25 Kasım 2008
YENİLEN pehlivan güreşe doymazmış misáli, temcit pilavı gibi tekrar ısıtılarak geri döndüğü iddia edilen şu "Marksizm" gerçekten de var mı? Oldu mu? Olmuş muydu?
Bizzat Karl Marx’a sorarsanız, hayır! Kendisi bu sıfatı ilk andan itibaren reddetmişti.
Nitekim, hem dönemin sosyalist düşünürleri arasında yer alan, hem de damadı olan Paul Lafargue’ye gönderdiği mektupta, "Şu kesin, ben Marksist değilim" diye vurgular.
Yoldaşı Frederich Engels’e yolladığı diğer bir mektupta ise hem "Marksist"leri, hem de "anti-Marksist"leri "hepsi ortak cins adamlar" diyerek, hakaretámiz biçimde tanımlar.
"Marksizm" teriminin lûgate girmesi "Kapital" yazarının ölümünden sonraya uzanır.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2008
Emniyet’te binen yeni yolcular arasında, bu defa mahrem giyinmiş ama kulaklarında yine "i-pod" dinleyen başka bir genç kız var. Hoparlördeki ses "gelecek durak Topkapı" anonsunu yapıyor. Ben, gelecek durak modernite, demiş olmasını tercih ederdim. Sınıfların dağılma saati, Aksaray’da sağır-dilsiz okulunun öğrencileri biniyorlar.
Biniyorlar ve tüm yaşıtları gibi, şen şakrak, sahanlık aralığında gevezeliğe başlıyorlar.
Şu farkla ki, yalnız kendilerinin anlayabildiği o sessizlik dilinden konuşuyorlar.
Fark ettirmeden, işaretleri dikkatle inceliyorum. Hemen hiçbir şey çıkartamıyorum.
Aynı öğrencilere dahil olan ve nispeten ötekilerde uzak duran çok sevimli bir kız, bankette oturan ve kulaklıklarıyla "i-pod" dinleyen diğer bir kıza gıptayla bakıyor.
Yahut, bana öyle geliyor. Öyle olması gerektiğini düşündüğüm için bana öyle geliyor.
Sonra, önce metronun elektrik motorları çalışıyor ve ardından, hem Türkçeyi, hem İngilizceyi mükemmel telaffuz eden kadın sesi hoparlörlerden güzergahı anonsu ediyor.
Kapılar kapanıyor, katar kalkıyor ve kurşuni gökyüzünü terk ederek zifiri tünele giriyor.
Aynı ses "gelecek durak Emniyet" diye haber veriyor.
AYAKTA I-POD DİNLEYEN KIZ
Emniyet’te binen yeni yolcular arasında, bu defa mahrem giyinmiş ama kulaklarında yine "i-pod" dinleyen başka bir genç kız var.
O da ayakta duruyor ve müziğe tempo tutuyor.
Sonsuz hoşuma gidiyor ve çok eski bir New York metrosu sahnesini hatırlıyorum.
Yanılmıyorsam 56. Sokak İstasyonu’ndaydım ve hicába bürünmüş bir zenci kız hem göğsünde Kaddafi’nin rozetini taşıyordu; hem, başlığını kasten göstererek, elindeki "İslami hassasiyetten" dergiyi teşhir ediyordu; hem de o zamanlar henüz yeni çıkmış "walkmen"in ritminde sallanarak, çok muhtemelen en son rock parçasını dinliyordu.
Hoparlördeki ses "gelecek durak Topkapı" anonsunu yapıyor.
Ben, "gelecek durak modernite" demiş olmasını tercih ederdim.
Sağmalcılar’a kadar vagondaki sosyal kimlikleri ayırt ediyorum.
Yani, kendi kendime oyun oynuyorum. Kim nerede inecek?
Káh taşıdıkları valizlerle, káh konuştukları lisanlarla zaten hemen belli olan ve genel olarak, taksiden tasarruf eden Ortadoğu ve Doğu Avrupa ülkesi vatandaşlarından oluşan tek tük havaalanı yolcularını hariç tutarsak, biliyorum ki Zeytinburnu’nda ayrışma gerçekleşecek.
Daha mütevazı insanlar, daha pejmürde kıyafetliler, daha mutaassıp görünümlüler orada hat değiştirecekler ve Bağcılar istikámetine yönelecekler.
Háttá belki de varoşlara kalkan minibüslere doğru seğirtecekler.
Diğerleri ise, kıyı boyundaki "iyi mahalleler"i yalamaya devam edecek olan bu metroda kalacaklar.
Fakat, bu da kesin bir kural oluşturmuyor.
Meselá eminim, belli etmemek için çok alçak sesle Sırpça konuşan şu nur yüzlü ihtiyar kadın, torunuyla birlikte Yenibosna’ya kadar gidecek.
Tersine, bu defa yüksek sesle Kürtçe konuşan ve muhtemelen havaalanı altyapısında çalışan üç genç adam ise, yine muhtemelen, son durakta inecekler.
Demin "i-pod"lu kıza gıptayla baktığını düşündüğüm sağır-dilsiz kız ise hem hazırlanmaya başladı, hem de Aksaray’dan beri ilk defa arkadaşlarına işaret yaptı.
Demek o da gelecek istasyonda inecek.
Zaten de hoparlör "gelecek durak Kartaltepe" anonsunu yapıyor.
NEXT STATION COACH STATION!
İşte yanıldım. Bagajlarından dolayı havaalanı yolcusu olduğunu sandığım Ortadoğulu çift Otogar’da dışarı çıktı.
Zaten diğer yolcuların yabana atılmayacak bir bölümü de indiler.
Artı, o hoparlörün "gelecek istasyon Otogar"ı İngilizce anons edişi çok hoşuma gitti.
"Next station Coach Station"! Aşağı yukarı, "nekst steyşın, ko’aç steyşın"!
Teláffuzu tam kafiyeli düşüyor ki, bu defa başka New York metrosunu hatırladım.
Çok, çok uzun yıllar önce, bütün zorluklara rağmen tiyatro aktörü olmaya karar vermiş bir Yahudi genci anlatan ve "Kainatın Başkenti"ndeki geleneksel bohem semte atfen de "Gelecek İstasyon Greenwich Village" başlığını taşıyan enfes bir film görmüştüm.
Ve o genç adam, nispeten tenha bir saatte, sözü geçen metro istasyonunda avazı çıktığı kadar bağırarak dünyaya meydan okumuştu ki, bundan ben de cesaret bulmuştum.
Ama tabii, ben de burada aniden dışarı fırlayarak, "nekst steyşın, ko’aç steyşın" diye haykıramam.
Bakırköy zaten uzak değil, acil servisle orayı boylarım.
Her neyse, hoparlör şimdi, "çocuklu, yaşlı ve özürlü yolcularımıza yerlerini bıraktıkları için, oturmakta olan yolcularımıza şimdiden teşekkür ederiz" gibisinden "siyaseten doğru" bir anons yapıyor.
Artık başkalarına yer bırakmam gereken yaşı geçtiğim için sevinmem mi, yoksa üzülmem mi gerektiği konusunda mülahazalara dalıyorum.
Sonra, aynı berrak kadın sesi, "gelecek istasyon Davutpaşa" diyor.
DURMAKSIZIN ANONSLAR
Kürt gençlerden birisinin telefonu çaldı. Bütün vagonun işiteceği sesle konuşuyor.
Aparatı arkadaşına veriyor, arkadaşı arkadaşına veriyor, konuşma sürüyor.
Metro bazen yerin altındaki karanlığa giriyor, bazen yerin üstündeki karanlığa çıkıyor.
Solda nadiren kurşuni deniz, sağda ise yapılar ve otoyollar seçiliyor.
Hoparlör "gelecek istasyon Merter, gelecek istasyon Zeytinburnu, gelecek istasyon Bahçelievler" diye durmaksızın anons yapıyor.
Yolcular iniyor ve yolcular biniyor. Metro gidiyor ve metro duruyor.
Sonra, "gelecek istasyon" mu?
Hangi istasyon?
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2008
FESÜPHANALLAH, Karl Marx ve marksizm geri geliyormuş!<br><br>Meğer, yaşanmakta olan küresel kriz kapitalizmin kaçınılmaz iflasını tekrar ispatlamış da, dolayısıyla, pabucu dama atılmış olan Alman ideoloğun kıymeti yeniden anlaşılıyormuş. Tekrar fesüphanallah!
***
EVET, yerli ve yabancı, şu sıra bu doğrultuda kalem oynatanların haddi hesabı yok!
Batı’da adı ciddiye çıkmış dergiler var ki, Trier’li sakallının pabuç kadar portresini kapak yapıyorlar ve "Marx dönüyor mu" gibisinden sansasyonel başlık atıyorlar.
Bizde de, aslında o Marx’ın "m"sinden dahi bihaber olan ve üstelik, en anti-marksist "ulusalcılık" hezeyanına bel bağlayan cahiller, oradan aldıkları gazla aynı telden çalıyorlar.
Ha gayret, "Avrupa üzerinde komünizm hayaleti geziyor" diyen 1847 "Manifesto"suna atfen, "dünyanın üzerinde marksizm hayaleti geziyor" diye göz dağı verecekler.
Aman aman, pek korktum!
***
LÁTİFE bir yana, en önce şunu söyleyeyim ki, bugünkü moda, evet m-o-d-a, sadece son kırk senede ve sadece benim gördüğüm ü-ç-ü-n-c-ü Karl Marx furyasını oluşturuyor.
Birincisi, yine Batı’daki 1968 isyanıyla başlamıştı. Dünyayı çabucak sarıverdi.
Zaten, cereyana göğüs geremeyecek ölçüde toy ve sürüye uymayı reddemeyecek kadar avanak olan bu satırlar yazarı da tam o vakit tongaya basmıştı.
Anafora kapılıp, marksizme ve dolayısıyla, "cinnet yılları"na bodoslamadan dalmıştı.
Sonra, elde var hüzün, gerisini aşağı yukarı hepimiz biliyoruz.
***
İKİNCİ m-o-d-a ise tamamen "Amerikanvari" biçimde zuhur etti.
Yanılmıyorsam seksenli yılların başında olacak, John Reed’in "Dünyayı Sarsan On Gün" kitabından esinlenen ve "Kızıllar" adını taşıyan gayet romantikalı bir Hollywood filmi piyasaya çıktı ki, o ne, en nane mollalar dahil, yer gök yine ániden "marksist" (!) kesildi.
"Kapital"i tezgáh önüne çıkartan kitapçılar "yok" sattılar.
"Sanayi ötesi toplum perspektifinden artı değer teorisinin güncelliği" gibisinden bilgiç ekran tartışmaları düzenleyen televizyon istasyonları da "reyting" rekoru kırdılar.
Bunun da sonrasını biliyoruz, daha Berlin’deki "Duvar"ın beton arme demirleri tuz buz edilmemişti ki, son kırk yılın bu ikinci Marx modası yine balon gibi sönüverdi.
Ve, şu an yaşamakta olduğumuz üçüncüsünün de akibeti hiç farklı olmayacak!
***
BUNU, "esas" (!) Karl Marx’ı marksizmle köprüleri attıktan sonra; daha doğrusu, o köprüleri atma sürecinin sancıları içinde ve de hakkıyla incelemiş birisi olarak söylüyorum.
Yani, aynı "cinnet yılları" sırasında bir nevi resmi ideoloji olarak yuttuğum ve armut piş, ağzıma düş şeklinde formüle edilmiş olan "reel sosyalist" ilmihalleri kenara bırakıyorum.
Başka bir deyişle, şüphesiz ki çok önemli bir filozof ve ekonomist olan Marx’ın ve yoldaşı Engels’in hakkını yememek için, onlara getirilmiş olan Sovyet, Çin, Yugoslav, Küba vs. yorumlarını ve basitleştirilmiş propaganda içeriklerini hesaba katmıyorum.
Diyelim ki, her ikisini de kendileri adına işlenmiş "günahlar"dan arındırıyorum.
***
VE, bütün bu "iyiniyet"ime rağmen dahi, marksizm bir ö-z olarak da yan-lış-tır!
Çok daha vahimi, hem felsefi, hem iktisadi açılardan totaliter nüve barındırmaktadır.
Ne o reel sosyalist "günahlar"ın işlenmesi, ne de "ulusalcılar"ın bile "marksist" kesilmesi, gökten zembille inmiş tesadüfler değildir. Cemaatin suçu imamın vaazında gizlidir.
Marx’ın ve marksizmin neden dö-ne-me-ye-ce-ği-ni salı günü derinleştireceğim.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2008
TELEFONDAKİ kızım haniyse hüngür hüngür ağlıyordu. Duyunca, önce içim gitti.<br><br>Yirmi senelik ve en iyi arkadaşıyla bozuşmuş. Bir daha da görüşmemeye karar vermiş. Nedenine gelince, öbür kız muazzam bir "komplo teorisyeni" kesilmiş.
Son ekonomik kriz dahil dünyadaki tüm gelişmeleri sabık hanedan ve soylulardan oluşan uluslararası bir gizli örgütle, bilûmum Yahudi cemaatlerinin yönelttiğine inanıyormuş.
Meğer mavi kanlı birinciler, iktidarları terketmiş olmanın intikamını alıyorlarmış.
İkinciler ise İbramoğulları hakimiyetini kurmak için böyle bir kumpas peşindeymişler.
Ve, arkadaşı kerimemi de bu zırvalara ikna etmek için elinden geleni ardına koymamış.
Fakat tabii babası gibi mantıki aklın dışına taşmayı reddeden kızım, ilkokuldan beri süren derin dostluğa rağmen, böylesine hezeyanlar karşısında ipleri kopartmak kararı almış.
***
EVET, önce içim gitmişti ama sonra teselli bile etmedim. "İyi yapmışsın" dedim.
Háttá, "yolladığın postaya bir de koccaman bir ’s-a-l-a-k’ yazsaydın" diye ekledim.
Fakat, şaşırdım. Şaşırdım, çünkü o Belçikalı kızı ben de yakından tanıyordum.
Çocukken gayet aklı başında birisiydi. Liseyi de iftiharla bitirmişti.
Üstelik, babası avukat ve politikacı; annesi ise doktor, hali vakti yerinde bir familyaya mensup olmanın ötesinde, kültür bab’ında da kalburüstü sayılabilecek bir aileden geliyordu.
Ve şu işe bakın ki, yaş otuza geldikten sonra, sen AB başkentinde "komplo teorileri"yle yaşayacaksın ve dünyanın görünmez eller tarafından yönetildiğine iman edeceksin.
***
ÖTE yandan, meçhul meşhurlara dahil olan kıtıpiyoz yazarın adını unuttum ama, Fransa’da verilen "İnterallile" edebiyat ödülünü "İlk İlke, İkinci İlke" adlı roman kazanmış.
Yeni zengin müsrifliğiyle harcayacak vaktim yok, kitabı değil gazete haberini okudum.
Bütün kurgu Prenses Diana’nın trafik kazasındaki ölümü üzerine kuruluymuş.
Ve de tabii ki, açıkça değilse bile tereddüte mahal bırakmayacak çağrışımlarla, İngiliz asilin aslında bir cinayete kurban gittiği izlenimi yaratılıyormuş.
Buyrun bakalım! Kaza ertesi bini bir paradan işportaya düşen ve en ufak bir şekilde doğrulanmayan "komplo teorisi" bu defa da karşınıza "edebiyat" (!) olarak çıkıyor.
Üstelik, altıgen ülkedeki ciddi ödüllerden birisini kazanabiliyor.
Yayınevi ellerini oğuşturuyordur, çünkü kalıbımı basarım ki roman "yok" satacak.
***
EVET evet, şu melûn ve meşûm "postmodern zamanlar"ın en büyük illetini; en habis urunu; en cerahatli yarasını "komplo teorileri"ne duyulan inanç oluşturuyor.
Korku ve cehalet, mantık ötesini de "mantıkileştiren" (!) bir zihin şeması üretiyor.
Hayatı daima "gizli eller"in yönettiği, tartışmasız bir "a priori" olarak kabul görüyor.
Ve yukarıda kasten örneklediğim gibi, bu çağdaş veba sırf Türkiye’de kol gezmiyor.
İşte, Avrupa başkentinde yaşayan ve de kalburüstü familyadan inen o avanak kız ciddi ciddi, dünyayı sabık soyluların ve Yahudi önderlerin idare ettiğine inanmıyor mu?
İşte, Prenses Diana’nın suikastte katledildiğini çağrıştıran uyduruk roman Fransa’da büyük ödül kazanıyor ve de kitapçılarda "top" listeye çıkıyor mu?
O halde, "bölünmek" dehşeti soluyan bizim ülkemizde de "Sevr paranoyası"nın hüküm sürmesini; 11 Eylül’ü bizzat ABD’nin düzenlediğine inanılmasını; veya son "parlak zeká" (!) nûmunesi, Somali açıklarındaki korsanlığı, bölgeyi zaptetmek için yine aynı ABD’nin tezgahladığına dair yeni komplo teorisi yumurtlanmasını, "normal" karşılamak gerekiyor.
Burada "normal" olmayan tek bir şey var ki, zaten hepsini birden kapsıyor.
Onu da, tüm dünya sathında aklını peynir ekmekle yiyen ve tüm insanlık áleminde mantığını iblise satan şu melûn, şu meşûm ve şu lánet "postmodern zamanlar" oluşturuyor.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2008
DAĞ fare doğurdu diyemeyeceğim, çünkü ortada zaten gerçek anlamda bir dağ yoktu.<br><br>Velev ki zirvesinde dünyanın en kaymak tabakasını buluştursun, yine de yoktu! Anladınız, hafta sonu Washington’da gerçekleşen ve Türkiye’nin de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından temsil edildiği "G-20" doruk toplantısını kastediyorum.
***
EVET, ABD başkentindeki oturumdan fazla "dişe dokunur" bir şey çıkmadı.
Zira, çok derin ve vahim bir buhran yaşayan dünya ekonomisini "hale yola sokmak" amacıyla kızağa konulmuş olan bu zirvede, liderler ancak genel hatları saptamakla yetindiler.
Krizi aşmak için eşgüdümlü davranılması; piyasalara kısmen müdahele edilmesi ve "atılımda olan ülkeler"in daha çok söz hakkına sahip olması gibi "ilke kararları" aldılar.
Somut tedbirleri ise daha sonraya, muhtemelen 2009 baharına bıraktılar.
***
ASLINA bakarsanız, "G-20" nihayetinde yayınlanan ortak bildirinin böylesine yuvarlak ve muğlak ifadelerle noktalanması hiçbir şekilde sürpriz oluşturmuyor.
Çünkü, cumartesi günü ve tam zirve öncesinde belirttiğim gibi, ağır aksak ve kör topal olsa dahi dünya ekonomisinde hálá motor rol oynayan ABD şu an bir geçiş dönemi yaşıyor.
Yani, Barack Obama’nın başkanlığı resmen devralacağı 20 Ocak tarihine dek, Bush yönetiminin elini taşın altına sokmak istemesini son derece doğal karşılamak gerekiyor.
Ancak yine de, zirvenin boşa atılmış bir kuru sıkı mermi olduğunu söyleyemeyiz.
***
SÖYLEYEMEYİZ, çünkü Birleşik Devletler başkentinde gerçekleşen oturum, zaten hanidir görünmekte ve yaşanmakta olan bir olguyu modern tarihte ilk kez resmen tescil etti.
O da şu ki, "çevre" artık "merkez"le aşık atmaktadır!
En azından, nefesini ensesinde hissettirecek ölçüde, onu yakından izlemektedir.
Ve de, bizzat aynı "merkez" bunu kabullenmektedir. İster istemez onaylamaktadır.
Başka bir deyişle, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ve yukarıda "atılımda olan ülkeler" diye tanımlanan o "çevre" veya diğer tabirle "periferik" devletler, ABD - AB - Japonya eksenli klasik "merkez" devletler tarafından çok ciddi biçimde káale alınır oldular.
Háttá, "krizden çıkış için ortak davranmaları" istenecek kadar ön plana geçtiler.
Zaten aslında, "zenginler klubü" durumundaki "G-8"den sonra bir de genişletilmiş bir "G-20"yi yaratmak ihtiyacının doğması dahi, bunun en somut göstergesini oluşturuyordu.
***
ÖYLE, zira en önce, küreselleşme dinamiğinden dolayı dünya ekonomisi sonsuz biçimde içiçe geçmiş durumdadır. Kimin eli kimin cebinde, artık belli değildir.
Örneğin, Çin ABD’ye oluk oluk borç vererek Amerikan kamu borcunu finanse ediyor.
Türkiye de AB’de fabrikaları kapanan otomobilleri üreterek yine o AB’ye satıyor.
Sonra, yine o küreselleşme sayesinde, daha düne kadar "atılımda olan" değil mahçup bir "kalkınmakta olan" deyimiyle tanımlanan ülkeler, bugün gerçekten atılıma geçtiler.
Tekrar Çin ve Hint; artı, Kore’den Güney Afrika’ya bir dizi "periferik devlet", eskiden "merkez devletler"in tekelinde olan yüksek teknolojilerde dahi onlara rakip çıkıyor.
Ve işte, "G-20" zirvesi bu olguyu ilk kez böylesine açık açık ve böylesine dobra dobra tescil ettiği içindir ki de, "sol"daki Brezilya’dan "sağ"daki Endonezya’ya, Washington’a gitmiş olan "çevre ülke liderleri" oturumu "tarihi" diye nitelemekten çekinmediler.
***
EVET, söz konusu zirve aldığı kararlarla değil, yaptığı tesbitlerle "tarih"e geçti.
"Merkez"in kaymakta ve "ayaklar"ın tedricen "baş" olmakta olduğunu saptadı.
Bunun "en baş"taki bir ABD başkentinde gerçekleşmesi de ayrı bir tecelli oluşturdu.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2008
RUHUNA el Fatiha, kısaca "BOP" denilen şu meşhur "Büyük Ortadoğu Projesi", Irak parlamento ve hükümetinin önceki gün aldığı ve ülkedeki ABD işgalinin en geç 2011 yılında sona ermesini öngören kararla, artık tamamen mezara gömüldü. Fakat aslına bakarsanız, dünya kamuoyuna ilk kez George W. Bush’un 26 Şubat 2003 tarihli ünlü konuşmasıyla duyurulan bu plan zaten baştan ölü doğmuştu.
Velev ki "ultra süper güç"ün dayatmasıyla daha sonra uluslararası gündeme gelmiş olsun, bunlar afaki projenin ana rahminden ölü çıkmış olduğu gerçeğini değiştirmedi.
Zira, kendisine bütün bir coğrafyayı "demokratikleştirmek" misyonunu vehmeden o "BOP" her şeyden önce, aynı demokrasinin "ana ruh"una aykırı bir gelişme oluşturuyordu.
***
ÖYLE, çünkü projenin ideoloğu ve mimarı durumunda olan ve "neo-con" denilen Amerikan yeni muhafazakarları bir anlamda "liberal jakoben" kimliğine bürünmüşlerdi.
Başka bir deyişle, iradeci bir çaba ve ceberrut bir sopayla bölge devlet ve halklarına "demokrasi" dayatmak istiyorlardı.
Oysa, bu yaklaşım zaten daha ilk andan itibaren liberalizmin "l"siyle çelişen bir yönteme tekabül ediyordu ki, böyle "demokrasi şampiyonluğu"na kitakse!
***
ÖTE yandan, yukarıdaki ilkesel hezeyan bir yana, ne o "yeni muhafazakarlar", ne de Washington yönetimi, Müslüman - Arap toplumların "hálet-i ruhiye"sini anlayabildi.
Bir kere, Beyaz Saray ricáli, Ortadoğu’daki kapıyı açacak yegáne "sihirli anahtar"ın İsrail - Filistin sorununu çözümlemek olduğunu görmeyi reddetti. Kilidi kapalı tuttu.
Artı, herhangi bir işgalin o ülkede mutlaka direnişi de kamçılayacağın ve Irak gibi bir mezhep ve kabileler diyarında da bunun çok çetrefil biçimde tezahür edeceğini öngöremedi.
Ve nihayet, Bush ve akıldaneleri, tıpkı Vietnam’da yaşanmış olduğu gibi, "batağa saplanma"nın bizzat Amerikan kamuoyunda yaratacağı tepki ve travmayı hesaplayamadılar.
Nitekim de, Bağdat’daki açıklamadan hemen sonra, Amerikan kuvvetlerinin on altı ay içinde Irak’tan çekilmiş olacağını dün tekrar vurgulayan Obama’nın yeni başkan seçilmesi, zenci liderin seçim kampanyasını "eve dönüş" teması üzerine oturtmasından kaynaklandı.
O Bağdat açıklaması ki, dediğim gibi, aslında malûmun ilámına tekabül ediyor ve ölü çıktığı rahimden morga kaldırılmış olan "BOP" kadavrasının cenaze tarihini haber veriyor.
***
İMDİİ, dünyayı bir nebze izleyen herkes yukarıdaki olguyu zaten biliyordu.
Eski Savunma Bakanı ve "yeni muhafazakar" partizan Donald Rumsfeld’in 2006 Aralık’ındaki tasfiyesiyle birlikte "BOP"un Bush’un dahi gündeminden düştüğü ve müttefik başkentler tarafından açıkça "ti"ye alındığı hiç kimse için sır oluşturmuyordu.
Náçizane, bu satırlar yazarı da burada, bunun böyle olduğunu defalarca vurguladı.
***
OYSA, "BOP" láfı ortalıkta dolaşmaya başlar başlamaz bunun üzerine mal bulmuş Mağribi gibi atlayan bizim "ulusalcılar" o gün bugündür ve hiç aralıksız, ABD’nin bölgeyi egemenliği altına almak için hin kumpas kurduğunu ve inanılmayacak şey, bu sayede hem Türkiye’yi bölmek istediği, hem de "jandarmalık rolü" biçtiğini papağan gibi tekrarlıyorlar.
Söz konusu "BOP" onun vaftiz babası "neo-con"lar nezdinde bile hayal olmaktan çıkalı şu kadar zaman geçmiş ama, işte bizimkiler Nuh diyor asla peygamber demiyorlar.
"Sevr paranoyası" yetmedi "BOB" verelim, "öteki"yle tehdit etmek için mutlaka bir "öcü" yaratmak gerektiğinden, gerçeği olgularda değil kendi hezeyanlarında keşfediyorlar.
Oysa işte, ABD onaylı Irak yönetimi dahi en geç 2011 yılında tasın tarağın toplanmış olacağını açıkladı ki, "ulusalcılar" şimdi nasıl korkutacaklar, doğrusu pek merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2008
Daha n’oluyoruz demeye kalmadı, sanki Hızır Aleisselám, birkaç saniye sonra, ayaklarındaki patenle yıldırım gibi kayan bir çocuk zuhur etti. Hem mağaza işletmeciliğindeki bu yeni gelişmeye, hem de reyonların arasında zikzaklar çizmekte olan çocuğa hayranlık duydum. Artı, kıskandım! Hem keseye daha uygun, hem de angaryası bir defa, o devasa banliyö marketlerinden birisinde hafta sonu alışverişine çıkmıştım.
Moda iki müzik parçası arasında fettan bir sesle, "Şu mal, şu saate kadar, şu kadar tenzilatlıdır" diye beynimi yıkamaya çalışan anonslara mümkün mertebe direnerek, haniyse bir aylık nevale düzdüm.
Sonra, önümde bir kuyruk, arkamda başka bir kuyruk ve ite kaka yürüttüğüm arabanın içi silme dolu, zar zor kasaya geldim.
Elektronik tezgah ilerledikçe, arabadan çıkarttığım öte beriyi oraya yerleştiriyorum.
Gayet minyon bir kasiyer kız almış olduğum ambalajlardan birinin sağını solunu çevirdi, altını üstünü yokladı ve fiyatın yazılı olması gereken etiketi bulamadı.
Hah dedim, işte şimdi hapı yuttum!
Hoparlörle anons edecek de, reyon sorumlusu gelecek de, malı görecek de, tekrar reyona gidip fiyatı öğrenecek de, yeniden kasaya dönüp haber verecek de, eyvahlar olsun!
YILDIRIM GİBİ BİR ÇOCUK
Ucu bucağı belirsiz kocca mağaza ki içinde at koştur, bütün bunlar gerçekleşene kadar hem çok uzun dakikalar geçecek, hem de arkamdakileri boşu boşuna beklettiğim için ben yerin dibine geçeceğim.
Tam "Ziyanı yok, aman kalsın" demeye hazırlanıyordum, kızcağız telsiz gibi küçük bir aparatla iki çift laf konuştu ve o andan itibaren de nutkum tutuldu.
Çünkü, daha n’oluyoruz demeye kalmadı, sanki Hızır Aleisselám, bir kaç saniye sonra, ayaklarındaki patenle yıldırım gibi kayan bir çocuk zuhur etti.
Ambalaja şöyle bir baktı ve geldiği hızla da geri döndü.
Ortanca oğlumun yaşında ya vardı, ya yoktu.
Onun gibi de, Amerikanvariliğin belirli bir stiline uygun giyinmişti.
Kulaklıklarıyla belki telsizden gelecek talimatları bekliyordu ama, ben daha ziyade, cebindeki aparattan "grunge" müzik dinlediği şüphesine kapıldım.
Her halükarda, afalladım. Şaşırdım.
Aynı zamanda da, frenklerin tabiriyle, "şapkamı çıkarttım".
Yani, hem mağaza işletmeciliğindeki bu yeni gelişmeye, hem de şimdi reyonların arasında zikzaklar çizmekte olan yetişkin çocuğa hayranlık duydum.
Artı, kıskandım!
Evet evet, o patenlerden dolayı kıskandım.
Çünkü bütün çocukluğum boyunca, daha doğrusu buluğ çağımdan itibaren tekerleklerin üzerinde kayabilmek istemiştim.
Kaymak kağıda basılmış yabancı dergilerde görüyorum ve inanılmaz biçimde hevesleniyorum, oralardaki yaşıtlarım için bu hiç de bir "lüks" oluşturmuyor.
Háttá tersine, yine yabancı filmlerden biliyorum ki, o patenler biraz "asilikle" özdeşleşiyor.
Fakat en önce, bulabilene aşkolsun!
Belki belki Tophane’deki Amerikan pazarlarında hurdası çıkmış, tekerleği yassılmış, nikelajı paslanmış, meşin bağları kopmuş bir tanesine raslanabilir ama, bunun dahi fiyatı müthiş pahalı olacağından, kim hangi harçlığından arttırıp alabilir ki?
KISKANMADIM İMRENDİM
Sonra, hadi düşeş geldi ve de edinebildiniz.
Peki, bu durumda nerede kayacaksınız?
Eğricik büğrücük arnavut- kaldırımlarında mı, yoksa sözümona "asfalt" denilen ve daha zifti döküldüğü andan itibaren çakıl çukul delikler açılan tek tük yollarda mı?
İki adım atmadan balıklama kapanıp, oranızı buranızı kıracağınızın resmidir.
Dolayısıyla, bütün bir dönemim paten üzerinde kayabilmek hayaliyle geçti.
*
Doğru, sonra belki imkan doğdu.
Artık Batı sürgününe gitmiştim ve henüz genç sayılacak yaşlarda olduğum için de, tekerlekleri ayağıma geçirmek ne göze batar, ne de yadırganırdı.
Üstelik, tam o sıralar bir ara paten salgını başladı.
Kasetli walkmenler ilk defa icád olmuştu ki, yediden yetmişe, kerli ferli insanlar dahi bunları kulaklarına geçirip ve örneğin bir "Abba" veya "Supertramp" dinleyip, vızır vızır sokak arşınlar oldular.
Ancak aynı dönem ben "cinnet yılları"nı sürdüğüm için, "burjuva eğlenceleri"yle (!); özellikle de, "emperyalist kültür"le özdeşleştirdiğim patenle matenle ilgilenecek gözüm yoktu.
Ve sonra ardından seneler gelip geçti ki, kaymak istesem dahi, vücut kıvraklığım buna izin vermeyecek ölçüde kemikleşti.
Artık hesabı ödüyordum ki, her halde başka bir kasadan gelen çağrıya yetişmek için, şimdi müşteri kalabalığının arasından büyük ustalıkla ve son sürat kayarak, şen şakrak uzaklaşmakta olan patenli yetişkinin arkasından tekrar baktım.
Bu defa belki kıskanmadım da, imrendim.
Patenleri mi, yoksa o mutluluklar ve tasasızlıklar yetişkinliğini mi, tam bilemiyorum.
Kayan ne? Tekerlekler mi, hayat mı, onu da bilemiyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2008
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla dün Washington’da başlayan ve dünyanın en büyük yirmi ekonomisini bir araya getirdiği için "G-20" olarak adlandırılan zirve toplantısından dişe dokunur bir şey çıkacak mı? Doğrusu, pek ihtimal vermiyorum.
Küresel krizden dolayı "bıçağın kemiye dayanmasına" rağmen, yine de vermiyorum.
***
ÇÜNKÜ en önce, "patron" durumundaki ABD şu an bir geçiş dönemindedir.
Başka bir deyişle, Barack Obama’nın görevi George W. Bush’tan resmen devralacağı 20 Ocak tarihine; háttá, yeni yönetimim az biraz "oturaklaşmaya" başlayacağı bahar aylarına kadar, Washington’un mali ve iktisadi politikaları net bir berraklık kazanamaz.
Nitekim, kendisini temsil ettirmek için biri Cumhuriyetçi, diğeri Demokrat iki ayrı şahsiyet seçen aynı Obama, toplantıya katılmayacaktır.
Kaldı ki, selef Bush dün yaptığı konuşmada "yükselmekte olan ülkeler daha çok söz sahibi olabilmeli" diyerek az biraz alttan alsa dahi, esas olarak eski tutumunu tekrarlamıştır.
"Yegáne çare"nin hálá, her türlü devlet müdahelesinden uzak serbest piyasa ekonomisi olduğunu tekrar vurgulamıştır.
Oysa, müstakbel Beyaz Saray kiracısının hem bu ultra-liberal yaklaşıma mesafeli baktığı, hem de Avrupa’ya yakın durmak istediği bir sır değildir.
***
O Avrupa ki, aslında kendisi de henüz dört başı mamur bir siyaset saptayamamıştır.
Kabul, dönem başkanı sıfatıyla Washington’da AB adına konuşacak olan Fransız lider Nicolas Sarkozy daha müdahaleci ve daha iradeci mali politikaların avukatlığını yapacaktır.
İngiltere dahil, Yaşlı Kıta şimdilik "bütünleştiği" izlenimini vermektedir.
Ama buna rağmen, Brüksel’in de krize reçete olacak sunacağı net bir planı yoktur.
Dolayısıyla, ABD başkentine uçmadan önce dün aynı Sarkozy’yle Nice’de buluşan Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev’in "G-20 zirvesinde Avrupa’yla ortak telden çalacağız" demesi, daha ziyade Birleşik Devletler’in "damarına basmak" için söylenmiş bir sözdür.
***
ÖYLE, çünkü söz konusu Rusya aynı zamanda, Çin ve Brezilya’yla birlikte hareket edeceğini açıklamaktadır.
Oysa örneğin o Brezilya, "G-20" doruk toplantısında ana noktayı oluşturacak olan ve IMF ve Dünya Bankası’nın yeniden yapılandırılmasını öngören maddede, Yaşlı Kıta’nın asla kabullenemeyeceği bir formülü savunarak, AB’nin bura organlarında tek oyla yetinmesini istemektedir.
Moskova’nın hem birini, hem diğerini sahiplenmesi mantıken mümkün değildir.
600 milyar dolar gibi muazzam bir rakkamla "krizden çıkış" programı sunmuş olan ve ABD’nin kamu borcunu finanse eden Çin ise bütün belágatine rağmen, bu aşamada esas olarak "bekle - gör" diplomasisi uygulamak eğilimindedir.
Biraz "Noel baba" gibi davranan Japonya’nın tam zirve arifesinde IMF’nin emrine 100 milyar dolar tahsis etmesi de hiç şüphesiz olumlu bir gelişmedir ama, böyle bir tahsisatın iktisadi buhrandan en çok etkilenen ülkelere yeterli olması imkansızdır.
Çünkü yaşanan küresel kriz kö-k-l-ü-d-ü-r ve çarelerin de aynı ölçüde k-ö-k-l-ü; yani söz konusu IMF başta, 2. Dünya Savaşı ertesinden miras uluslararası finans kurumlarını radikal biçimde dönüştürecek bir içerikte olması gerekmektedir.
Ve, yanılıyor olmayı temenni ederim ama, yukarıda sıraladığım nedenlerden dolayı, bugün başlayan "G-20" zirvesinin o "kök"e inebilmesi çok, ama pek çok zor görünmektedir.
Yazının Devamını Oku