanlık daha avcılık aşamasındaydı ki, hayvanların eksilmesi ve göç yollarının değişmesiyle birlikte, henüz adı konmamış ilk "ekonomik kriz" yaşanmış oldu.
Aynı süreç feodal ve monarşik düzenlerde de sürüp gitti.
İklim dönüşümleri, doğal afetler, bulaşıcı hastalıklar, savaşlar, kıtlıklar vs., daima ve daima tüm toplumlara ve onların kolektif hafızasına damga vurdular.
Yeterli esir kalmadığından Mısır piramitlerinin inşasına ara verilmesi; veba etrafı kırıp geçirdiğinden Güney Avrupa sitelerinin çökmesi; yahut seferler ganimet getirmez olduğundan Osmanlı akçesinin düşmesi, maziyi belirlemiş olan iktisadi buhranlara sadece bir kaç örnektir.
***
ÖTE yandan, kapitalizm sonrasını oluşturacağı "vaat edilen" (!) "sosyalist sistem" için eğer Sovyetik modelleri kıstas alırsak, onların "hál-i pür meáli" daha en baştan itibaren korkunç bir felakete tekabül etti.
Bunlar ilk günden son güne, daima "ebedi ve ezeli kriz" yaşadılar.
Zaten aslına bakarsanız da, Rusya’da tarımı kolektifleştirmek ve artı-değeri sanayiye aktarmak dayatmasıyla birlikte milyonlarca köylünün ölmesi; Çin’de ise Mao’nun "Büyük İleri Atılım" hezeyanıyla birlikte yine milyonlarca insanının can vermesi, bütün tarih boyunca yaşanmış olan ekonomik buhranların en devasaı ve en korkunçlarını oluşturur.
Kaldı ki, komünist rejimlerin tek fiske vurulmadan ve dışarıdan en küçük müdahale olmadan çökmeleri, söz konusu "ebedi kriz"in zirveye ulaşmasından başka bir şey değildir.
O halde, özetlersek, kapitalizmin "kaçınılmaz olarak" kriz üreteceği tezi ne kadar doğru veya yanlışsa, bu varsayım diğer bütün sistemler için de aynı ölçüde doğru ve yanlıştır.
İnsanlık tarihinde "buhrandan muaf" (!) hiçbir toplum olmamıştır.
***
FAKAT tabii bütün bunlar ne yukarıdaki kapitalizmin sütten çıkmış ak kaşık olduğu anlamına geliyor; ne de "kader"e (!) boyun eğmek gerektiği yönünde bir "vaaz" oluşturuyor.
Madem insanların daha az acı çekmesini ve daha çok refaha kavuşmasını "ahláki" bir erdem addediyoruz, o halde tabii ki, bu acıları manen arttıran ve bu refahları maddeten azaltan buhranları da mümkün mertebe asgariye indirgeyecek çareler hakkında düşünmek zorundayız.
Ancak heyhat, söz konusu çareler gökten zembille inmiyorlar! Kesin reçete yok!
Hepsi iflas ettiler diyecek kadar ileri gitmiyorum ama, modern ekonomi kuramlarının ortaya atılmaya başlandığı 17., hátta 16. yüzyıldan beri, şekillendirilmiş olan tüm o kuramlar ve öngörülmüş olan tüm o hipotezler ya eksik kaldılar, ya da yanlış rotalara sürüklediler.
Bu "gerçeğe toslama" olgusu, iradi müdahilliği zirveye çıkartan Marksist iktisat teorileri için haydi haydi geçerlilik taşıyor ama, sırf onlarla da sınırlı kalmıyor.
Zıt kutupta yer alan "bırakınız yapsınlar"cı ultra liberal teorileri de kapsıyor.
Hatta çoğu defa, "ılımlı" veya "orta yolcu" teoriler de "derde deva" sunmuyor.
Çünkü, zaten binbir faktörün devreye girdiği sonsuz çetrefil bir yumaktan oluşan iktisadi ilişkileri ayrıca, hem günümüz kürelleşmesindeki muazzam etkileşim dinamiği, hem de bilhassa, mutlaka rasyonellik yansıtmayan insan ruhiyat ve davranışları belirliyor.
Ve pek çok krizin kökenini de ekonominin illá kötü yönetilmesinde değil, söz konusu insani reflekslerin öngörülemezliğinde aramak gerekiyor ki, bunu cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2008
ASLINA bakarsanız, bugünkü küreselleşme süreci dahil, hálen içinde yaşamakta olduğumuz siyasi - iktisadi sistemin ana temelleri, 1941 yılının 14 Ağustos’unda atılmıştır. Şöyle ki, savaş içindeki İngiltere Başbakanı Churchill’le, henüz savaşa girmemiş ABD Başkanı Roosevelt, Nazizm karşısında tek başına kalmış bu birincinin "zengin akraba"dan alabileceği yardımları tesbit için, Kanada’nın Terre Neuve sahili açıklarında buluşmuşlardı
Temaslar bitiminde de, tarihe "Atlantik Şartı" olarak geçen Deklarasyon yayınlandı.
*
BU bildirge esas itibariyle, aynı Franklin Roosevelt’in yine aynı yılın Ocak ayında yapmış olduğu ve "Dört Özgürlükler" diye tanımlanan Kongre konuşmasının, savaş sonrası gelişmeler göz önüne alınarak, uluslararası boyutları biraz daha genişletilmiş bir şeklidir.
İfade serbestisini; dini inancı; refah azmini ve korkusuz davranmak haklarını kapsar.
Son iki madde de aslında, iktisadi Amerikan liberalizminin dünyaya bakışını özetler.
Serbest piyasa olacak ki, refah için zorunlu girişimciliğinin önüne engel çıkmayacak.
Korkusuzca davranılabilecek ki, mülkiyet temelleri konusunda endişe duyulmayacak.
Artı, "Atlantik Şartı", çok "Amerikánvari" bu "Dört Özgürlükler"e ek olarak, dolaylı yönden bile olsa, daha "Avrupai" bir "ináyetli devlet" kavramını çağrıştırır.
Savaş sonrasının Yaşlı Kıta’sında devreye girecek olan "sosyallik"i haber verir.
*
İŞTE, yukarıda birer "ilke" olarak teorileştirilmeye başlanan "iktisadi - siyasi yön" bugün de dünyayı belirlemeyi sürdürüyor.
Nitekim, 1945 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin aslında "Atlantik Şartı"nı devam ettirmesi bir yana, halen de en önemli uluslararası finans kurumu olan IMF’in 1944’deki Bretton Woods antlaşmasıyla; şimdiki Dünya Ticaret Örgütü’nün "ağababa"sı durumundaki GATT’ın ise 1948’deki gümrük ve tarifeler müzakereleriyle ortaya çıkması, Kanada açıklarında saptanmış olan bir "yeni dünya düzeni"nin doğal uzantısıdır.
Yani, bugünkü "yenilik" aslında 67 yıl önceki bir "eskilik"e tekábül etmektedir.
*
VE şüphesiz ki, söz konusu "yeni dünya düzeni" diğer "Yeni" Dünya’nın eseridir.
Çünkü, biçáre durumdaki Winston Churchill’in Okyanus ötesindeki "akraba"dan yardım istemek zorunda kalmasıyla birlikte, Yaşlı Kıta’nın devri tamamen kapanmıştır.
Aslında 1. Harp ertesindeki "Wilson Prensipleri"yle kısmen başlayan, fakat hem ABD’nin tekrar tecritçiliğe dönmesiyle, hem de 1929 kriziyle kısmen kesintiye uğrayan "Amerikan yüzyılı" artık yerküreye kesinkes damga vurur olmuştur.
Háttá, kendi adıyla anılan yardımın mimarı durumundaki Washington Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 1947 yılındaki ünlü Harvard konuşmasında, "biz Avrupa’nın ayağa kalkmasına gayret edeceğiz ama, Avrupalılar da birleşsin" dediği düşünülürse, bugünkü AB’nin dahi Beyaz Saray’ın iradesinden doğmuş olduğunu söylemek yanlış oluşturmaz.
*
O halde demek ki, kapitalist sistemin genel zaafları bir yana, yaşamakta olduğumuz buhran da dahil, yukarıdaki "Amerikan yüzyılı"nın bir anlamda "ceremesini çekiyoruz".
Yani, nasıl ki önce 2. Savaş ertesinin "altın atmışlar" diye anılan refah trendi; sonra da Soğuk Savaş bitiminin küreselleşme atılımı son tahlilde "Amerikanvari ekonomi"nin olgun ve leziz meyvelerini oluşturuyorlardı; bunun tersine, krizler, resesyonlar, duraklamalar da yine aynı "Amerikanvari ekonomi"nin ham ve acı meyvelerini tattırıyorlar.
Tabii burada "Amerikanvari ekonomi" derken sırf iktisadi şemayı kastetmiyorum.
Hayat tarzı ve tüketim kültürü başta, genel psikoloji ve sosyolojiyi de çağrıştırıyorum.
Yarın, krizin insani boyutunda çok önemli rol oynayan bu iki öğe üzerinde duracağım.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2008
EVET, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın "Ulusa Sesleniş" konuşmasında yaptığı "Türkiye’nin krizden etkilenmesi sınırlı kalacak" tahmini bir dereceye kadar tartışılabilir. Doğrusu ve yanlışı, artısı ve eksisiyle, üzerinde fikir yürütmeye açık bir öngörüdür.
Fakat buna karşılık, yine bir tahmin olarak dile getirse bile, söz konusu krizin şimdiden inişe geçmiş olduğu yönündeki diğer saptaması gerçekle bağdaşmamaktadır.
Fazlasıyla iyimserdir ve öznel dilekleri fazlasıyla nesnel olguların yerine koymaktadır.
***
ÖYLE, çünkü bütün göstergeler, dünyanın şu an yaşamakta olduğu çok vahim iktisadi buhranın aslında henüz başlangıç aşamasında olduğunu ortaya koyuyor.
Şöyle ki, küresel mali sistemlerdeki muazzam çöküş, buzdağının yalnız görünen kısmını yansıtıyor. Sadece bir zahiri manzara sergiliyor.
Ve doğru, kendimizi sırf bu açıyla sınırladığımız takdirde de, Erdoğan’ın tahmini ilk bakışta haklı ve isabetliymiş gibi gözüküyor.
Zira, o "ultra liberal" ABD dahil, kısmen Keynes’çi müdahilliğe meyletmek zorunda kalan devletlerin "banka kurtarma operasyonları"na yoğunluk vermesi ve ellerini bizzat "hamura bulaması", sanki krizdeki zirve noktanın aşılmış olduğu izlenimini vermektedir.
Oysa yukarıdaki gelişme yanıltıcıdır.
***
YANILTICIDIR, çünkü finans sektöründeki kaosun reel sektöre yansıması; yani tüketim, dolayısıyla üretim seviyesindeki düşüşün artması ve buna bağımlı olarak da işsizlik oranının yükselmesi; diğer bir deyişle buhranın gündelik hayatımızı etkileyecek biçimde somutlaşması, tabii ki belirli bir zaman alacaktır.
Zaten de, aynı buzdağının su altındaki devása kesimi işte bu süreçte yatmaktadır.
Nitekim, unutmayalım ki, Başbakan’ın da atıfta bulunduğu 1929 krizi sırasında, Ford fabrikası işçileri veya Nevada çiftçileri yedikleri silleyi, Wall Street borsasının dibe vurduğu o meşhur "Kara Pazartesi" günü hissetmediler.
Daha sonraki hafta, ay ve yıllarda yaşamaya başladılar.
Bunun Yaşlı Kıta’ya sirayeti ise ancak ertesi sene gerçekleşti.
Ve heyhat, gelişmelerin bugün de aynı seyri izlemesi ihtimali çok yüksek gözüküyor.
Üstelik, mevcut küreselleşme göze alındığı takdirde, uluslararası plandaki zincirleme etkinin daha ileri bir seviyede yoğunlaşması gündeme geliyor.
***
ÖTE yandan, artık "verilmiş sadakamız varmış" diye mi şükredelim, yoksa "şerden hayır çıktı" mı diye avunalım bilemiyorum ama, bankacılık sistemimizin ve kredi borçlanmasının diğer kapitalist devletlerdeki kadar gelişmiş olmamasından ötürü, Erdoğan’ın öngördüğü gibi, Türkiye’nin vartayı nispeten "ucuz atlatması" da yine ihtimal dahilindedir.
Artı, ülkemizdeki iktisadi aktörlerin yine o "oturmuş" kapitalist devletlerdekilerine oranla daha elástiki davranabilmek marjına sahip bulunması, ayrı bir şans oluşturmaktadır.
Ne var ki, bu avantajların somut sonuçlar vermesi ve AKP liderinin ilk kullandığı ifadeyle "krizin Türkiye’yi teğet geçebilmesi"; hiç olmazsa en asgari etkiyi yapması için, Ankara’nın dört dörtlük bir "buhran yönetimi" gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Bunun için de, ekonomik paket ve ardındaki IMF antlaşması bir yana, yerel seçimlere rağmen iktidar partisinin popülist politikalardan kaçınması kesin zorunluluk oluşturmaktadır.
Zira yine unutmayalım ki, yukarıda dediğim gibi, küresel mali piyasalardaki kriz reel sektöre esas itibariyle, o seçimlerin yapılacağıi bahar aylarından itibaren damga vuracaktır.
O halde doğru, bir şansımız vardır, ama bu şans ancak iyi kullanımla meyve verebilir.
Yarın, kapitalist ekonomilerdeki dönemsel buhranların tarihi kökenlerini işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2008
İLK bakışta, Mumbai’de, yani bildiğimiz adıyla Bombay’da gerçekleştirilen terörist kaosun arkasında Pakistan parmağı aramamak gerekir. Yakalanan tedhişçilerden bazılarının bu devlet pasaportu taşıması ve saldırganların da muhtemelen söz konusu ülkede eğitilmiş olması, yukarıdaki varsayımı değiştirmez.
Tabii bunu saptarken İslamabad gizli servilerini unutmuyorum ki, tekrar geleceğim.
***
YUKARIDA, "ilk bakışta" diye vurgulayarak Pakistan parmağı aramamak gerekir dedim ama, aslında Bursa’daki sağır sultan bile biliyor ki bu ülke, düşman kardeşi Hindistan’ı istikrarsızlaştırmak için geçmişte pek çok terör eylemini organize ve finanse etti.
Ancak, bunların hepsinin ortak noktası daima, iki devletin kuruluşundan beri hálá paylaşılamamış olan Keşmir sorununda odaklaşıyordu.
Oysa, "Hindistan’ı seviyoruz ama Müslümanlara yapılan baskıyı kabullenmiyoruz" açıklamasını yapan ve üstelik, coğrafi Hint platosuna atfen kendilerini "Dekkan Mücahitleri" diye vaftiz eden tedhişçilerr, tábir caizse, "yerlilik kokuyorlar".
Başka bir deyişle, son eylem, fanatik Hindularınn 2002 yılında gerçekleştirdiği ve üç bine yakın Müslümanı vahşice öldürdüğü Guacerat katliamına tepki olarak, İslami inançtan Hintliler arasında da başgösteren şiddet eğilimlerinin bir uzantısı olarak şekilleniyor.
Dolayısıyla da, Bombay saldırısı daha ziyade, Yeni Delhi’nin önceleri fazla ciddiye almadığı ve tekrar Pakistan’a yüklediği ilk "intikam hareketleri"nden sonra, yine tábir caizse, bu intikamcılığın "taçlandırıldığı" (!) bir zirveye benziyor.
***
ÖTE yandan, teröristlerin çok genç olması ve beyinlerinin bildik biçimde yıkandığının anlaşılması, yoksulluk ve bağnazlık ekseninde ve "desperados" denilen türden "umutsuzluk insanları" devşiren klasik "İslami terörizm" varsayımını daha da çok güçlendiriyor.
Yani, "El Kaide" veya başkası, fokurdayan bir nebula durumundaki bu "sivil terörizm" ön plana çıktığına göre, "resmi" bir Pakistan "parmağı" tezi giderek uzaklaşıyor.
Hele hele, saldırı günü bu ülke Dışişleri Bakanı Şah Mahmud Kûreşi’nin Yeni Delhi ’ye gittiği ve Hintli meslektaşıyla iki devlet arasındaki ilişkilerin yumuşatılması için temaslara başladığı düşünülürse, İslamabad’ın iplerini çektiği iddiası gerçekten havada kalıyor.
Ancaaak!
***
ANCAĞI şu ki, yukarıda belirttiğim gibi, devlet içinde devlet niteliği taşıyan ve rakip fraksiyonlardan oluşan Paki gizli servisleri İSİ’nin siyasi kolu geçen Pazar günü lağvedildi.
Pakistan’da demokrasinin nispi pekişmesinden sonra, bu karar hanidir bekleniyordu.
Fakat o İSİ’nin güçünden ötürü de şimdiye kadar ertelenmek zorunda kalınmıştı.
Dolayısıyla, aynı servis kanatlarından birisinin, hükümeti zora düşürmek ve Hindistan’la normalleşmeyi baltalamak için, tam Kûreşi’nin Delhi ziyareti öncesinde, hazır beklettiği Bombay teröristlerini aktive ettiğini düşünmek, tamamen dışlanacak bir varsayım değildir.
Üstelik, henüz ihtiyat payını saklı tutmak gerekiyorsa da, Pakistan yapımı silahlarla donanmış olduğu açıklanan tedhişçilerin bir de Karaçi’den gemiyle yola çıktıklarını "itiraf" etmeleri, işin içinde İSİ parmağının bulunabileceği hipotezini biraz daha gerçekçi kılıyor.
Ama tabii, "Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" provakörlüğü az geldi, dün de gaipten aldığı yeni haberle "Yeni Şafak"ta, "saldırıların arkasında dolaylı da olsa ABD, İngiliz ve İsrail istihbaratının elini hissetmemek mümkün mü" diye teşhisi koyuveren o "zehir hafiye" komplo teorisyeni değilsek, gerçeğin aydınlanması için zamanı bekleyeceğiz.
Ve heyhat, bu zaman içinde de aynı tür provokatörler aynı cins komplo teorileriyle, Türkiye’den Hindistan’a, yeni "Dekkan Mücahitleri"nin beynini yıkamayı sürdürecekler.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2008
KENDİSİNİN de fazla kıymet-i harbiye atfetmediği "toyluk dönemi" (!) eserlerini hariç tutarsak, Karl Marx’ta "hümanizma", yani insancıllık ve insan sevgisi yoktur. Aksine, başta ütopik sosyalist Proudhon’un bu doğrultudaki yaklaşımını "felsefenin sefaleti" diye alaya aldığı polemik olmak üzere, "Kapital" yazarı hümanizmayı reddeder. Dolayısıyla, daha sonra Bolşeviklerin ve diğer komünistlerin o insancıllığı "Hristiyan merhameti" ve "burjuva avuntusu" diye yerden yere vurması bir tesadüf değildir. ***
AMA tabii bunu söylerken Marx’ta insan unsurunun bulunmadığını iddia etmiyorum. Tam tersine, Trier’li Alman tüm ideolojisi insan teması üzerine kurmuştur.
Ne var ki, onun insanı da, insancıllığı da soyuttur. Kavramsaldır. Teoriktir. Soğuktur. Her şeyi üretim ilişkileri üzerine oturttuğundan ve kendisinin "altyapı" dediği o ilişkilerin, yine kendisinin "üstyapı" diye tanımladığı sosyal ve ruhi bütünü belirlediğini vaaz ettiğinden, Karl Marx’ın insanı "homo economicus" denilen türden bir "iktisadi insan" dır. Bu yüzden de, Marx’a göre, insanı özgür ve mutlu kılabilmek için emek sömürüsünü ortadan kaldırmak, dolayısıyla mülkiyet ve üretim ilişkilerini değiştirmek gereklidir. Şarttır. Gerisi fasa fisodur ve cerahatli yaraya yüzeysel bir merhem sürmekten öteye gitmez. Peki de, her şeyi ekonomiyle açıklayan Marx’ın o ekonomi teorisi doğru mudur. Hayır !
***
TABİİ , böyle kestirmeden "hayır" derken, "artı değer" veya "kár haddinin tedrici azalımı" gibi, "Kapital" yazılmadan önce de bilinen teorilerin fos olduğunu söylemiyorum. Ancak, bunların doğruluğu Marx’ın vardığı sonuçlardaki yanlışlığı değiştirmez.
En önce, sonsuz çetrefil bir varlık olan insan ve insan ruhiyatı ne üretim ilişkilerine, ne de iktisat denklemlerine indirgenebilir. Yani, o "altyapı" illá o "üstyapı" yı tayin etmez. Emeğinin "sömürülmesi" (!); háttá, Karl Marx’ın arzuladığı gibi bunun bilincine de varılması, o insanın fıtratını belirleyen inanç, din, aidiyet, millet, töre gibi unsurları sıfırlamaz. Aksine, bunlar çoğu defa "emek sermaye" çelişkisine haydi haydi ağır basarlar. Nitekim, 1. Harp patlar patlamaz, bizzat Marx’ın kurduğu Enternasyonel’in derhal çatırdaması ve "vatanı olmadığı" iddia edilen proleterlerin diğer proleterlerle savaşmak için koşa koşa cepheye gitmesi, daha sonra sayısız defa tekrarlanacak örneklerden sadece ilkidir. Hayır, insan benliği iktisat teorilerine itaat etmemiştir, etmemektedir ve etmeyecektir.
***
ÖTE yandan, kapitalizmin konjonktürel krizleri dahil, Karl Marx’ın yapmış olduğu burjuvazi sermaye tahlillerinde yine kısmi doğruluk payı vardır ama, sonuç tekrar yanlıştır. Ölümünden bir buçuk asır sonra, "vahiy" olarak haber verdiği, kapitalizmin kendi kendini yok edeceği asla savı gerçekleşmemiştir. Daha ötesi, emáresi dahi sezilmemiştir. Aksine, kapitalizm sanayi devrimine bir de teknoloji ve bilişim devrimlerini eklediği ve artı-değer zenginleşmesi daha geniş dağıttığı için, burjuvazi proletarya ikilemi Marx’ın yine kesin addettiği o "antagonik" zıtlaşmaya ulaşmamıştır. Çelişkiler yumuşamıştır. Eski proletarya yeni ara sınıflar doğurmuştur. Onlar "burjuva hissiyat" a meyletmiştir. Üstelik, Sovyetik deneyin ipucunu verdiği gibi, mülkiyet ilişkilerinin değişmesi ne yukarıdaki artı-değer ve sermaye birikimi süreçlerini farklı kılmıştır; ne de bir organizasyon aygıtı olarak aslında mutlaka zorunlu olan devletin ortadan kalkacağı hipotezi doğrulanmıştır.
Nihayet, Marx "iktisadi insan" la soyutlaştığı için, kapitalizmde somut olarak varolan "insani" rekabet dürtüsünün ve Weber’ci etik kaygısının yarattığı dinamiği görememiştir. Ve, yukarıdaki yanlışlar, eksikler ve bazen hezeyanlar hayatın pratiğinde ispatlandığı içindir ki de, Karl Marx’ın ve Marksizmin geri döneceğini düşünmek başka bir hezeyandır.
Düzeltme: Dünkü yazımda "teslis" i "tehlis" diye yazdığım için okuyuculardan özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2008
MALÛM, Latincede "bin" rakkamını tanımlayan "mille" sözcüğüyle, yine o lisanda "sene" anlamına gelen "annus"un birleşiminden oluşmuş "millenium" diye bir kelime var.
Malûm dedim, zira sekiz yıl önceki 2000 tantanası sırasında biz de buna aşina olduk.
Ayrıca, aynı kökenden türetilen "milenarius" veya Fransevi şekliyle "millenarizm" diye bir deyim daha mevcut ki, dini içerikli bu terim Batı ilk ve orta çağlarına uzanır.
Şöyle ki, Eski Ahit’te yer alan bazı bölümler; özellikle de, Klise tarafından "sapkın" sayılsa bile yine de popüler Hristiyanlığın harcını yoğurmuş Mahşer kitapları, Türkçeye belki "binincilik" diye tercüme edebileceğimiz bir gaipten haber verme durumu üzerine kuruludur.
Bunlar genel olarak, İsa’dan itibaren saymak kaydıyla, bin yıl sonra Deccal’in geleceğini; ardından Kıyamet’in kopacağını; nihayetinde de Mesih’in ineceğini öngörür.
Yazının Devamını Oku