Hadi Uluengin

Tabu yıkılırken (I)

21 Ekim 2008
TÜRKİYE tabii ki değişiyor. Hızlı ve radikal biçimde dönüşüyor.<br><br>Aslında bunu vurgulamak dahi abes ama, konumuza girdiği için tekrar yineledim. Her halükarda, ülkemiz eski kabuğundan sıyrılıyor ve yenisiyle donanıyor.

Ve, bu olguyu görmemek ve bu süreci saptamamak için gerçekten kör olmak gerekiyor.

* * *

YUKARIDAKİ değişimi ve dönüşümü sırf iktisadi atılımımızla ve onunla koşut giden siyasi "ferahlama"mızla sınırlamıyorum. Bunlar zaten kesin vakıa oluşturuyorlar.

Nitekim, Dünya sıralamasında onyedinci büyük ekonomi gradosuna tırmanmamız ve Avrupa kontenjanından BM Güvenlik Konseyi’ne seçilmemiz birer somut delil yansıtıyor.

Oysa şimdi daha ötede bir yerlerdeyiz. Daha da derinde ve daha da kökte değişiyoruz.

Bu, hálen yaşadığımız ve yukarıdaki iki öğeyle bütünleşen "sosyolojik dönüşüm" dür.

Hátta bir "zihniyet devrimi"nden bile söz etmek bizi yanlışa sürüklemez.

* * *

ÖYLE, zira o eski kabuğu belirleyen "itaat toplumu" özelliklerinden de sıyrılıyoruz.

Ne mutlu ki, artık "sorgulama toplumu"nun haslet ve erdemleriyle donanıyoruz.

Nitekim, "dikkaaat" komutu geldi miydi, eskisi gibi derhal hazırola geçmiyoruz.

"Pardon pardon, niçin selam duracakmışım"
demek cesaretini gösterebiliyoruz.

Bu ilk cesaretimize şaşıranlar "asarıma, keserim, oyarım" diye tehdit ettiğinde de, geçmişteki gibi kuyruğumuzu iki bacağımızın arasına sıkıştırıp kaçacak delik aramıyoruz.

"Hop dedik ağam, hop dedik paşam, hop dedik beyim! Dilini düzelt, haddini bil ve de kendine çekidüzen ver" diye diklenerek, kuru gürültüye pabuç bırakmıyoruz.

Daha da ötesi, anayasal düzeni şöyle veya böyle değiştirmeye yeltenenleri, emekli generalmiş, muvazzaf subaymış, sicilli darbeciymiş, hiç gözünün yaşına bakmadan, dün başlayan "Ergenekon" davasında olduğu gibi, kulağından tutup mahkemeye çıkartabiliyoruz.

Zira, hem yukarıdaki ekonomik ve politik dönüşümün yarattığı etki; hem de içeriye damga vuran dış dinamik sayesinde, şimdi sosyolojik bir "zihniyet devrimi" yaşıyoruz.

Yani, efendi - teba ilişkisi üzerine kurulu "itaat toplumu" tabularını yıkıyoruz.

Yani, yine ne mutlu ki, yurttaşı "yurttaş" kılan "sorgulama toplumu"na geçiyoruz.

Ve malûm, "tabu" denildiği zaman Türkiye’de akla gelen kurum da tabii ki ordudur!

* * *

ÖYLEDİR ve Kıbrıs harekátı sırasında kendi gemisini göz göre göre batırıp çeyrek yüzyıl bunu gizlemeye çalışan amirallerin bile divanıharbe sevk edilememesinden mi başlayayım?

Yoksa, iftira "andıç"larıyla postmodern darbe yapmış generallerin bile sahtekarlıktan yargılanamamasına mı uzanayım? TSK’yı "tabu" kılan unsurlardan hangi birini sayayım?

Bir dokun bin ah işit, 12 Mart Ziverbey Köşkü’nün ve 12 Eylül Mamak mahpusunun işkenceci subaylarından şimdinin "golfçü" paşalarına, cihet-i askeriyenin bize empoze ettiği dokunulmazlık listesi öylesine uzun ki, bunların hepsini sıralamak imkansızlık arzediyor.

Ve tabiatıyla, insanımızın bir "itaat toplumu tebaası" olarak "yetiştirilmesinde" hep başrolü oynamış olan ordunun, militarist rejimler hariç, bu inanılmaz ayrıcalığı, adı üzerinde, onun kendi ideolojisini dayatan bir "silahlı kuvvet"e sahip olmasından kaynaklanıyor

Yani, bileği kuvvetli olan güçsüz bileği büküyor ve de tabusunu empoze ediyor.

* * *

OYSA bitti! Tabu yıkıldı! Görünür gelecekte de tekrar gelmeyecek. Gelemeyecek!

Üstelik, "dokunulmazlık", statüko zaptiyeleri tarafından iddia edilenin aksine, TSK "dışarıdan" yıpratıldığı için nihayete ermedi. Tam tersine, "içeriden" yıkıldı.

Yani, "itaat toplumu"ndan "sorgulama toplumu"na geçtiğimizi kavramadığı için çam üstüne çam deviren ordu kendi tabusunu kendi eliyle yıktı ki, buna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Harbiye mi, savunma mı

9 Ekim 2008
ESKİDEN "savunma bakanlığı" denilmezdi. Böyle bir tanımlama mevcut değildi. <br><br>Hemen bütün dünya dillerinde "savaş bakanlığı" ifadesi kullanılırdı. Bizdeki adı da "harbiye nezareti"ydi ki, İttihatçı Enver ülkeyi oradan batırmıştı.

* * *

TERMİNOLOJİ değişimi 1914 - 1918, bilhassa da 1939 - 1945 dehşetlerine uzanır.

Yukarıdaki iki kabusun yaratmış olduğu evrensel travma bir yana, farklılaşmadaki belirleyici olguyu da "savaş" sözcüğünün yaptığı saldırganlık çağrışımı oluşturmuştur.

Eh öyle ya, geçmiş dönem devletleri, bilhassa da emperyalist başkentler, bari silahlı kuvvetler yönetim mekanizmalarını "tecavüz nezareti" (!) diye vaftiz etselerdi!

Her halükarda şu kesin ki, "savaş bakanlığı"ndan "savunma bakanlığı"na geçiş, en azından lûgatte, insanlığın "cengaverlik"ten ziyade "barışçılık"a yönelmek iradesi yansıtır.

Ernst Jünger’in hayıflandığı gibi, o cengaverlik artık yüceltici erdem olmaktan çıkar.

Şimdi pasifik değerler gündemdedir ki, bu değişime not koyalım, aşağıda döneceğim.

* * *

TÜRKİYE’deki "ordu tabusu" tabii ki savunma harcamaları konusunu da kapsıyor.

Bununla sırf "Loockheed" uçaklarının alımında ortaya çıktığı gibi rüşvet olaylarını veya bilhassa, abur cubur çarçurları kastetmiyorum.

Esas vurgulamak istediğim noktayı, o harcamalardaki "stratejik öncelik" oluşturuyor.

Yani, ortada "x" miktar para varsa, onunla postal mı, tüfeng mi, yoksa batarya mı alınacaktır? Buna kim karar verecektir? Tehdit algılaması hangi kıstaslara göre saptanacaktır?

Zaten tüm bu unsurlar hayatiyet arzettiği içindir ki "stratejik" kelimesini kullandım.

Ve, zaten kendi işlerine sivillerin "burun sokmamasını" arzulayan TSK’nın o "stratejik öncelikleri", normalde bağlı olması gereken bakanlığın "savunma" sıfatına rağmen, esas itibariyle hálá eski dönemin "harbiye nezareti" tanımına uygun düşüyor.

Neden mi?

* * *

MESELÁ şundan ki, Ankara anasının nikáhı kadar para tutan ve dünyada çok az olan, en son model Alaman denizaltılarından ısmarlıyor?

Yahut, ABD’den havada ikmal uçakları satın alıyor.

Veya, esas olarak Güney Kore’yi finanse ederek tank yapımına hazırlanıyor.

* * *

PEKİ de, Güneydoğu’da "düşük düzeyli savaş" sürerken ve son Aktütün karakolu baskınına "mazaret" (!) gösterildiği gibi, "ödenek yetersizliği"nden (!) ötürü evlátlarımız her gün telef olurken, Türkiye savunmasının temel öncelikleri bunlar mıdır?

Yunanistan aynısından ısmarladı diye bizim de denizaltı siparişi vermemiz; çok uzak dış menziller hariç havaalanı dağılımımız in - kalk kolaylığı sağlarken, ikmal uçakları almamız; görünür gelecekte devletler arası kara muharebeleri gündemde değilken tank imalátına soyunmamız, gerçekten bizim "stratejik harcama" zorunluklarımıza mı dahildir?

Yoksa, yukarıdaki evlatlarımızın kaybını asgariye indirmek için muhkim karakolların inşa edilmesi; pilotsuz gözetleme uçaklarına, leyzır ışınlı kameralara, hızlı tahkimat taşıtlarına ağırlık verilmesi mi gerekmektedir? Bunlar e-n b-i-r-i-n-c-i öncelik değil midir ?

Söz konusu "düşük düzeyli savaş", kendi öz insanımızı sa-vu-na-cak tedbirleri her şeyden önemli kılmamakta mıdır?

* * *

OYSA dediğim gibi, savunma bütçe projesinin açıklanan bölümüne şöyle bir bakın, helikopter programı hariç, TSK "stratejik tercihleri"nin bunlarla uyuşmadığı göz çıkartıyor.

Yani, ordu, bağlı bulunması gerektiği bakanlığın adının çoktan "savunma" olduğunu unutmuşa benziyor ve eski "harbiye nezareti" geleneğini sürdürmekte ısrar ediyor.

Ve, o ordu tabusu yıkılırken artık bütün bunları da sorgulamak gerekiyor!
Yazının Devamını Oku

Yanlış nerede?

8 Ekim 2008
ŞİDDET ve terör örgütü PKK’ya karşı çeyrek yüzyıldır sürdürülen zapti mücadelenin aslında bir "düşük düzeyli savaş" olduğu saptaması tabii ki doğrudur. Yani, nizami bir ordu Güneydoğu’da kırsal bir gerillayla fiilen çatışma halindedir.

Ve, "askeri açıdan" sonuç alınamamasından TSK’yı sorumlu tutmak yanlıştır.

* * *

ÖYLE, çünkü hangisi olursa olsun, söz konusu nizami orduların, Mao’nun deyimiyle sosyolojinin ve coğrafyanın içinde "sudaki balık" gibi kaybolan ve hele hele, etnik ve feodal temele dayanan o gerillalar önünde "zafer"e ulaşması, imkansız dememek için, sonsuz zordur.

Vietnam’dan Afganistan’a ve Cezayir’den Kolombiya’ya da bunun örnekleri sayısızdır.

O halde tekrarlıyorum, salt "askeri stratejik" açıdan bakıldığı takdirde, PKK’nın hálá "halledilememesinde" (!) TSK’ye sorumluluk atfetmek yanlış, saçma ve haksızdır.

Ancak dikkat, "salt askeri stratejik açıdan" diye altını bilhassa çizdim!

* * *

ÖYLE, zira iş "siyasi stratejik açıya" geldiği takdirde, "cihet-i askeriye"nin sorumluluğu çok büyüktür!

Çünkü aynı TSK, "sebep" değil kimlik inkárcısı politikaların "sonuç"u olarak ortaya çıkan PKK’dan çok önce, bizzat Kürt sorununun bu raddeye varmasından sorumludur.

Üstelik, yalnız sıradan bir sorumlu değildir. Bugüne dek mevcut olmuş olan hükümran statüsü itibariyle, Türkiye’deki bütün kurumlar arasında "esas" sorumludur.

"Kürt" kelimesinin dahi karda yürürken çıkan "kart kurt" (!) sesinden türediğini empoze eden ve aşağıdaki satırların yazarı da dahil, kuşaklar ve kuşaklar boyu kışlada bunu "öğretmeye" (!) kalkışmış olan ordu, "ateşin bacayı sarması"nda baş rolü oynamıştır.

Zaten de, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un bir müddet önce ve henüz Kara Kuvvetleri Komutanı’yken "bazı şeyleri bilmiyorduk, bize öğretilmemişti" şeklinde konuşmuş olması, nihayetinde üstü kapalı bir özeleştiridir.

Ve, çok geç ve çok güç de olsa dahi, tabii ki bu bile olumlu bir gelişmedir.

Ancak, olumludur ama hiçbir şekilde yeterli değildir!

* * *

DEĞİLDİR
, zira askeri plandaki muhtemel taktik yanlışlar bir yana, tüm "şeffaflaşma"ya rağmen Aktütün baskını ertesinde TSK’nın yansıttığı genel hava yine kontradır.

Belágat, Kürt sorununda bir "askeri çözüm"ün "mevcut olabileceği" yönündedir.

"Ah, bizim elimiz kolumuz bağlı olmasaydı" gibisinden bir hava sezinlenmektedir.

Oysa, PKK’nın başını mümkün mertebe ezmek tabii ki bir yana, söz konusu Kürt sorununda bugün bir "askeri çözüm" yoktur. Ne yarın, ne de öbürsü gün olacaktır.

Zaten tecrübesi fiyaskoyla noktalanmış bu alternatif artık hayal bile edilemez.

Hiçbir OHAL, sıkıyönetim veya zapti önlem kökene inmez, inemez ve inemeyecektir.

Diğer taraftan, bütün sivil demokrasilerden beklenildiği gibi, ordunun "elinin kolunun bağlı olmasında" da yadırganacak, gocunacak, yakınacak bir durum mevcut değildir.

Dolayısıyla, "askeri stratejik" açıdan öyle fazla yanlış yapmamış olan TSK’nın bundan çok önce, hep yanlışlarla doldurduğu kendi "siyasi strateji"sini değiştirmesini gerekmektedir.

Bu gerçekleşirse de, ülkemiz, ulusumuz ve tabii ki ordumuz, Kürt sorununun Türkiye bütünlüğü içinde ve barışçıl biçimde çözümlenmesinde hayati bir viraj dönmüş olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Tuzağa düşmeyelim!

7 Ekim 2008
AKTÜTÜN katliamı meselesine önce bir dizi soru - cevapla başlayalım.<br><br>"Desperados" umutsuzluğun fanatik örgütü olan PKK neyi hedefliyor? Tabii ki, Türklerle Kürtler arasında bir iç savaş körüklemeyi!

Bu kesin yanıttan sonra, soru ve cevapları biraz daha genişletelim.

* * *

PEKİ, aynı oranda umutsuz ve aynı ölçüde fanatik olan "El Kaide" ve fasilesinden "İslamcı" (!) tedhişçiler neyi amaçlıyorlar?

Onlar da, Müslümanlarla diğer din mensupları arasında bir "evrensel iç savaş" kışkırtmak hedefini güdüyorlar.

Zaten, aynı soruyu sorduğumuz takdirde hep aynı cevaba ulaşırız.

Ve bu, táa Makedonya komitacılarından ETA tedhişçilerine veya "Tamil Kaplanları"ndan Kolombiya "narko-komünistler"ine dek, bilûmum terör örgütleri için geçerlidir.

* * *

ÖYLEDİR, çünkü tapındıkları ideoloji ne olursa olsun, bütün tedhiş yapılanmalarını tek ama tek bir strateji belirler:

Gerilimi tırmandırmak ve çelişkileri derinleştirmek!

O gerilim tırmansın ve o çelişkiler derinleşsin ki, "ok yaydan çıksın"!

Dolayısıyla, etnik kimliklerden birisini temsil etmek iddiasında olan fakat o kimliğin geniş kitlelerinden ciddi destek bulamayan her hangi terör kurumu, husumetleri ve düşmanlıkları körüklemek zorundadır.

Özellikle de, "hasım taraf"ta (!) en "ses getirecek", en "can yakacak", en "infial uyandıracak" eylemlere yönelmekle yükümlüdür.

Háttá gerekirse, tepkiselliği zirve seviyeye çıkartabilmek için, bizzat kendi aidiyet kesimlerine karşı provokasyon gerçekleştirmekten dahi çekinmez.

Her halükarda, "Kalaşnikoflarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan" ve "sıradan hayat"la hiç ilgisi kalmamış "mikrokozmos" ortamlarda ve tecrit ruhiyatlarda yaşayan "umutsuzluk örgütleri", kendilerine yönelik tepki temsil etmek iddiasından yola çıktıkları etnik grubun bütününe karşı genelleştiği ölçüde, kanlı ellerini oğuştururlar.

Zaten de t-u-z-a-k budur ve ona düşüldüğü takdirde, PKK sevinçten havaya zıplar.

* * *

VE
biz bu tuzağa asla düşmeyelim!

Bu kapana sıkışmayalım! Bu ketenpereye gelmeyelim! Bu mandepsiyi yutmayalım.

Yani, Kürt yurttaşları asla temsil etmeyen ve küçük bir şirret azınlık; daha doğrusu, kanlı bir umutsuz azınlık olan PKK’nın cinayet ve katliamlarını onlarla özdeşleştirmeyelim.

Bin yıldır ortak yaşadığımız ve bin yıldır hayrı ve şerri paylaştığımız, o canımız ve o ciğerimiz Kürt halkını bir "desperados şebekesi"yle bütünleştirmek gafletine kapılmayalım.

Dolayısıyla, PKK’nın ekmeğine yağ sürecek her türlü tepkisellikten uzak duralım.

Sákin ve soğukkanlı davranarak, mahalle kavgalarının etnik "pogrom"a dönüşmeşine ramak kaldığı "duygusallıklar"dan (!) sakınalım.

Katledilen evlatlarımızın cenaze törenlerinde tabii ki ağlayalım ama vakur davranarak, tüm Kürt yurttaşları rencide eden intikam sloganlarını o törenlerde atmak adetine son verelim.

Yani, Kürt çoğunluğu kendi elimizle Kürt azınlığın kucağına itmeyelim.

* * *

TABİİ bir de, çuvaldızı teröristlere ama iğneyi de kendimize batırmayı unutmayalım.

Yani, hem savaşın çeyrek yüzyıldır neden bitemediğini; hem de onca deneye rağmen onca evládımızın hálá neden sayısız ölmeye devam ettiğini sorgulamak cesaretini gösterelim.

Bu çok önemli konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Hudut tavafı

5 Ekim 2008
Ve, işte hudut gözüktü! Ama ibaresi değişmiş. Mavi Avrupa bayrağının ortasında küçük harfle "Almanya" yazıyor.

Kara - kırmızı - altın bayrağın esamisi dahi yok!

Bir de, táa eskiden beri orada olan "gümrük" levhası duruyor.

Artı, eskiden mevcut olmayan bir benzinci istasyonu işaretine raslanıyor.

Fren, ániden o benziciye saptım. Bakalım, nicedir?

Ama Almanya’ya mı girdiğimizi, yoksa hálá Belçika’da mı olduğumuzu çıkartamadım.

Hem kasadaki kadın iki lisánı birden konuşuyor, hem de aynı para birimi geçiyor.

Neyse, depo ful ve tekrar esas sınır kapısına doğru yöneldim ki, aa, o ne!

Basık ve uzun eski bina yerinde duruyorsa da, daha görkemli bir yenisini inşa etmişler.

Galiba da, TIR kamyonlarını "röntgenden geçirmek" (!) için özel tesisat yapmışlar.

Oysa, önceleri kendimin pasaportsuz geçtiği sonra da başkalarına hududu "vartasız atlattırdığım" zamanlarda bunların hiçbir yoktu.

Nasıl mı geçiyordum?

Kolay canım, hemen anlatayım.

TEREYAĞDAN KIL ÇEKER GİBİ

Efendim, girişi Belçika’da çıkışı Almanya’da olan o eski uzun bina polis kontrolünden önce gelirdi ve yine söz konusu TIR’ların gümrük formalitesi için kullanılırdı.

Pasaportum mu yok? Allah iyiliğinizi versin! Bunu mu dert edineceğim?

Beni sınıra kadar getiren otomobilin sürücüsü tam kamyonların park yerinde dururdu.

Bu satırlar yazarı da arabadan çıktığı gibi, bir eli cebinde ve diğer elinde kağıt, sanki kamyon şoförüymüş de o kağıdı gişelerde tasdike götürüyormuş gibi, binadan içeri dalardı.

Benelüks ülkesi tarafından girdi miydi de, binada bakına salına koridoru kateder ve Cermanya tarafından çıkıverirdi.

Arabayı kullanan "legal kişi" ise polis kontrolünü normal biçimde geçer ve kim erken geldiyse, oradaki kantinin parkinginde dururdu.

Tekrar buluşmamızın şerefine de tezgahta ilk Alaman birayı parlatırdık.

Şerefe parlatırdık, çünkü aynasızların ruhu bile duymazdı.

Ve, iftihar etmek gibi olmasın ama, yukarıdaki yağdan kıl çeker yöntemin káşifi olan bendeniz, aslında işini gayet de ciddiye alan zaptiyenin bu "bam telini" nasıl es geçtiğine bir türlü akıl sır erdiremezdim.

Hele hele, o Baider - Meinhof cinayetleri döneminde hudut kapısına haniyse mitralyöz yerleştirilmişken ve kuş uçurtulmazken, nasıl olup da kamyon şoförleri tarafının yine böyle boş bırakıldığını hiç anlayamadım.

Zahir, o kamyonlarla ancak mermi - gülle kaçırılacağını veya kasanın altına adam saklanacağını; bunu da nasılsa TIR kontrolünde denetlediklerini düşünerek, benim gibi açıkgözlerin kasten onların gözünün içine baka baka, şoför niyetine "legalist halt" karıştıracağı akıllarına gelmiyordu.

SANKİ DİNGONUN AHIRI

Ancak tabii, burada şunu da eklemem gerekir.

Orayı geçerken, kravat gömlek ve iki dirhem bir çekirdek giyinirseniz, herhalde, çok büyük ihtimalle dikkat çekersiniz. Birisi "sen necisin" diye sorar ve yakayı ele verirsiniz.

Daha neler, bari frakla aynasızları atlatmaya kalkışın!

Hayır, pejmürde demiyorum ama, tercihen, TIR şoförlerinde adet-i veçhile olduğu üzere bir meşin ceket, bir blucin edinin ve de iki dudağınızın arasına, sönmüş bir cigara izmariti yerleştirin.

Değme polis, değme gümrükçü, değme aynasız sizi, heyüla dizelinin direksiyonunda Dover - Viyana seferi yapan kamyoncudan ayıramaz ve ister cebinizde pasaport olmasın, isterse de aynı cebinizin zulasında yarım kilo eroin bulunsun, sınırı tıpış tıpış geçersiniz.

Daha doğrusu, "geçersinizdi" demek gerekiyor.

Çünkü, ah ah nerede o "militan kahramanlıklari" (!), nerede o "dává cengáverlikleri" (!), bunların hepsi artık mazide kaldı.

Zira şimdi sınır mı kaldı? Hudut mu kaldı? Kapı mı kaldı?

Mübarek sanki koskoca Federal Alman Cumhuriyeti değil de Dingo’nun ahırı!

Tıpkı Belçika tarafındaki gibi, ortalıkta ilaç için bile tek bir polis yok!

Zaten tam önünden geçerken dikkat ettim, o eski binayı da artık ardiye niyetine kullanıyorlar.

Neymiş, yok Avrupa Birleşik Devletleri ütopyasıymış; yok Schengen Serbest Dolaşım Sözleşmesi’ymiş, yok ortak para birimiymiş, sınır mınır hiçbir şey kalmamış.

YA YENİ YETMELER?

Dolayısıyla da, dediğim gibi, şimdilerde "militan kahramanlıklar"a soyunacak olan yeni yetmelere o "kahramanlığın" en küçük harfli "k"sı bile kalmamış.

Her neyse canım, artık bunları hálá dert edinecek değilim ya! Yürü atım rahvan, tez yürü, biz haniyse yüz elli kilometre hızı hiç azaltmadan Belçika’dan Almanya’ya girmiş olduk ve "cinnet yılları tavafı"nın son aşamasını oluşturacak olan Köln’e doğru tekrar gaza bastık.

Bunu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Yata alesta!

4 Ekim 2008
GAZETELERİN utana sıkıla ve ıkına sıkına sorduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin otuz milyon dolarlık bir cumhurbaşkanlığı yatı olsun mu? Evet, olsun! Tabii ki olsun! Mutlaka olsun!

Otuz milyon doların láfı mı edilirmiş, üç yüz milyon dolarlığı da olsun!

Ve de helál-i hak olsun ama, bitmedi.

***

BİTMEDİ, zira cumhurbaşkanlığı yatından bile önce, biz diğer bir tekneye mecburuz.

Bununla, bahriyelilerimizin dört gözle beklediği dört direkli yelkenliyi kastediyorum.

Antik tanrı Eolos’un üflediği rüzgarla kanatlanacak o görkemli kuğudan söz ediyorum.

Çünkü ilkin, aynı direklerin mizanasına tırmanmaktan ayak tabanları nasır tutmamış ve gabya üzerinde düşerim korkusuyla donuna doldurmamış denizciye, d-e-n-i-z-c-i denmez.

Sonra, "Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor/Barbaros belki donanmayla seferden geliyor" diyen şairinin torunlarını da böylesine enfes bir martıdan aşağısı kurtarmaz.

Neyse, tekrar cumhurbaşkanlığı yatı konusuna gelelim.

***

YAZININ girizgahında bu yatı kesinlikte savundum ya, başıma gelecekleri biliyorum.

Bir lokma, bir hırka ideolojisinin müritleri "bak, ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider şaapmaya" diyeceklerdir. Sonra da, beni "gösteriş budalası" olmakla suçlayacaktır.

Háttá, biraz daha mürekkep yalamış olanları muhtemelen şöyle konuşacaktır

"Efendi, İngiliz Kralı Edward’ın "Britannia", Prusya İmparatoru 2. Wilhem’in de "Büyük Frederik" yatıyla sidik yarışına giriştikleri 19. yüzyıl emperyalist dönemi bitti.

Devletler şimdi Cowles regatında
’kız gibi tekne’ sergileyerek değil, teknoloji sergileyerek hükümranlık sağlıyorlar ama, sen bunları görmeyecek kadar körsün!"

***

HAYIR, değilim! Üstelik, iki argümandaki kısmi haklılığı da tümden reddetmiyorum.

Doğru, eli kulağındadır ve yakında oraya da varacağız ama, ülke olarak henüz fazla lükse garkolacak düzeye erişmiş sayılmayız. Bunun için biraz daha yol katetmemiz gerekiyor.

Tamam da, ee sonra! N’apalım yani? Ahmet Necdet Sezer gibi "asla" mı diyelim?

Ne hacet, refah düzeyinde tüketim toplumlarını yakalamadık diye cumhurbaşkanlarına sandal mı kiralayalım? Álá, "kayıkçının küreği, pırpır eder yüreği" diye de tempo tutarlar.

Yahut da, yabancı konukları Boğazda gezdirmeleri için bir taka azmanı tahsis edelim.

Hayır hayır, "istemezükçüler"in demagojiye dönüştürdüğü argümanlar esas itibariyle geçersizdir ve her halükarda da, bütün bunlara benim karnım toktur.

***

EVET toktur, zira rahmetli Özal ilk devlet uçağını aldığında da aynı patırtı kopmuştu.

Şimdi "yata hayır" diyen ve "ulusalcı Ergenekoncu" kanatla bütünleşen malûm zevát o vakit de "milletin parası heba ediliyor" diye etrafı vaveylaya vermişti.

Oysa, bugünkü Türkiye’de esnaftan biraz büyük tüccarlar bile özel uçak kullanıyor.

Ülkemiz sonsuz önemli mesafeler katetti. Deyimin tam anlamıyla sınıf atladık.

Dolayısıyla, her şeye rağmen resmi tekne hálá bir ulusal prestij simgesi oluşturduğuna; artı, yabancı "görmemişin oğulları" tavlamakta diplomatik olta yerine geçtiğine; daha artı, Allah’a şükür artık on sente de muhtaciyetimiz kalmadığına göre, o Türkiye değil 30 milyon, 300 milyon dolarlık yatı dahi cumhurbaşkanlığı makamına tahsis etmekle yükümlüdür.

Fakat dediğim gibi, bana göre, buradaki tek yanlış "öncelik sırasında"dır.

Çünkü, "belki donanmayla seferden gelen Barbaros"un torunları hanidir ve hanidir, Eolos tanrının nefesiyle uçacak olan o dört direkli kuğuyu dört gözle beklemektedir.

Ve vira bismillah, işte alestadayız ve artık orsa değil pupa yelken seyretmek istiyoruz!
Yazının Devamını Oku

Siyaset doğru mu ?

2 Ekim 2008
AÇIKÇASI, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün New York’taki iftar sofrasında Zimbabwe ’lideri’(!) Robert Mugabe’nin de yer aldığını öğrendiğimde tüm cinlerim başıma çıktı. Haram olsun ve de kursağında kalsın! Tez zamanda, mide fesadından teneşire düşsün.

Bedduamın nedenini açıklamak için, 27 Haziran 2000 günü "Siyaseten Doğru" başlıklı makalemi biraz değişterek tekrar yayınlıyorum:

* * *

SON on - onbeş yıldır Frenk dillerinde ’siyaseten doğru’ diye bir deyim peydahlandı. ’Mahsuru yok’, ’kitabına uygun’ anlamına geliyor. Örnekleyerek anlatmaya çalışacağım..

Diyelim ki, Fas asıllı haytalar bir Avrupa şehrinde yine sağa sola saldırdı. Etrafı kundakladı.

Ayıp bir ırkçılık çağrıştırmasın diye medya onların bu Mağribi kökeninden söz etmiyor.

Láfı ’varoş gençliği’ tanımıyla yuvarlıyor.

Veya eşcinselliği ayyuka çıkmış bir şahsiyet AIDS’ten mi öldü, ayırımcılık yapılıyor denmesin diye merhumun yatak tercihi ve de vefat nedeni es geçiliyor.

Anlayacağınız, ’siyaseten doğru’ olmak, suçlanma korkusuyla bazı doğruları unutmak ve hem mahçubiyetle, hem de ikiyüzlülükle susmak refleksini içeriyor.

Deyimi not edelim, yazının sonunda tekrar konuya döneceğim.

* * *

HAFTA sonu Afrika ülkelerinden Zimbabwe’de sözümona seçim yapıldı.

Sözümona diyorum, çünkü Harare’nin bağımsızlığa kavuştuğu 1980 yılından beri bu devleti yöneten Robert Mugabe sandıktan kendi partisi ZANU’nun çıkması için hem halka terör uyguladı, hem de bin sahtekarlığa başvurdu.

Zaten sonuç farketmez, biçilmiş kaftan anayasaya göre hükümeti yine kabile reisi atayacak.

Nitekim, söz konusu Zimbabwe’ye son iki - üç aydır bizim basın da epey yer veriyor.

Zira kendisine ’muharip gaziler’ diyen bir it sürüsü, Mugabe’nin has adamı ve Nazi lidere duyduğu hayranlık nedeniyle adına Hitler’i de ekleyen Chenjerai Hitler Hunzvi isimli bir hergelenin şefliğinde, ülkedeki beyaz çiftçilerin toprağını gaspetti.

Artı, onları hem katlediyorlar, hem de kadınlarının ırzına geçiyorlar.

Ve, Kaddafi’nin Libya’sı hariç tüm Afrika başkentlerinin dahi lanetlediği bu korkunç pogromu bizim ülkemizde bir tek kim destekledi, biliyor musunuz?

"Karanlık" adlı "Maocu-ulusalcı" varakpáre!

* * *

OYSA, ülkedeki beyazların hedef alınması, bütün ulusal zenginliği yirmi senede kendi cebine atan ve sus payı olarak da kabilesinden avaneye dağıtan Mugabe’nin o Zimbabwe’deki hoşnutsuzluğu başka yöne kanalize etmek taktiğinden kaynaklanıyor.

Düşünün ki, nüfusun çok önemli bir kesminin AIDS virüsü taşıması bir yana, bağımsızlığı elde ettiği yıl Güney Afrika’dan sonra Kıta’nın en yüksek hayat seviyesine sahip olan bu devlet şimdi tekrar 1965 düzeyine düşmüştür!

Düşünün ki, tütün tarlalarından demiryolu ağına ve fabrika tezgahlarından otel altyapısına, eskiden tıkırında yürüyen her şey şimdi felç durumdadır. Ülke dökülmektedir.

Üstelik, laf aramızda, o Zimbabwe, Afrika’daki tek örnek de değildir!

Aynı şey, ihtiyarların sömürgecilik dönemini kastederek ’ah Belçika yönetimindeki refahımız’ diye iç çektiği Kongo’dan, savaşa son vermesi için hükümetinin Londra’ya ’n’olur burada kalın’ diye yalvardığı Sierra Leone’ye kadar eski kolonilerin pek çoğu için geçerlidir.

Şu kesin, bağımsız Afrika, bağımsızlığın altından kalkamamaktadır!

* * *

BUNU söyledim diye ne sömürgeciliği, ne de Batı’nın kendisine vehmettiği ’uygarlaştırıcı misyonu’nu savunuyorum.

Ama, hiç "mahçubiyet"e (!) düşmeden; yani ’siyaseten doğru’ olmadan, yukarıdaki olguyu dobra dobra saptamak gerektiğine inanıyorum.

Aksi takdirde, ’kitabına uysun’ diye hep ’siyaseten doğru’ davranmaya çalışır ve iki kere ikinin dört ettiği doğruları es geçersek, işin sonu, "Maocu ulusalcılar" gibi Afrika Hitler’inin kıyam ve katliamlarına övgü düzmeye kadar gider...

Varsın ’siyaseten doğru’ olmasın, inatçı gerçekler daima ve daima "maddeten doğru"dur.

* * *

BİLMEM, sekiz yıl önceki yazım Robert Mugabe’nin Cumhurbaşkanı Gül’ün iftar sofrasında yer almasından duyduğum hiddeti açıklayabildi mi?
Yazının Devamını Oku

İyi baba, haram para

1 Ekim 2008
"İYİ aile babası yatırımı"!<BR><BR>İşte bu deyim de, cumartesi günü sözünü ettiğim ve Batı toplumlarını belirleyen o "burjuvaca yaşamak" dürtüsü içinde yer alır. * * *

ŞÖYLE ki, söz konusu baba kazandığı parayı rakı sofrasında çarçur etmeyecektir.

Bilhassa da, rizikolu girişimlere kalkışarak sermayeyi kediye yatırmayacaktır.

Yani, faizi al olsun ama gönlü ferah olsun, familyanın erkeği borsada oynamadan ve spekülasyona kalkışmadan, tasarrufları güvenilir bir bankaya yatıracaktır.

İşletilmesi için de aynı banka tarafından da portföye dönüştürülmesini tercih edecektir.

Böylelikle, eh hastalık var, işsizlik var, feláket var; evin taksidi, otomobilin yenisi, çocukların nikáhı falan var, "kara gün akçesi" daima güvenli ellere emanet edilmiş olur.

* * *

OLMAZ olur mu, böyle banka var tabii! Hem de "kapı gibisi" var!

Örneğin Belçika, Hollanda, Lüksemburg, háttá Fransa’da "Fortis" var ki, güvenilirlik bab’ında şöhreti yedi cihana nám salmıştır. Belki herkes batar ama, işte o batmaz.

Zira, eskiden "Société Générale" adını taşıyan ve yine eskiden Kongo’nun yarısına sahip olan bu kurum sittin seneden beri ve kuşaklardan nesillere, hep "sağlam durmuştur".

Herkes beş verirse o belki üç buçuk verir ama, insanın kalbine de ferahlık verir.

İflás ne kelime, asla spekülatif davranmadığı için hep istikrarlı bilanço çıkartır.

Dolayısıyla, tasarrufunu "Fortis"e yatırmış olan "iyi aile babası"nın akşam yastığının üzerinde mışıl mışıl uyuyorsa, bunu gerçekten haketmiş demektir.

* * *

TAMAM da, işte inanılmayacak şey, o "kapı gibi Fortis" hafta sonu i-f-l-á-s etti!

Daha doğrusu, şimdilik kaydıyla, böyle bir iflasın tam eşiğinden döndü.

Nisan’da 30 avro eden hisse senedi şimdi üç avroya düştüğünden, pazar gecesi sabaha kadar toplanan Brüksel, Lahey ve Lüksemburg hükümetleri on milyar avro şırıngaladılar.

Başka bir deyişle, bankayı fiilen devletleştirmiş oldular. Aksi takdirde, başta Belçika bütün bir Benelüks ekonomisi, háttá AB finans sistemi devása bir "tarihi çöküş" yaşayacaktı.

Şimdi bekleniyor ki, "Fortis" hem pahalıya aldığı ve onu bu krize sürükleyen "ABN Amro"yu, hem de işleri tıkırında giden Türkiye şubesini satsın ve kasaya taze para girsin.

Fakat varta bitmedi. Çünkü dün de diğer "baba banka" "Dexia" topun ağzına geldi.

Her halükarda, şımarık zevceler ve haylaz çocuklar "efendi, sen ne halt eyledin de sermayeyi kediye yükledin" diye zevclerine ve pederlerine dırdır etmeye başladılar.

Sonsuz iyiniyetli davranmış olan o "iyi aile babaları" da ne diyeceklerini şaşırdılar.

* * *

İŞİN özü şudur: Hiçbir ekonomik sistemde "mutlak garanti" diye bir şey yoktur!

Hele hele, deyimin tam anlamıyla "vahşi kapitalizmin gemi azıya aldığı" şu "sermaye küreselleşmesi" döneminde hiç mi hiç yoktur!

İşte delili, "burjuvaca yaşamak" erdemiyle donanmış ve çoluğun çocuğun geleceğini garantiye almak kaygısıyla davranmış "iyi aile babaları"nın dişinden ve tırnağından arttırdığı mütevazi tasarruflar, hayasız ve haramzade spekülatörlerin cebine akmaktadır.

Dolayısıyla da, yine öz itibariyle her şey bir "sistem sorunu"dur!

Ve, iktisadi değil ancak felsefi anlamda liberal olan ve bundan ötürü de Keynes’çi ekolün kısmi devlet müdahalesini ezelden beri savunan bu satırlar yazarına göre, yukarıdaki haksız ve eşitsiz sistemi değiştirmek; en azından frenlemek mutlak bir zorunluluktur.

Çünkü, "burjuvaca yaşamak" azmindeki "iyi aile babaları"nın zar zor arttırdığı o tasarruflar ne gökten zembille iniyorlar, ne de banka hesabına haram para olarak yatıyorlar!
Yazının Devamını Oku